Şiddet hastalığı bizi öldürecek
Cumhuriyet’e konuşan Fransız filozof Balibar, şiddetin henüz aşısının bulunmadığını söyledi.
Evrim Altuğ/CumhuriyetFransız felsefeci Louis Althusser’in öğrencisi, 1942 doğumlu filozof Etienne Balibar ile, ‘şiddet’in her türlüsünün ‘medenilik’ adına gündemden düşmediği şu zaman diliminde, kitabına da esin kaynağı olmuş bu iki kavram ve çağrışımlarını yakın zaman önce konuşma fırsatı bulmuştuk. İletişim, Birikim, Kesit, Otonom, İthaki, Aralık ve Metis Yayınları’nca pek çok kitabı Türkçeleştirilen Balibar’la yaptığımız bu söyleşiyi, dün Şanlıurfa’nın Suruç ilçesinde birçok masum insanın canına kasteden son şiddet eyleminin ardından, okurlarımızla paylaşıyoruz.
Evrim Altuğ: Kitabınız ‘Şiddet ve Medenilik’teki saptamaya göre şiddetin gerek hukuk, gerekse toplum ve medyada geri dönüştürülemez bir etkisi var. Şiddet, eğer bulaşıcı bir hastalıksa, buna karşı nasıl direnebiliriz?
Etienne Balibar: Hayır, keşke şiddetin bir aşısı olabilseydi. Şiddet kapsamlı bir kelime ve her şiddet durumu bir diğeriyle kıyaslanamaz. Tarihsel, politik ve milletlerarası ölçüde bazı toplumlar diğerlerinden daha çok şiddet kullanmış olabiliyor. Benim felsefi olarak fikrim o ki, hiçbir toplumun şiddete karşı bağışıklığı bulunmuyor. Bazen daha az görünür olsa da, şiddet yine de mevcut. Bu nedenle şiddeti bir hastalık olarak tanımlamak sorunlu olabilir. Bunu edebi bir referansla söylemem gerekirse, şiddet öyle bir hastalık ki, onun yüzünden hepimiz öleceğiz.
Demokrasiyi yeniden nasıl oluşturacağız?
Daha pragmatik bir boyutta ise, uç şiddetin karşısında bizler, yurttaşlar olarak ne yapıyoruz? Şiddetin hayatı imkânsız kıldığı zamanlarda bizler ne yapıyoruz? Yine, yurttaşın şiddet gösteren bir hükümet karşısında ne tür imkânlara sahip olduğunu sormak durumundayız. Bunun bir ilacı varsa, o da demokrasi olabilir. O zaman soru şurada oluşuyor: Demokrasiyi, onu reddeden sistemler içinde tekrar yeniden nasıl oluşturacağız? Bu, henüz çözüme ulaşmış bir tartışma değil.
Türkiye, diktatoryal bir rejimden farklı bir rejime geçmiş olmakla birlikte, yine de tüm problemlerini çözebilmiş bir ülke değil. Bu, çözülebilir bir problem ama bazı zorlukları da var. İlk olarak, insanların büyük bölümü elbette şiddetin son bulmasını ister. Ama şiddetten kurtulmanın daha büyük sorunlar çıkaracağına inanan toplumlar da var. Aynı zamanda ikinci bir zorluk, gücü temsil eden devlete karşı ters bir güç oluşturmak ki buradan da sivil savaşlar ve benzeri durumlar çıkabilir. Bunun örneğini çok trajik biçimde Suriye’de görebiliyoruz.
Devlet güç kullanımında aşırıya meyilli
- Bu yönüyle devletlerin kendi güvenliğini veya kamu güvenliğini ileri sürerek kendi yurttaşlarına uyguladığı şiddeti nasıl meşru görebiliriz?
E.B. - Sorunuzu tersten alırsam, meşruluk meselesi, politik olarak çok da karmaşık bir mesele. Biliyoruz ki bugün, devlet çatışmalar karşısında tarafsız değil. Genelde bazı grupların çıkarlarını diğerlerine tercih ediyor. Her zaman olmasa bile baskın sınıfın çıkarlarını koruyabiliyor.
