‘Şiir devrim yapmaz ama değiştirir!’

“Ömrümün özeti” sözleriyle nitelediği Karanfil Fırtınası (İmgenin Çocukları Yayınevi) seçkisini, şiirin değiştireceğine inancıyla, farklı bir yel estirmesi, çoraklaştığımız şu günlerde yaşamı, doğayı ve aşkı anımsatması, gittikçe kısırlaşan günlerin renklenmesi umuduyla buluşturduğunu ifade ediyor, şiirde yarım yüzyılı geride bırakan şair Arife Kalender.

Gamze Akdemir / Cumhuriyet Kitap Eki

Fotoğraflar: KAAN SAĞANAK

“Ömrümün özeti” sözleriyle nitelediği Karanfil Fırtınası (İmgenin Çocukları Yayınevi) seçkisini, şiirin değiştireceğine inancıyla, farklı bir yel estirmesi, çoraklaştığımız şu günlerde yaşamı, doğayı ve aşkı anımsatması, gittikçe kısırlaşan günlerin renklenmesi umuduyla buluşturduğunu ifade ediyor, şiirde yarım yüzyılı geride bırakan şair Arife Kalender.

Seçkide dergilerde, kitaplarda ilgi görmüş kimi şiirlerini temsilen seçkiye aldığını ve toplu şiirlerinden seçim yaparken bugünden geriye doğru gitmeyi yeğlediğini belirtiyor.

Lise yıllarında yazdığı şiirlerden bugünlere yarım yüzyıla varan şiir veriminin tüm aşamalarıyla izlenebilir olmasını amaçladığını vurguluyor.

Yaşamının evrelerini imlemesi bakımından şiirlerini ‘Mor, Kırmızı, Pembe’ isimli bölümlere ayırıyor Arife Kalender. Seçkiye şiir aldığı kitapları ise şöyle sıralanıyor: “Yeni dosyadan şiirler, Bir Uzun Gökyüzü, Yağmur Sandım Kendimi, Acı Yeşil, Gece Islıkları, Suçlu Fırtınalar, Dil Altı, Deli Bal, Kadın Burcu, Kırmızı Firari, Gül Küstü, Suskun Resimler Durağı, Göçebe Sevinçler, Maviler de Eskidi, Kitaplaşmamış ilk şiirler”…

“bir leylâydım, bin ademden/ nice mecnun yarattım/ ecel bendim, iksir bendim, huri ben/ merak arkadaşım, ateş ruhuma belâ/ göze candım, köre mâna/ gizlendiğim tenhalarım buldular/ asi hayvanlarım evcil odalarda/ tufanlarımdan habersiz uyudular

söktüm mührü kapıdan/ güle kar’ı sordum, mevsime yalan/ zakkumdan öz topladım/ süt içtim sütleğen damarından/ şaşkın gezdim, can kanattım sabaha/ çekildi sis, hükümsüzdür fermanlar (…)”

Deli Bal

ZORLU BİR SEÇİM!

- On altı kitabınızdan oluşan Karanfil Fırtınası’ndaki şiirlerinizde seçimi neye göre yaptınız?

Sevgili Gamze, incelediğim kitaplarda şairlerin ilk şiirlerinden sona doğru seçim yaptıklarını gördüm ve ben de tersini yapmak istedim. Son dosyamdaki şiirlerden başlayarak 1967 yılında Malatya Turan Emeksiz Lisesi’nde yazdığım ‘Anılar’ şiirine doğru yolculuk yaptım.

‘Karanfil Fırtınası’nda tüm şiir serüvenimden örnekler olsa da yayın koşulları nedeniyle ‘Yedi İklim Dört Mevsim-Türkiye Destanı’ kitabımdan bölümler alamadım.

İnsanın kendi şiirlerinden seçme yapması çok zor. Çünkü her şiirin bir yazılım öyküsü, yaşam alanı var. Karacaoğlan’ın dediği gibi ‘Hangisinden yad eyleyim gönlümü’…

Şiirleri, bendeki yazılım öyküleri ve yayınlandıkları yıllarda aldığım eleştirilere göre seçtim.

SÖZCÜK VE İMGELERLE DOLU ELLİ YIL!

- Karanfil Fırtınası ömrünüzün nasıl bir özeti? Ve Mor, Kırmızı, Pembe başlıklı bölümler yaşamınızda nelere karşılık geliyor?

