Sincan'da 1 saat baş başa
Sincan Cezaevi’nde Mustafa Balbay’la başbaşa bir saat.
Can Dündar/Cumhuriyet
Sonsuzmuşçasına uzayıp giden ayazlı Ankara bozkırını ansızın bölüveren çıplak beton duvarlar...
Duvar diplerinde yakınlarıyla görüş için bekleşen efkârlı insanlar...
Duvarlarla duaların buluşma yeri...
Duvardaki orman resimleri, ormana hasret mahkûmlara değil, dışarı bakıyor; ormanı görebilenlere...
Ağaçları boyayan yeşil, duvarın grisini kapatmaya yetmiyor.
30 yıllık yol
Yol boyu Balbay’la yol arkadaşlığımızı düşünüyorum.
Neredeyse aynı dönem başlamışız gazeteciliğe... Ben 1979’un sonunda, o 80’nin...
Başkent’in apoletlere büründüğü dönemi, ardından sivilleşmeyi izlemişiz mesleğin ilk basamaklarında; önce Konur Sokak’ta bürolarımız, nice sonra Karakusunlar’da evlerimiz komşu olmuş.
Çocuklarımız doğmuş peşpeşe; aynı parkta büyümüşler.
Gözümün önüne bir fotoğraf geliyor:
Bizim evde yılbaşı gecesi...
Zeybek çalıyor; Balbay’ın Egeli ruhu kabarıyor; karşı karşıya elleri tavana değdirip dizleri yere vuruyoruz.
Bir başka gün, bir Karadeniz sohbetinde, salonu dolduran okurlarla sohbet ediyoruz yanyana...
Bir geceyarısı, ekranda “Türkiye nereye gidiyor”u tartışıyoruz.
Sonra bir sabah, “Balbay’ın evindeler” haberiyle fırlıyorum evden...
Karşı kapıda o; yeni doğmuş bebeğinin koynundan koparılmış götürülüyor. Yanında iki siville kapıdan çıkarken, “Gocunacak bir şeyim yok” diyor, “Ne yaptığım, ne yazdığım ortada...”
Bir sonraki karşılaşmamız Silivri’de...
Ben tanığım, o sanık...
Odasında
Sincan’a ziyaretine gitmeden, Ankara bürosuna uğruyorum. Utku, odasının kapısını açıyor. Son çıktığı akşamki gibi kalmış her şey...
Zaman, orada durmuş.
Masasının başucunda evlilik resmi, çocukları...
Duvarda Nadir Nadi, İlhan Selçuk, Uğur Mumcu, Mustafa Kemal...
Ve birbiri üzerine yığılmış kitaplar, kitaplar, kitaplar...
Dağınık görünen bir derli topluluğu var.
Gece çalışırken bir bilgi gerektiğinde bürodaki nöbetçiyi ararmış:
“-Odaya gir, beni ara.”
“-Girdim abi.”
“-Şimdi masama otur. Fazla yerleşme ama...”
“-Oturdum abi.”
“-90 derece sağa dön. Orada bir yığın var. En üstten 4. kitabı çek.”
“-Çektim abi. İsmet Zeki Eyüboğlu’nun ’Anadolu Uygarlığı’ kitabı...
“-Hah tamam. Şimdi ikinci bölümden ilk paragrafı oku bana...”
Esirliği kabul etmeyenler
Türkiye’nin en büyük hapishanelerinden biri Sincan...
İnsanı, gözünden tanıyor.
Retina kaydı; her kapıyı açan bir kimlik kartı...
Girişte bir Atatürk büstü var. Altında şu yazıyor:
“Türk, esirlik kabul etmeyen bir millettir.”
Yazının yanından geçip içerdeki “esir Türkler”in yanına giriyorum.
Kulağımda Nazım’ın dizeleri:
“Mesele esir düşmekte değil; teslim olmamakta bütün mesele...”
Yerli Tom ile Jerry
Balbay, 1 No’lu L tipi hapishanede; F-6 koğuşunda tek kalıyor. Çünkü oradaki yegâne “terör tutuklusu”... Bildiğiniz “terörist” yani...
Görüş yeri geniş bir salon...
Bir köşeyi çocuklar için oyun parkı yapmışlar. Parkın duvarına, çizgi kahramanları boyamışlar. Küresel kahramanlar, “yerel dilde” konuşuyor:
Tom, “Yakaladım seni Jerry” diyor.
