Sinefillere bayram

İKSV’nin düzenlediği İstanbul Film Festivali pandemiden bu yana hiç hız kesmeden çevrimiçi gösterimlerle izleyicisini sinemaya doyuruyor. Festivalin mart ayı seçkisi de yine biribirinden güzel yapımlarla dolu. Sinefillere bayram desek yeridir.

Emrah Kolukısa / Devamlılık Hatası

İstanbul Film Festivali’nin Nippon Paint sponsorluğundaki mart seçkisi, prömiyerlerini Venedik, Berlin, Kudüs, Tribeca, Cannes film festivallerinde yapmış ve aralarında sinema tarihinden klasiklerin de yer aldığı 12 filmden oluşuyor. 5-28 Mart tarihleri arasında filmonline.iksv.org adresinden çevrimiçi olarak gösterilecek yapımlardan ikisi birçoklarına 2020 içinde uzakdoğu sinemasından çıkan en iyi filmler olarak nitelendirilen “The Woman Who Ran” (Kaçan Kadın) ve “Days” (Günler). Dünyanın en prestijli sinema dergilerinden Sight & Sound, Güney Kore filmi “The Woman Who Ran”i yılın en iyi 50 filmi arasında 18. sıraya koyarken, Taiwan filmi “Days”i 10. sıraya yerleştirdi. “Days”in Altyazı’nın listesine de 5. sırada olduğunun altını çizelim.


“The Woman Who Ran”

Güney Kore’nin son yıllardaki en üretken isimlerinden Hong Sang-soo (düşününü ki 2015’ten bu yana çektiği 8. uzun metrajlı film “The Woman Who Ran” Berlin Film Festivali’nde kendisine En İyi Yönetmen ödülünü (Gümüş Ayı) kazandıran 24. uzun metrajlı filmi “The Woman Who Ran”de evlendiğinden beri görmediği kadı arkadaşlarıyla buluşup görüşmek için bir kaç günlüğüne evinden ayrılan bir genç kadının peşine takılıyor. Kadınların tam anlamıyla ön planda olduğu (birkaç erkek de görüyoruz gerçi ama hepsini sırtından izliyoruz, konuştukları kadınların yüzlerini görüyoruz her seferinde sadece ve bu sahnelerin hepsi de bir kapı önünde geçiyor, erkek hep dışında kalıyor kapının) filmin adı neden “Kaçan Kadın”, bunu yönetmen açıklamazken, bir noktadan itibaren izleyicide belirli bir fikir oluşmaya başlıyor, ki bunu söylemek bana düşmez, filmi izleyince belki de bambaşka bir izlenim uyanacak sizde.

“The Woman Who Ran”


Birbirinden farklı üç kadın arkadaşıyla (biri sokak kedilerini besleyen ve bahçeyle haşır neşir bir ev kadını, diğeri sanatçı olarak yeni bir hayata başlayan bir pilates eğitmeni, sonuncusu ise kendisinden daha ünlü biri olmuş kocasıyla evliliğinde sorunlar yaşayan bir iş kadını) buluşan Gamhee (Kim Min-hee, yönetmenin hayat arkadaşı aynı zamanda) ile birlikte kentte dolanırken filmlerinin senaryolarını da kendisi yazan Hong Sang-soo’nun özgün anlatımı durağan görünen sahnelerin içinde son derece doğal akıp giden diyaloglar (ve sık sık bizi karakterlere yakınlaştırıp uzaklaştıran zoom hareketleri) sayesinde izleyici kolayca kavrıyor ve topu topu 30 plandan oluşan film bir anda bitiveriyor. Büyük dramlar, trajik hadiseler ve ağır diyaloglar yok belki ama önemli çatışmalar, içten içe hissedilen pişmanlıklar ve söylenmemiş sözlerin ağırlığı var filmde; hayata dair tesirli dokunuşlar bunlar da…

“Days”