Ortaokuldan bu yana şiir yazıyorum. Malatya’da ortaokul 2.sınıfta yazdığım ve şehir gazetesi olan ‘Düşlem’de yayımlanan ‘Kış geldi’ başlıklı şiirimin Cumhuriyet Savcılığınca ‘Komünizm propagandası yapıyor’ savıyla kovuşturulması ve sonra da aklanmasıyla şiire daha farklı açıdan bakmaya başladım.

‘Karanfil Fırtınası’na o dönemlerden de 2021 de yazdığım şiirlerden de örnekler aldım. Geriye dönüp baktığımda 12-13 yaşından bu yana şiir yazan, düşünen, araştıran biri olduğumu sevinerek görüyorum. Yani elli yıldan fazla süredir sözcük ve imgelerle yatıp kalkmışım.

Bunca yıldır yayınlattığım ya da yazdığım şiirlerden seçki yaparken şiir anlayışımı, yaşantımın derin izlerini, bu ülkede yaşanan ve bireyi etkileyen her olguyu bir bakıma sergilemiş oldum.

‘ŞİİRİMİZDE HAYATIMIN İZLERİNİ SÜRDÜM’

Son şiirlerimden ilk şiirlerime doğru yaptığım yolculukta, genel olarak şiirimizin geçirdiği evreler de sezinleniyor. İlk yazdıklarıma doğru seçim yaparken bir yandan da hayatımın izlerini sürmüş oldum.

‘Bir kayısı ağacında sallanır çocukluğum’ diyen ilk gençlik yaşlarıma kadar gittim.

Kitabı şiirlerimdeki biçem ve tema değişimlerini, yaşamın evrelerini simgelemesi açısından mor, kırmızı, pembe olarak üçe ayırdım. Mor bugünkü olgunluk dönemimi, kırmızı; gençlik, kavga, umut, aşk dönemlerimi, pembe ise ilk gençlik yıllarımı gösteriyor bana göre.

‘KADIN VE ANALIK TEMALARI ANA İZLEĞİM’

- Şiirin yakın tarihiyle olduğu kadar uzak tarihiyle de ilgili bir şairsiniz. Özellikle doğa, tüm erdemleri ve sorunlarıyla kadın, aşk ve tanrı temalı şiirlerinizde gerek halk şiiri gerek antik dönem şiirlerinden kadim esintiler taşıyor dizeleriniz. Bu bağlama yakınlığınızdan ve incelemelerinizden bahseder misiniz?

Evet. Şiirlerimde doğa görüntüsü çoğu kez arka fonu oluştururken, bazen de ağacı, kuşu, toprağı, rüzgârı insanla özdeşleştirdim, yaşamın her yönüyle bir bütünlük içinde yürüdüğünü duyumsatmaya çalıştım.

Dağlarca’nın ‘İnsan ağaçlarımız’ ifadesinden hareketle insanoğlunun köklerine inmek, bir mağara resmini, kil tableti, çığlığı, ağıdı bulmak istedim. Sonuçta zaman da yalnızca bizlere ait değil, doğa da…

Her şey bir döngü içinde birbirine dönüşerek devinip duruyor. Hayatımızın içinde binlerce hayat, kanımızın içinde binlerce kan dolaşıyor.

Doğurganlık kavramı her dönemde önde. Bu nedenle kadın ve analık teması tüm koşullarıyla şiirlerimin temel izleğini oluşturdu. Kadının dinlerle (Tanrıyla) ilişkisi yeni değil ki…

Tek tanrılı dinlerin ortaya çıkmasıyla ilk sopayı tanrılardan yiyen kadın; doğurduklarını doyurup korumak için yine de ilk fırsatta, gücünün tükendiği yerde Tanrılara sığındı.

Tıpkı babaların ilahlaştırılması, onları temsilen kocaların gücü elinde bulundurması, oğulların öğretilmiş yönelişlerle analar üzerinde baskı kurması gibi…

Kadının sevdiği tüm erkekler tarih boyu biraz da onun prangası olmuş… ‘Uykuda Sevilen Oğlanlar’ şiirimde dediğim gibi ‘ayıp, yasak, günah’…

Bu olgu bugün esnemiş görünse de erkek baskısı tüm hızıyla sürüyor. Taciz, tecavüz ve öldürme çok daha boyutlu ve barbarlaşarak sürüyor…

‘TOPLUMSAL ÇELİŞKİLERİ FARK ETTİĞİMDE ŞİİRLE TANIŞTIM!’