Jerry dudak büküyor:
“Biraz sıkar Tom.. Burası Sincan 1 no’lu...”
Hemen yanda sevimli hayalet Casper, kadrolu infaz memuru gibi konuşuyor:
“Bu açık görüş günleri, insanlar ne mutlu...”
Daktilo yasak
Balbay spor yapıyormuş. Beklerken görevlilerle sohbet ediyorum.
Mahkûmlar sığmıyormuş artık Sincan’a; ek binalar yapılıyormuş. “Suçlu” rekoru kıran Türkiye, koca bir mahpushaneye, dört tarafı tellerle çevrili, bir beton ülkesine dönüşüyor.
“-Niye bahçede hiç toprak yok?”
“-Tünel açıp kaçarlar diye...”
“-Niye saksıda çiçeğe izin yok?”
“-Uyuşturucu yetiştirirler diye...”
“-Mahpuslukta Nazım’ın, Ecevit’in bile daktilosu vardı, bugün niye izin yok?”
Cevap yok.
“Hoşgeldin komşu!”
Derken Balbay görünüyor kapıda...
Bir elinde sürahi dolusu çay, diğerinde cezaevi kantininden çikolatalı gofretlerle...
Kilo vermiş, moralli, enerjik, yüzünde aşina gülücükler, dilinde bildik kelime oyunları...
“Hoşgeldin komşu” diye bağırıyor, kapıdan girerken daha...
Aynı yollarda geçen 30 yılı, saniyelere sıkıştırır gibi sarılıyoruz.
Şimdi iki eski komşu değiliz:
Sincan’da terör tutuklusu bir mebus ile onun gazetesinde yeni yazmaya başlamış bir yazar...
“Kalemi bırakmayacağım”
Sürahiden çay doldururken, ilk golü atıyor:
“Koğuşta bir semaverim var; orada demliyorum. ’Sema-ver’, buharını semaya verip koğuşu ısıtıyor.”
“Cumhuriyet’e hoşgeldin” diyor sonra... Köşemin adına sataşıyor:
“Eskiden yarımadadaydın, ana karaya bağlıydın. Şimdi gerçekten ’Ada’dasın.”
ODTÜ ormanının nasıl talan edildiğini, mahalledeki ağaçların yerine nasıl asfalt döküldüğünü anlatıyorum, umut kırmamaya çalışarak...
Onunki kırılır gibi değil; tersine o konuştukça ben umutlanıyorum:
“Burada umutsuz yaşanmaz. Çıkacağız elbet... Ne zaman hangi konjonktürde olur, kestirmek zor. Hem yarın çıkabilecekmiş gibi, hem bu iş uzayacakmış gibi hazır olmak lazım. Ama burada çürümeyeceğim.
Kendime çok sık aşılamalar yapıyorum. Bir ahlata dönüştüğümde, içime bir elma ağacı aşılıyorum.
“Ama şu kesin:
Yargılamaların getirdiği travmayı zaman geçtikçe daha iyi hissedecek Türkiye...
Ahmet Kaya’ya yaptıklarını nasıl yıllar sonra bugün telafiye çalışıyorlarsa, bir dönem sonra da bugün yapılan büyük haksızlık fark edilecek. Ama bu dönemin telafisi çok daha zor olacak.
Toplum, yıkımın tam farkında değil; ayrıntıları bilmiyor. Davalar, dosyalar üst üste yığılıyor. Ama bir zaman sonra, bu defter açıldığında, ’O dönem neler oldu’ diye bakıldığında, bugün görüldüğünden çok daha ağır bir tablo çıkacak ortaya... O zaman insanlar, neler yaşandığını daha iyi anlayacak ve çok daha ağır şeyler söylenecek”.
“Gezi çocukları için yatılır”
“Mesleki yönden haksız bir suçlamaya muhatap oldum. Nasıl gazetecilik yaptığım ortada:
8 gezi kitabı yazdım.
5 kitabım belgelerle siyaseti, yolsuzlukları anlatır.
Hepsi gazeteci kimliğimle yazdığım kitaplardır.
Sadece önsözlerini okumak bile gazetecilik ahlakımı gösterir.
Ama geçmişte takılı değilim. Önümüzde bambaşka sorunlar var.