GÜNLERİMİZ SOLUP GİDERKEN

Tayvanlı sinemacı Tsai Ming-liang’ın Berlin Film Festivali’nde LGBT temalı filmlere verilen Teddy ödülüne layık bulunan filminin hemen başında bir ibare var: “Bu film bile isteye altyazısızdır”. Gerçekten de 2 saati aşkın süresiyle hiç altyazıya ihtiyaç duymayacağınız filmde hemen hemen hiç diyalog yok, olanlar da o kadar az ve anlamsız ki, ne dendiğini merak bile etmiyorsunuz. Buna karşılık bir yanıyla da Hong Sang-soo’nun filmiyle ilginç paralellikler taşıyor film. Evet “The Woman Who Ran” baştan aşağı konuşmayla bezeli bir film, yani bu anlamda birbirlerine tam anlamıyla zıtlar ama her iki usta sinemacı da uzun ve az sayıda plan kullanmış; “Days”de topu topu 45 plan var örneğin. Yavaş sinema denince akla ilk gelen isimlerden biri olan Tayvanlı usta yaş ve sınıfsal çevre açısından birbirinden bir hayli farklı iki adamın yollarını kesiştirdiği filmde, Güney Koreli meslektaşının aksine hep erkekler üzerinden anlatmayı tercih etmiş hikayesini. Gerçi iki sinemacının da klasik anlamda hikaye anlatıcılığına soyunmadığını daha çok ruh halleri ve duygular aracılığıyla ve durumları olabildiğince yalın, katıksız şekilde aktararak dertlerini ortaya döktüğünü söylemek mümkün. Tsai Ming-liang yalnızlık temasını derinlemesine işlediği filminde hastalıkla mücadele eden bir adamın (Lee Kang-sheng) günlük hayatına bizi tanık ederken bir yandan da paralel kurguyla genç bir emekçinin yaşamından anlar sergiliyor. Bu ikisinin uzunca bir masaj seansı sırasında bir araya gelişleri ise filmin merkezinde son derece yoğun ve gerilimin de ilginç bir şekilde yükselip patladığı bir sekansa dönüşecektir.


“Days”

Tsai Ming-liang’ın neredeyse 7 yıl aradan sonra çektiği ilk uzun metrajlı kurmaca film olan “Days” aslında bir hayli uzun bir çalışmanın ürünü. Yönetmen kendisiyle MUBİ’de yapılan söyleşide filminin baş aktörlerinden Lee Kang-shengin yıllar önce gerçek bir hastalık sürecinde çektiği görüntülerden ilham alarak yola koyulmuş ve eski görüntüleri büyük ölçüde kullanmasa da zihnine çakılı kalan çok belirgin imgelerle ilerleyerek ve sadece bir görüntü yönetmeni ile yapımcısından oluşan minimal bir ekiple çekimleri tamamlamış. Yer yer cinema verité tarzı bir belgesel izlediğinizi size hissettiren (zira bazı sahneler gerçekten oyuncunun hastalığıyla ilgili gerçek anları içeriyor) film kimilerinin haklı benzetmesiyle Tayvanlı sinemacının filmografisinde bir ‘aksiyon filmi’ kadar hareketli. Tsai Ming-liang’ın kariyerine az çok aşina olanlar da görecektir ki kimi anlarda el kamerası kullanan sinemacı izleyicisini kısa süreli şoklarla şaşırtıyor bu filmde. Alışılageldik uzun planlarında ise çoğu zaman tedirgin edici bir huzurla dingin bir gerilimin harmanlandığı ustaca tasarlanmış çerçeveler var. kent görüntüleri ise, özellikle gece çekimlerinde renkleri sesleri ve genel anlamda atmosferiyle tam anlamıyla benzersiz.

 “Leap of Faith: William Friedkin on The Exorcist” (“İnançlı Atlayış: Friedkin Şeytan’ı Anlatıyor”)

BAŞKA NELER VAR?

İstanbul Film Festivali’nin Mart seçkisinde bu iki filmden başka neler var diye merak edenlere hemen birkaç öneri daha sıralayalım… Kelly Reichardt’ın 2010 tarihli western filmi “Meek’s Cutoff” (“Kestirme Yol”) hala izlemediyseniz mutlaka listenizde olmalı; türünün klasikleri arasında gösteriliyor bu film. Korku sinemasının başyapıtlarından “The Exorcist”in (“Şeytan”) kamera arkasında yaşananları anlatan “Leap of Faith: William Friedkin on The Exorcist” (“İnançlı Atlayış: Friedkin Şeytan’ı Anlatıyor”) adlı belgesel yine tam sinefillere göre bana sorarsanız. Philippe Falardeau imzalı “My Salinger Year” (“Salinger Yılım”) münzevi yazar Salinger efsanesine yeni bir ışık tutarken; Meksikalı sinemacı Arturo Ripstein’ın siyah beyaz çektiği son filmi “El Diablo entre las Piernas” (“Bacaklarının Arasındaki Şeytan”) 70'lerindeki bir evli çiftin hayatlarına, arzularına izleyiciyi tanık eden cüretkar bir film. Kaçırmayın derim.


“My Salinger Year” (“Salinger Yılım”)