Sıkı bir ‘artiz milleti’ yergisi

4 Oscar ödülünün dumanları tüten ‘Birdman’ taze taze gösterimde.

Sungu Çapan/Cumhuriyet

6 gün önce açıklanan Oscar’lardan, en iyi film, yönetmen, özgün senaryo ve görüntü ödülleriyle dönen “Birdman or The Unexpected Virtue of Ignorance-Birdman ya da Cehaletin Umulmayan Erdemi”nin bir zamanlar çok ünlü ve tanınmışken gitgide unutulmuş ve sönmüş bir Hollywood yıldızının acıklı hikayesi gibi çok bildik bir konusu var.

Ama yönetmen koltuğundaki isim, 15 yıl kadar önce bizde “Paramparça Aşklar, Köpekler” adıyla gösterilmiş, o unutulmaz ilk filmi “Amores Perros”uyla çokça hayranlığımızı kazanmış ve Hollywood’un çekim alanına girmiş, 1963 Mexico City doğumlu Meksikalı senarist, yapımcı, yönetmen Alejandro Gonzalez Inarritu olunca o beylik ‘Broadway’de dikiş tutturmaya çalışan, düşmüş Hollywood starı’ hikayesi çeşitlemesi kuşkusuz daha ilginçleşiyor.

2002’de çeşitli yönetmenlerin 11 eylül terörüne kendi açılarından baktığı bölümlerinden oluşan “11 09 01”de bir skeç yönettikten sonra, yine “Amores Perros”daki gibi senarist Guillermo Arriaga’yla işbirliği yaparak Sean Penn, Naomi Watts, Benicio Del Toro gibi ‘şöhret’lerle, İngilizce çektiği, ikinci filmi “21 Gram”ı (2003) izleyen, 3 kıtada geçen, Cate Blanchett, Brad Pitt, Gael Garcia Barnel’in rol aldığı “Babel” (2006) ve benzersiz oyuncu Javier Bardem’i yönettiği “Biutiful”, Inarritu’nun sinema dünyasındaki uluslararası ününü perçinleyen, epeyce ses getiren, yoğun, dinamik, çarpıcı filmlerdi.

Farklı kahramanların birbiriyle kesişen hikayelerini, uzun planlar halinde, melodramımsı ama etkileyici, sarmal bir anlatımla aktaran o kendine özgü Inarritu tarzı, çok geçmeden Hollywood sinemasını da derinlemesine etkiledi Milenyum yıllarında.

Guillermo Del Toro, Alfonso Cuaron ve Tarantino ekürisine dahil olan Roberto Rodriguez, vb. gibi yakın dönemde, Hollywood’a latin duyarlığı ve coşkusuyla taze bir kan sağlayan göçmen sinemacılar grubundan Inarritu’nun beşinci uzun metrajı “Birdman”, Broadway’de hem oynayıp hem de sahneye koyacağı, bir Raymond Carver hikayesinden uyarlanmış bir oyunla yeni bir çıkış ve ikinci bahar arayışındaki eski bir unutulmuş şöhret olan Riggan’ın (Michael Keaton) yaşlanmış yüzünü yavru domuz spermleriyle gerdirmek istediği bir sahneyle başlıyor.

Birlikte oynamaktan pek hazzetmediği oyuncu Ralph’dan bir kaza (!) sonucu kurtulup yapımcısı Jake’le (Zach Galifianakis) oyuncu arkadaşı Lesley’nin (Naomi Watts) de salık verdiği, ağzı çok laf yapan, aşırı benmerkezci, gösterişçi ama geleceği parlak, yetenekli aktör, hatta solaryum yatak isteğini bile kabul ettiği, sahnedeyken Lesley’le gerçekten sevişmeye kalkışan, aşırı gerçekçi Mike’a (Ryan Gosling kompleksine tutulmuş Ed Norton yine çok iyi her zamanki gibi) baş rolü veren Riggan’ın, asistanlığını yapan ancak yıllardır iyi bir baba olamadığı, kuşak çatışması yaşadığı, ot içmesine de kızdığı kızı Sam (Emma Stone) ve ayrıldığı eski karısıyla (Amy Ryan) başı hep beladadır.

İçindeki ‘öteki ben’in vicdan sesiyle sürekli konuşup dertleşen, depresyona bir girip bir çıkan, 20 yıl geride kalmış o parlak ün ve başarı yıllarının gölgesindeki acınılası Riggan, lisedeyken izlediği bir müsameredeki oyunculuğunu överek mesleğe bulaşmasına sebeb olmuş yazar Raymond Carver’in “What we talk about when we talk about love” adlı bir hikayesinden sahneye uyarladığı bir oyunla yeniden ‘yırtmak’ derdindedir Broadway’de.

Ama yapımcı Jake’i mest eden, kalabalık öngösterimler süresince upuzun seyirci kuyruklarının ilgisiyle karşılansa da o harika bir Ray Carver metnini çocuksu bir oyuna dönüştürmekten pek öteye gidememiştir ‘Hollywood zavallısı, meczupumsu, deforme’kahramanımız sonuçta.

1980’lerde oynadığı, gişesi parlak Batman filmleriyle popüler bir Hollywood ünlüsü olagelmiş Michael Keaton’ın gerçek hayatına hoş bir gönderme niteliğindeki, hayali süper kahraman Birdman rolünden kurtulup saygın bir Broadway yönetmeni olabilme mücadelesine odaklandığımız “Birdman”, yer yer sinema ve şöhret dünyasının ve şu egosu şişik ‘artiz-rejisör milleti’nin harika ve eğlendirici bir yergisine dönüşmüş.

Sonuçta (içindeki Kuşadam’ın dediği gibi) tüm hayatını bol para-ün kazanmak, yüklü banka hesabı açmak ve nam salmak için harcayan, beyaz slip donuyla sokaklarda çıplak koşuşturmasıyla internette olay haline gelip ülke gündemine girerek yerçekimine bile karşı koyan, İkarus gibi gökte uçan kahramanımızın, karısı, kızı ve yeni burnuyla (!) mutlu bir aile üçgeni oluşturduğu, biraz uzatılmış, alkışlar içindeki abartılı bir finale varan “Birdman”, sıkıcı bir şekilde felsefe paralayan, sanat filmlerinden kaçıp genelde kana ve aksiyona bayılan ortalama seyircinin pek de yeğleyip hoşlanacağı türden değil.

Baştan seyirciyi biraz zorlayan ama sonunadek azalmayan bir ilgiyle seyredilen, narsist artist milletinin hastalıklı yanlarına değinen, etkileyici, uzun plan sekanslara dayanan anlatımına birtakım gerçeküstücü numaralarla hız ve tempo kazandıran filmin başarısına, kameraman Emmanuel Lubezki de katkıda bulunuyor nefis görüntüleriyle.

Mike’ın tanıdığı olup Riggan’a senden ve temsil ettiğin tüm değerlerden nefret ediyorum, oyununu da yazacağım eleştiriyle yerin dibine sokacağım diyen, kaleminden kan damlayan kadın eleştirmenle (Lindsay Duncan) kahramanımızın didiştiği sahne gibi iz bırakan, Flaubert’den Barthes’a, Oprah’dan aynı günde ölen Michael Jackson’la Farah Fawcett’e kadar kimi güncel göndermelere ve iç-dış hesaplaşmalara da yer veren bu yeni Inarritu filmi, o alışılmış, muhafazakar Akademi kriterlerine pek uymasa da 4 Oscar’la taçlandırılmış olarak gösterime giriyor bugün ve kuşkusuz görülmeyi hak ediyor sonuçta.