Şiddet ve Silah...

cumhuriyet.com.tr

Türkiye Cumhuriyeti ile sağlanan iç barışın “Büyük Ortadoğu Projesi” içinde iç ve dış kışkırtıcıların güdümünde nasıl yitirilmeye çalışıldığını düşünürken umutlarım bir kez daha dumura uğradı. Yaşadıklarımın, öğrendiklerimin ve tanık olduklarımın bana seslendiği çağrılar sıfırlanıverdi; geleceğim kararıverdi bir kez daha.

Bir süre tutuklu kalan ya da kalmakta devam eden rektör, subay, öğretim üyesi, gazeteci ve sivil toplum örgütlerine mensup kişileri “darbe planları” ile sanık sandalyesine oturtan bir davanın etrafında dolandırılan toprağa gömülmüş, denize atılmış bazı silahlar, patlayıcı maddeler değildir dile getirmek istediklerim. Ne de Mardin’in bir köyünde 4 Mayıs’ta 44 kişinin katledilmesine yol açan silahların tüten dumanları, yasadışı örgütlerle dolaşan canalıcılar. Toprağın üstünde gezinen, sayılarının milyonlara ulaştığı ifade edilen ve cana kıymanın türlü ve sükseli yollarını gösteren bireysel silahlanmadan bahsedeceğim. Gece-gündüz, sokakta, düğünde, okulda, futbol maçı sonrasında tetiğine basılması ya da kılıfından çıkarılması neredeyse olağan sayılan, başıboşluğun ürkütücü örneklerini veren “cici” tabancalardan, daha güçlü silahlardan, kesicilerden ve delicilerden söz edeceğim. Günü boş geçirmeden patlayan, yaralayan ve öldüren dehşetengiz aletlerden.

Medyanın ettikleri

Bir futbol maçı bitmişti; Türk ulusal takımı Hırvatları yenerek Avrupa şampiyonasında yarıfinale yükselmenin sevincini ve çılgınlığını yaşamak üzereydi; maçı anlatan spiker besbelli ki tedirgindi olabileceklerden. “Ne olur silah sıkmayın” türünden uyarılarda bulunmuştu. Haklıydı; ne var ki gelenek sürecek, kimileri bu sevinçten ve çılgınlıktan payını alacaktı. Ertesi günkü görüntülü medya Türkiye çapında 27 kişinin yaralandığını bildirecek, balkonlarında oturan aile bireylerinin üstüne kurşunların yağdığını not edecek, bazı çekimlerle yansıtılan manzaralarda makineli tüfeklerin havayı nasıl dövdüğünü kayıt altına alacaktı. ABD ordusunun Bağdat üzerine ateş yağdırdığı günlerin titreşimleri ya da canlı bombaların yarattığı fırtına İstanbul semalarında korku salacak, yaralayacak, öldürecekti.

TV kanallarından, hatta yazılı medyadan, masumane uyarılar ve galibiyet kutlamalarını silaha sarılmadan yerine getirmelerini öneren köşe yazıları ve seslenişler, yıllardır şişirilen programlarla, ateş saçan dizi ve filmlerle, bilgisayarların aşılamasıyla, seçim meydanlarında oy uğruna -hatta günlük konuşmalarda- yapılan çirkin atışmalarla barut fıçısı durumuna getirdiği güruhun hızını durdurabilir miydi? Futbolu afyon yerine kullanarak yaratmak istedikleri hava bozulmamalıydı ne de olsa! Medya da bu işi iyi beceriyordu. Futbol maçlarında Viyana kuşatılmalıydı, fethedilmeliydi. Nilgün Cerrahoğlu’nun duyarlılığıyla (Cumhuriyet, 23 Haziran 2008) söylemem gerekirse, “yapılan tüm maçlara bitmek tükenmek bilmeyen bir fetih psikolojisi ve retoriğiyle” gitmek engellenmemeliydi! Az yazmamıştı Zeynep Oral, önde gelen bir İstanbul kulübünün stadyum duvarında “Seni sevmeyen ölsün” türünden bir fermanı kaldırtmak için.

Hükümetin sorumluluğu!