Doğduğum yer Arguvan-Ermişli’de sözün-sazın güzelliği ile büyüdüm. Doğanın güzel ve zalım oluşunu da orda yaşadım.

Dağlar arasından akan sellerin gümbürtüsünü, ekin tarlalarının yeşil denizlerini, buğday başaklarını aydınlatan ay ışığını, uzaktan gelen kaval sesini, karın tipiye dönüşerek can aldığını, keklik avını, yılan ışıltısını da orda…

Kar kapılarımızı dam boyu örttüğünde tanrı çok yükseklerde, devlet uzaklarda olurdu…Bir tek masallar ve devleri yenen kahramanlar kalırdı umut diye tutunduğumuz. Türküler, deyişler, masallar…

Şiirle insan çıkmazlarını fark ettiğimde tanıştım. Doğanın sunduğu muhteşem zenginlik ve renkler ortasında yoksulluk niye ki?

Sora sora buldum. Bulduklarıma şiirden yuva kurdum…

- Biraz daha açar mısınız o tavrı, arayışı?

Şiirlerimin her zaman bir derdi, şikâyeti, özlemi, isyanı oldu. Birçok kez söylediğim gibi sözcüklerle bağırdım, çığlık attım, kavgaya girdim…Sanatın da bilimin de sorularla yürüdüğüne inanırım. Bugüne değin yazdıklarımda ‘neyi, niçin, nasıl’ yazıyorum soruları yol gösterici oldu Şiirde mırıltılardan, puslu ve karmaşık söylemlerden yana olmadığım gibi; kuru, sığ söylemleri de yeğlemedim. İmgelerim hep bir gerçeğe bağlı olarak yola çıktı. Bir söyleşide: “Pencereden yola bakarcasına şiiri görebilmeliyim” demiştim. Sayfalar dolusu uzun bölümlü, uzun dizeli şiirler de yazmadım. Doksanlarda çıkan ilk kitaplarımda imge ağırlıktaydı, ama ‘Delibal’ kitabımla yeni bir döneme girdiğimi sanıyorum. Şair incelemelerim ve Almanca şiir çevirilerim bana çok şey kattı. Çocukluğumdan taşıdığım geniş halk kültürü, felsefesi, doğa görüntüleri, insan çıkmazları şiirimi renklendirdi. Bugüne değin hiç yazılmamış ya da fazla işlenmemiş temalar ilgimi çektiği için; ‘Kadın Burcu’ kitabımda kadının bedensel (kürtaj, doğum, bekaret, tecavüz, düşük, gebelik…) konularını şiirleştirmeye çalıştım. En son nesneler (Yatak, palto, perde, masa, ayakkabı…) ve nesneleri yapan elleri (Marangoz, terzi, mezarcı, duvarcı, bahçıvan, kuaför…) ‘Bir Uzun Gökyüzü’ adlı kitabımda şiire taşıdım.

‘DOĞA VE GÖRSELLİK ESİN KAYNAKLARIM’

- Doğayla yoğun bir imgesellikle hatta resim sanatına kimi hayli yaklaşarak kurduğunuz bağ size nasıl yazdırıyor?

Esinlerimi çoğunun doğadan geldiğini söylemem yanlış olmaz. Doğadan hareketle tüm görsel sanatlar beni etkiler. Resim sergileri, fotoğraflar, film sahneleri…

“Kırmızı Firari” şiirimi bir Kızılderili filmini izlerken yazmıştım örneğin. Anna Karanina filmi aynı adla şiir yazdırdı.

Evet Gamze, şiirlerim resim sanatına çok yakın. ‘Bir devenin yanımdan geçişini kim gördü/tuz yüklü, çıngırak yüklü/ alır geri verir/ geri verir alır hörgücünü/ sen Fırat’a düşen deve gölgesini gördün mü” dediğim, ilk kitabım ‘Maviler de Eskidi’ de yer alan ‘Fırat’ şiirimdeki bu görsellik de Osman Şahin öykülerinden…

Disiplinler arası bağ da bu olsa gerek. Ayrıca renkleri de imge olarak sık kullandım. Karanfil Fırtınası’daki Mor, kırmızı, pembe bölümleri de renklerin şiirimdeki yansımasıdır bir bakıma…

‘ŞİİR, YAZANI DA, OKUYANI DA DEĞİŞTİRİR!’

- Şiirin değiştireceğine ilişkin inancınızı açar mısınız?