Artık kişiler bitti, gazetecilik, avukatlık gibi meslekler, hatta evinde öğrenciler tehdit altında... ’AB’ye gireceğiz’ dediler, öğrenci evlerine girdiler.
Özgürlüğü özlüyorum, burada hem kendimin, hem de mesleğimin özgürlüğünü savunuyorum.
Ne kendimi abartarak densizlik ederim, ne de boyun eğerim.
Bu koşullarda bile mücadelemi sürdürüyorum.
Bu duruma alışmamak lazım.
Katlanılamaz hale geldiğinde sabrediyorum, ama alışmak, asla...
Bizi insan yapan şey alışmamak.
’Gezi’, alışmamak demek...
“Sizin gibi düşünmüyoruz” demek...
’Bizim istediğimiz Türkiye bu değil’ demek...
Adaleti halkta aramak demek.
Pazara kadar değil
Gezi şaşırttı herkesi...
İçerde izlerken, bütün beklentim Pazartesi’ydi.
’Bu farklı bir dalga, ama acaba hafta sonuyla mı sınırlı? Pazar’a kadar mı? Pazartesi sürer mi? Peşini bırakırlar mı?’ diye biraz da endişeyle bekliyordum.
Pazartesi geldi. Devam ettiler.
’Mücadelemiz pazara kadar değil, mezara kadar’ dediler.
Bize umut veren bir ruh oluştu. Çözüm o ruhtadır.
Ve işte bu çocuklar için yatılır.
Yeter ki onlar itiraz etsin; Türkiye’nin kaderini devralsınlar.
Bir günü nasıl geçiyor?
Geniş bir koğuşta tek başına kalıyor Balbay...
7.30’da kalkıyor.
8’de infaz memurunun sabah sayımı var.
Diğer mahkûmlarla teması yok.
TV’de sabah haberlerini dinlerken, bir saat koşu yapıyor; kendi deyimiyle “2B”, yani beden ve beyin sağlığı için...
5x11 adım bir yerde koşuyor. Koşunca orası 4x8 adım oluyor.
Dakikada 170 adım atıyor.
İçeri girdiğinde (1710 gün önce yani) 105 kiloymuş. Şimdi 85...
“Nasıl oldu bu” diye soruyorum.
Gülümsüyor:
“Hani şu su katınca beyazlayan bir şey vardı; adını getiremedim.
O yok burada...
“Bol sebze meyve yiyorum; içimde bir otlak bir meyve bahçesi var. Mevsimlerin değişimini meyvelerden anlıyorum burada...
“-Sofraları özlüyorsundur.”
“-Sofrayı değil de sofra sohbetlerini özlüyorum.”
Gazeteciliğinin 33. yılı
Geç kahvaltı yapıyor. Böylece öğünü ikiye indiriyor.
Saat 11’e doğru gazeteler geliyor.
Günde 19 gazete, dışardaki dünyayı içeri taşıyor. 2 saat onları okuyor. Sonra mektuplarını cevaplıyor. 180 bini aşkın takipçisi olan Twitter hesabından iletilmek üzre mesaj yazıyor. Gazete yazısını kaleme alıyor.
“Gün kavramı yok burada... Haftalık yaşanıyor. “ Günceli yakalamak zor... Yazıları birkaç gün sonrasını tahmin ederek yazıyor, açığa düşmemeye çalışıyor.
Yazarken yine bazı kitaplara danışmaya ihtiyaç oluyor elbet... Ancak artık gece nöbetçisini arayamıyor. En büyük yardımcısı, hafızası...
Dün, (11 Kasım), mesleğe başlamasının 33. yıldönümüydü. 33 yıldır işliyor kalemi...
Ziyaretçisi çok. Hele Ankara’ya geldiğinden beri daha da çok...
Geçen gün 5 ziyaretçi peşpeşe gelmiş. 8 saat görüşteymiş.
Akşamları daha rahat çalışıyor.
Haberleri izledikten sonra televizyonu kapatıyor.
“Takılacak bir dizi bulamadım” diyor; bir ara “Keşanlı Ali"ye sardırmış, ama yürümemiş.
“Sol elim, zavallı elim”
Okuma-yazma genellikle gece başlıyor.
Haftada ortalama 500 sayfa okuyormuş.
Firdevsi’nin “Şahname”sinden çok etkiilenmiş. Bir de Niyazi Berkes’in “Türkiye’de Çağdaşlaşma"sından...