Kendi zamanlarında çığ gibi büyüyen, çok büyük bir kısmı ruhsatsız gezinen ve sayıları -Umut Vakfı’nın bir süre önce belirlediği verilerine göre- 10 (on) milyon’a dayanan (günümüzde belki çok daha fazla!) silah sahiplerinin çoğuna vız gelip tırıs giden uyarılara, hükümet yetkililerinin eklediği “masumane” laflara ne söylenebilirdi!

Sanki kabine üyelerine “Bakanlar Kurulu Hatırası” olarak silah dağıtan kişi o hükümet mensubu değildi. Sanki TBMM spor oyunlarında tabanca atışları düzenleyen ve iyi atanların lüks tabancayla ödüllendirildiği milletvekilleri o Meclis’ten değildi. Sanki Meclis Başkanı’nın “Meclis’e tabancayla gelmeyin” tavsiyeleri o Meclis üyelerini hiç ilgilendirmemişti. Sanki bazı yerlerde ortaya çıkan ve “ergenekon” namıyla duyulan davayla ilişkilendirilmeye çalışılan silahlarla ilgili demeç veren Adalet ve Kalkınma Partisi Başkanvekili’nin “Silah her zaman tehlikeli bir şeydir. Tek bir silah bile çok büyük sorunlara yol açabiliyor” türündeki sözleri saltanattaki hükümete ait değildi.

Toplumsal belleğimizin tepeden tırnağa “nisyan ile malûl” olduğu kanıtlanıvermişti birdenbire; unutuluvermişti medyanın ve hükümetin ettikleri!

Yasa teklifi verildi; komisyonlarda yapılan değişikliklerle geçti; TBMM’de kırpılmış haliyle biraz mesafe kat etti. Ancak bu tür göstermelik değişikliklerle nereye varabileceğimiz, medyanın bu müthiş tehdit karşısında ne tür bir tepki göstereceği ve toplumun davranışlarının nasıl olacağı sorusu beynimdeki yerini hiç kaybetmedi; böyle tedavisi zor bir yaraya nasıl merhem olunacağı yolundaki bilmece içimi kemirdi durdu. Silahların bu denli çok patladığı geri kalmış ülkelere benzetilme endişem, Osmanlı İmparatorluğu’nda yaşanan silahlanma yarışını hatırlattı bana; köylünün ne yapıp edip silahlanma gereksinimi duyduğu, güvensizliğin ve açlığın sürüklediği korkunç yılları düşündürdü.

Yaşamla alay eden çocuk

Türkiye Cumhuriyeti ile sağlanan iç barışın “Büyük Ortadoğu Projesi” içinde iç ve dış kışkırtıcıların güdümünde nasıl yitirilmeye çalışıldığını düşünürken umutlarım bir kez daha dumura uğradı. Yaşadıklarımın, öğrendiklerimin ve tanık olduklarımın bana seslendiği çağrılar sıfırlanıverdi; geleceğim kararıverdi bir kez daha. Öğrendiğim/bildiğim tarih sürecinin tersine döndüğünü hissettim. Bu tersine gidişe, kendini silah gösterisiyle kanıtlamak isteyen bir toplumun nasıl korkutucu boyutlara getirilebileceğine basın ve yayın organlarında tanık oldum. Sokakların bu denli ürkütücü olabileceğini hayal dahi edemez iken o güzelim ülkemde “muasır medeniyet” hedeflerini altüst edenlerin nerelere varmak istediklerini düşündükçe yüreğim parçalandı. Genç kuşağın nasıl bir çıkmaza girebileceğini istemeyerek göz önüne getirdim. Çok değerli dostum Eray Canberk’in sadece birkaç dizesini sunduğum o pek anlamlı şiirini yeniden okudum, uygarlığın bize ulaştırdığı son görüntüyü üzüntüyle seyrettim; kendilerince “olur”u alınmış ve “isteyerek” işlenen cinayetler için toprak üstünde dolaşan milyonlarca silahın ürpertisini duyarken, güya yerin ve denizin dibine saklanmış aygıtlar suç unsuru olarak aranırken:

Genç çocukları ölüme özendiren

Hinoğlu hin bir düzen

yaşlı ve fettan düşünce

hayatta kalmasını beceren

cinneti fiyaka edinmişlerdir

keskin ve olumsuz zekâlarından

icazeten

ey yaşamla alay eden çocuk

onları kazandırdın ölmekle

-taammüden-

 

Salih Özbaran Emekli Tarih Profesörü