Şiir hem yazanı hem de okuyanı değiştirir. Dünyadaki önemli devrimlere baktığımızda devrimi hazırlayan nedenlerden birinin de edebiyat, şiir olduğu görülür.

Ülkemizde de Mustafa Kemal Atatürk’ün özgürlük düşüncesini Tevfik Fikret’ten, Namık Kemal ve Yahya Kemal’den aldığı bilinmektedir.

Şiir, insana en hızlı ulaşan, duygu ve düşünce değişimi yaratan yazı alanıdır. Nâzım’ın ülkemizdeki sosyalist anlayışta etkisi nasıl inkâr edilebilir?

Alanlarda, meydanlarda yıllarca şiirler okunmadı mı? Şiirin toplumsal harekete ivme kazandırması bir yana, okurda da nicel değişiklikler yoluyla kimlik değişimine yol açar.

Şairde yıldan yıla derinleşme, incelme ve her konuda fazla duyarlığa neden olur. Bu nedenle de içinde yaşadığı ortama sığmaz, yaşamsal beklentisi daha farklı olur.

Bir söyleşide dediğim gibi şiir devrim yapmaz. Ufak ufak duygu ve düşünce değişimleriyle nitel dönüşüm yaratır, mevcut olana muhalif, başka sosyo-ekonomik sistemler arattırır. Bu nedenle siyasi yönetimler şiirden korkar, çoğunlukla şairi cezalandırır.

- Zaman zaman dergimizde de Çağdaş Türk Şiirinden İmgeler başlığı altında kaleme aldığınız incelemelerinize atfen sorarsam; insan doğasını açımlayan Türk Şiiri’nin izini salt duyusal değil figüratif denilebilecek bir yapıda da sürüyorsunuz. Şiirimizin geleneğinde dikkat çeken, öne çıkan, vazgeçilmezi duygulara ilişkin vargılarınız nelerdir?

Gerek şair incelemelerimde gerek ise ‘Şiirimizde İmgeler’ araştırmalarımda şunu gördüm: Şiir insan yüreğinde, beyninde bir kımıldama yaratmıyorsa, bizi alıp başka bir dünyaya, duygu alanına çekmiyorsa harcanan emekler biraz da boşunadır.

Bugün hâlâ Nâzım’ın, A.Arif’in, O.Rifat, M.C.Anday, O.Veli’nin, C.Süreya’nın, E.Cansever’in, T.Uyar’ın şiirleri sevilerek okunuyorsa, son dönemlerde çıkan şiir kitapları raflarda bekliyorsa; imgenin yanlış anlaşılmasını ve anlamsızlığın anlam yerine kullanılmasını tartışmak gerekir.

Şiir ülke ve dünya insanı için yazılır. İnsana varamayan, kendi sesinde boğulan şiirler sözcük israfından öteye gitmez. Araştırmalarımda bu ayrımı sık gördüm.

Ayrıca imge ve simgelerin zapt ettiği şiirlerin çeviri açısından da büyük zorluk taşıdığını çevirilerimden biliyorum. Şiir yaşamı göstermedikçe, imgenin bir ucu gerçeğe bağlanmadıkça uçucu olur, beyinlerde yer etmez bence.

Sözcük seçimi ve zenginliği de şiiri etkileyen unsurlardan biri. Yaşam değişirken dil de değişiyor. Bu nedenle Dağlarca ilk yazdığı şiirlerindeki sözcükleri yenileriyle değiştirmişti. Kullanılan dilin yeni olması genç kuşaklara daha çabuk ulaşmasını sağlar.

Bana göre şiirde anlam direkt olarak verilmese de sezinlenebilir, duyulabilir, görülebilir olmalı. Bugüne değin sevdiğimiz şairlerde bu özelliğin varlığına tanık oldum, kendi şiirimi de bu doğrultuda yazmaya çalıştım.

‘ŞİİRİMİZ HÂLÂ ARAYIŞ İÇİNDE’

- Çağdaş Türk Şiiri’nin bugününü değerlendirir misiniz?

Bana göre şiirimiz hâlâ arayış içinde. Çağdaş şiirimizin tarihi çok yeni. Aslında tarihsel olarak bir inceleme yapıldığında şiirimizin iki koldan yönlendirildiği görülecektir.

Halk ve Divan şiirimizin genellikle Fars ve Arap şiirinden; çağdaş şiirimizin ise Fransız, Rus, İngiliz şiirinden etkilendiğini, hatta örneklendiğini söylemek yanlış olmaz sanırım. Ulusal şiirimizde bunların hâlâ geniş etkileri var.