Diğer yandan, devletin gücü kullanma tekeli, yasal bir denetime de tabi kılınmıyor ve devlette bu gücün kullanımında aşırıya kaçma eğilimi görülüyor. Buradaki konuşmamda da bahsettiğim gibi, soru açıktır: “Devlet, yasal iktidar hakkının dışında aşırı güç kullanma yolunu seçmektedir?”
Max Weber’in söylediği gibi, güç kullanımı, şeytani bir durum yaratıyor. Bu elbette alegorik bir söylem ama bunda haklılık payı da yok değil, her gün de bunu yaşantımızda görüyoruz. Devlet, sanki toplumdaki var olan şiddeti alıyor, ama onu sıfırlamak yerine, yeniden toplum üzerinde yeniden uyguluyor.
Devlet, sizin de sorunuzda belirttiğiniz gibi gerekli; ama tehlikeli. Bu arada şunu da söylemem gerek, ben anarşist değilim ve devletten vazgeçilebileceğine inanmıyorum. Ben, devlet olmadan bugünkü olayların daha iyiye gideceğine inanmıyorum ama devletin çok sıkı biçimde, yurttaşları tarafından denetlenmesi gerektiğine inanıyorum.
İktidara karşı en iyi cevap, mizah
- Şiddetin medeniyet düzeyini aklımıza getirince, mizahın şiddetli gücünü akla getirmeden yapamıyoruz. Bush’a fırlatılan ayakkabı, liderlerin kafasında kırılan yumurtalar, hükümet binaları önüne yığılan gübreler, müzeleri basan çoban ve koyunları ya da Wall Street’i işgal girişimleri... Ve elbette Gezi’deki mizah seviyesi... Yorumunuz?
E.B.: İsyankârların, devrimcilerin, ayaklananların taşıdığı medeni mizah duygusu çok hoşuma gidiyor. Mizah, iktidara karşı her zaman çok sembolik ve güçlü bir silahtı.
Siz Gezi’yi örneklediniz. Biliyoruz ki başka örnekler de var. Ayaklananların mizah içinde düşünebilmeleri çok önemli, çünkü mizah, direnenlerin kendi davalarında da belli bir mesafeyi taşıyıp koruyabilmelerini sağlayabilir. İstanbul’daki “Şiddet ve Medenilik” toplantısında bir sunum vardı. Tahrir Meydanı buluşmaları üzerine olan bu sunumda Wall Street’e de değinilerek şunun altı çizildi: Bu bir araya gelmeler, en azından başlangıcında barışçıl ayaklanma halleriydi ve güçleri de bu barışçıl tavırlarından ileri geliyordu. Bu meydan toplanmalarında, birbiriyle alakası olmayan gençler, kadınlar, eşcinseller, Müslümanlar, Hıristiyanlar, çocuklar vb. bir araya geldiler ve birlikte hareket ederek bir topluluk yarattılar. Gelecekte oluşacak bir topluluk değildi bu. Şu anda, mevcut olan bir topluluktu. Büyük bir eşitlik ideali etrafında, farklılıkları ortadan kaldırmayacak bir durum için şimdiden bir aradaydılar. Bunun yapılabilirliğini gösterdiler.
Yine, sizin mizah duygusu konunuza dönersem, ben de ironik bir insan olarak tarif ediyorum kendimi ve olaylara biraz hinlikle, kötü tarafından bakarım. Örneğin Wall Street’i işgal eylemlerinde sıkça kullanılan bir slogan, “Biz yüzde 99’uz” idi. ABD toplumunda Wall Street fikrini, aslında yüzde birden çok daha az bir kesim oluşturuyor ki, belki de diğer kesim bu yüzden yüzde 99 olduklarına inanmak istiyordu. Bunu söylemek biraz ironik gelebilir ama, onların hayalde yaşadıklarını da gösteriyordu. Burada bir düzeltme yapmak isterim, işte mizah, tam da bu güçten geliyor. Belki de onlar, olmak istediklerini mizahla ifade ettiler.