Daktilo-bilgisayar yok. Elle yaza yaza cezaeviyle ilgili 8 kitap çıkarmış.
Günde ortalama 10 sayfa yazıyor. İyi çalışırsa 40 sayfa...
En zoru, el yorgunluğu...
Sağ eli yorulduğunda onu uyutup sol elle yazıyormuş.
“Yaz bakiym” diyorum. Yazmayı yeni öğrenmiş bir çocuk yazısıyla not düşüyor defterime... Daktilodan korkan bir devletin ayıbını belgelercesine...
Hayal et, hayalet olma
Yeni yazdığı kitabı soruyorum. Birden büyük coşkuyla anlatmaya başlıyor. O beton bloklar arasından havalanıp gezdiği 80 ülkenin semalarında uçuşa geçiyor; Rusya’dan Semerkant’a, oradan Kenya’ya konuyor.
“Bu kez, kendi içimde bir arkeolojik kazıya çıkıyorum” diyor:
“Siyasete bulaşmış gazeteci Mustafa Balbay’ı yazıyorum. Yaşadıklarımdan, gezdiklerimden, okuduklarımdan damıttıklarımla bir Türkiye hayali kuruyorum ’Bir başka Türkiye mümkün... Hayal et, yoksa hayalet olursun’ diyorum. “
Sadece makale değil, oyunlar da yazıyor Balbay... Son yazdığı “Yargıtatör”ü Rutkay Aziz, yakında sahnelemeye hazırlanıyor.
Ya siyaset?
“Ankara temsilcileri hep siyasetten geçmiştir. Benim hayalim edebiyattı. ’Siyasetten geçmem’ diyordum. Büyük konuşmuşum.
Nietzsche, ‘Kaderini seveceksin’ diyor ya, ne kadar acı olsa da seviyorum. Ama kaderci değilim. Durumumu en iyi şekilde değerlendirmeye, kalemi elden bırakmadan siyasetin hakkını vermeye çalışıyorum. Haddimi biliyorum, ama bu topluma söylenecek sözlerim olduğunu da biliyorum. Bu ülkenin geleceğinde olacağıma inanıyorum.”
Çıkınca ilk iş...
“Özgürleştiğinde ilk ne yapacaksın?”
“Önce eve gidip teslim olacağım.
Sonra gazeteye...
Sonra CHP’ye...
Sonra da topluma teslim olacağım.
4 tutuklama bekliyor beni...
Üretmeyi seven bir insan, Cumhuriyet’in bir işçisi oldum hep...
Şimdi de siyasetin işçisi olacağım.”
“Anne benim hızla büyümem lazım”
Üzücü olan şu:
Babası içeri alındığında Deniz 8,5 aylıktı; şimdi 6 yaşında...
Biz komşuları, onun büyüyüşüne, yürüyüşüne, küçük arabasına binişine tanıklık ettik; Balbay uzaktan izledi.
Şimdi Deniz, olup biteni anlayacak yaşa geldi.
Ama daha biz anlayamazken, o nasıl anlasın?
Şimdi yakına geldi ya, “Baba Ankara’ya geldin, eve niye gelmiyorsun” diye soruyormuş.
“Sen büyüyünce geleceğim” oğlum cevabını alınca da evde annesini sıkıştırıyormuş:
“Anne benim hızla büyümem lazım.”
“Sen bana öl diyorsun”
Kızı Yağmur, bu yaz, bir süre Londra’ya kursa gitti; eski okulunda yaşadıklarının üzüntüsünden uzaklaştı biraz; iklimi değişti.
Ya Gülşah?
“Gülşah çok sağlam durdu” diyor Balbay:
“Haftada bir görüşme hakkımız var. Silivri’de iken her hafta geldi.
Bir seferinde çok kar yağıp yollar kapandığında ’Bu hafta gelme’ diyecek oldum, ’Sen bana “Öl” diyorsun’ diye cevap verdi. Oradayken 7 saatte geliyorlardı, çok şükür ki Sincan’da yol, 20 dakikaya indi.”
Son görüşte Deniz, “Baba sen yakışıklısın, ama ben daha yakışıklıyım” diye hava atmış. Sonra da, “Bir dahaki sefere dozerle gelip burayı yıkacağım” demiş.
Çocuk aklı işte...
Hepimizin aklındakini tercüme etmiş.