Şiir akımlarını batıdan alırken, şiirde düşünce, duygu, inanç, aşk öğelerini ise Fars ve Arap şiirinden almışız çoğunlukla. 1950 sonrası daha çok gelişen ulusal şiirimizde bunların izini bulmak mümkün.

Kültürümüz elli sonrasında, askeri darbelerin yasak ve baskılarıyla zincirleme ve doğal gelişimini tamamlayamadı.1. ve 2. Yeni şairleri birbirlerine yakın dursalar da yetmişlerin şiirine bağlanamadı.

Askeri darbeler nedeniyle seksen ve doksanlarda çoğunlukla omurgasız, mırıltılı şiirler yazılmaya başlandı. Bireysel hezeyanlar, hastalıklar çoğunlukla ayrıksılık adına göründü.

2000’den sonra bu durum biraz değişerek söylemler netleşmeye başladı, yaşam şiire yansıdı. Kimlik ve bireysel özellikler daha özgürce yazılmaya başladı. Özellikle şair kadınlar daha özgün ürün vermeye çalıştılar.

Bugün genç şairler çeviriler, dergiler, poetik çalışmalar yoluyla şiire daha geniş pencere aralıyorlar. Çoğunlukta olmasa bile daha donanımlı, özgün ve özgür şiirler okuyabiliyoruz.

Tüm bunlara karşın, okur dünyasındaki sosyo-ekonomik, kültürel değişim, hızlı iletişim çağı şiiri geri plana itti. Nitelikli ürünler tanıtılamaz, okura ulaşamaz oldu. Kısaca ülkemizin yaşadığı sallantılı ve kaos dönemleri şiirde de aynı açmaz ve çıkmazları yarattı diyebilirim.

‘ŞİİRİM İSYANKÂR, DİKBAŞLI, KAHIRLI!’

- Memleketim manzaralarının, değişen, hastalıklı çağımızın dalgalanmalarının toplumsal şiirinizdeki yansıları en önce neler olsa gerektir?”

E.Cansever’in dediği gibi ‘Gülmek, bir ülke gülüyorsa gülebilmektir’… Şiirimizin çok hüzünlü, yer yer umutsuz olduğunu söyleyebilirim. Çünkü şair de bu toplumun bireyi. Yaşananlardan en önce onun etkilenmesi kaçınılmaz.

Benim şiirim isyankâr, dik başlı ve kahırlı bir şiir. Zaman zaman güleryüzlü, keyifli şiirler yazmak istedim, aydınlık günlerde aşk içinde yaşayan mutlu insanlar, şiddet bilmeyen çocuklar, katliam tanımayan kadınlar, savaşsız ülkeler, göçmenlerin boğulmadığı denizler yazmak istedim…

İçimin hüznü sözcükleri boğuyordu, hissettim. Dünya paldır küldür öyle hızla karanlıklara doğru savruluyordu ki, yok olan doğa, içine kıran ve dert giren insanlık, tüketilen tanrı, içi boşaltılan aşk, her şeyi alıp satan para, salyalı emperyalizmin giderek kuduzlaşması yine de yazdıklarımı gölgeliyor, gülüşünü siliyordu.

Çocukluğumda doğurmak istemediği çocuğu düşürmeye çalışırken ölen birçok kadın tanıdım. Karlı yollarda sedyelerle taşınır sonra da ölüm haberleri gelirdi. Namus uğruna öldürülen gelinler, sevdiğine verilmediği için intihar eden kızlar…Yani kadın dramlarının her hali gözlerimin önünde.

Yoksulluğun getirdiği çıkmazları, insanın insana yabancılaşmasını, gurbeti ve türküleri de çok erken öğrendim. Göç ve gurbet ezberimdir. Yönetenlerin bizleri renklere, tanrılara, cinslere göre bölmeleri, oyunlarla çıngar çıkartmaları da…

Yeşillenip solan, ölüp dirilen doğa ortasında birer ot, böcek gibi yaşayan bizlerin her türden aşkları, düşleri, ekmek ve emekleri, zalımın zulmü karşısında kıyımları şiirlerimin ana temaları olmuştur.

İlkokul mezunu merhum babam Sadık Kalender’in bir gün bana dediği gibi: “Şiir çevresindeki her nesneyi, rengi, şekli yansıtacak kadar şeffaf; hem de bir su damlası kadar küçük ve öz olmalı.”

- Duygudan duyguya göçen ve/veya kimi sürgün yürek içleri kadar, dertleri, düşleriyle ev içleri ve aileler de dizelerinizde yer buluyor. Yakın planları ne denli seven ve esinleyen bir şairdir Arife Kalender?

Yaptığım incelemelerde, şiirde ayrıntıların gerçeklik ve içtenlik duygusunu güçlendirdiğini fark ettim. Çoğu şiirler ‘çok şey söylüyorum’ savında olsa da okunduğu anda uçup gidiyor.

Şiir zaten bir soyutlama durumu olduğuna göre, onun yüzünde doğadan, evlerden, insan ilişkilerinden, sokaktan, kentten bir şey görülüp sezinlenmediğinde daha da silikleşiyor, sözcükler etkisini yitiriyor.

Örneğin fırtına geçirmiş bir bahçenin savrulmuş, kırık dökük görseli neler çağrıştırmaz ya da pencere demirleri arasında açmış bir gül nereye götürmez ki?

Kurguda yer yer görseli öne çekmeyi ve okuru oraya götürmeyi seviyorum. Çünkü içerik, ayrıntıların toplamıyla yürüyor ve şiirin yolculuğunda renkli duraklar oluşturuyor bana göre.

- Ya seçme şiirinizde sıklıkla karşılık bulan İstanbul için neler söylersiniz?

İstanbul benim batılı kimliğim. Bir söyleşide ‘Şiirlerimi doğuyla batı arasındaki köprünün üzerinden yazdım. Kimi zaman doğuya kimi zaman batıya yolladım’ demiştim.

Doğduğum kent Malatya’da çocuk ve genç Arife vardı. Anılara yolculuk yaptığımda hep o kıvırcık saçlı, esmer kızı anlattım.

Kayısı bahçelerinde, karın örterek gizlediği köy evinde, masallar ülkesinde…İstanbul devler ülkesi, tuzak ve tuz… Kadınlığım, analığım, öğretmenliğim, aşçılığım… Bulup yitirdiğim, değişip değiştirdiğim, yetişip unuttuğum, olgunlaşıp düştüğüm, akıp durulduğum kent.

Birçok Arife’nin sokaklarda kendisini aradığı yer İstanbul.17 yaşımdan bu yana İstanbul’da yaşamış olsam da kimliğimizi biçimleyen ve hazinemiz olan çocukluğuma sık uğrarım. Dağı da bilirim denizi de köyü de bildim kenti de…

Aslında kırsal kökenli olmam doğayı öğrenmemi, sevmemi, ilgimi pekiştirdi. İnsan ve inanç ilgileri kadar toprağın soluk alışını, mevsimlerin geliş gidişlerini, tüm canlıların yakın akrabalığını doğduğum yer Arguvan-Ermişli’de öğrendim. Şiirim için bu durum zenginlik kaynağıdır.

- “adı hüzün değil, isyan değil ahhhh!” diye başlayan “Ahların Şiiri”nize atfen sorarsam akıp giden zamanı sorgulayan ve zamanın/zamanların şeytanlarla hesaplaşan dizeler şairin duvarları yıkan direncine nasıl bir anayurt ve/veya merkez nokta sağlıyor?

‘Zaman’ şiirimde önemli bir yer tutar. Kullandığım her nesne kadar, yaşadığım her saat de benim için önemli. Yaşama olan tutkum direncimi artırıyor. Giden ve geri gelmeyecek olan her şey hüznümdür. Ayrıntıları gösterme isteğim de belki onları yaşatmak için…

Elma ağacının çiçeğine bakarken gözlerimin dolduğunu bilirim. Her canlıya hayranlığım var. Bir karınca katarını saatlerce izleyebilirim.

Öte yandan doğanın yok edilişi, ülkedeki sorunlar, kültür erimesi, insan soğuması, dil ve düşünce kirliliği gibi barbarlıklar da yürek ağrımı azdırıyor. ‘Yaşamak bu kadar güzelken’ onun sömürgenlerce çar çur edilmesi, yara alması isyanımı tetikliyor.

- Tezgâhta neler var diye sorarak bitirelim söyleşimizi?

Sevgili Gamze tezgâh her zaman dolu… Cumhuriyet’te yayımlanan ‘Şiirimizde imgeler’ kitabını hazırladım. ‘Mehmethan Mağarada’ adlı çocuk öyküsü bekliyor, yeni şiir dosyam düzeltide. Yani sözcük peşinde koşmaya devam…