Sevdalınız komünisttir
Hainliğiyle anılan bir yurtseverin, sevdalı bir bulutun, buruk öyküsü...
Enver AyseverNÂZIM HİKMET MERHABA...
‘Yaşamımızdan şiiri çaldılar’ diye yazmıştım bir zaman. İrkilten ifade olsun istemiştim. Şiirsiz yaşam olmaz, dileseler de başaramazlar şairin bıraktığı izi. Herkes konuşur, işte eğer o dil incelikli, özenli ve kişiyi doğru aktaracak güce sahipse şairlerden gelir çokça bu. Nâzım Hikmet düşünmemize, duymamıza, söylememize en büyük katkıyı yapan şairdir. Demek ki, Nâzım olmazsa sevdamız, kavgamız eksik kalır. Dile gelmeyen düşünce, anlatılamayan öykü ne işe yarar?
“Her şair, kişi ona gereksinim duyduğunda çıkar karşısına” diye yazmıştım ayrıca. Nâzım farklı dönemlerde, biçimlerde çıkar karşımıza. İlk gençlikte bıraktığı iz başkadır, yaş alıp bilgelik peşine düşünce başka! Ben, bende olan “Nâzım Hikmet”i yazdım “Tepeden Tırnağa İsyan Nâzım Hikmet” kitabımda. Bu dizi onun kısaltılmışı değildir, aynı izlekten süzülen kısa bir masaldır diyeyim.
Ne güzel sözcüktür “merhaba”, en güzeli de seslenmektir şaire: “Nâzım Hikmet Merhaba!”
Kimi zaman aşktan kimi zaman kederden başını döndüren bu dünyaya veda edişinin 56. yıl dönümünde, “Mavi gözlü dev”e bir kez daha merhaba...
Sevdalınız komünisttir
1- Bir vatan haininin öyküsüdür bu. İstanbullu bir hain, şiire tutkun, yaşamdan alacaklı; sevdayı en güzel, en ince dile getiren, hasreti en derinden, en kederli hisseden bir hain. Kimdir bu hain? Soylu bir ailenin konforlu dünyasını elinin tersiyle itmiş, mavi bulutlara özgür bakmak için, yıllar yılı demir parmaklıkların tutsaklığına sığınmış bir hain.
Hainliği bir tercih
Garip bir memleket bizimki, bir gün el üstünde tutarlarken seni, olmadık bir anda alaşağı ederler de şaşmaz, şaşamazsın. Sevdalı bir bulutun öyküsüdür bu, şair doğmuş, tüm yaşamını şairce yaşamış bir hain! Buruk bir öyküdür bu, içinde özlem vardır, yosun kokulu kıyılara duyulan özlem, sonra eksik kalmış bir yaşamın solmaya yüz tutmuş izi, boynu bükük bir söz, bir türlü son dizesi yazılamamış şiir...
Hainliğiyle anılan bir yurtseverin öyküsüdür bu. Hainliği bir kader değildir elbet, tercihtir; bu memlekette, ne vakit ayaklar altına alınırsın, ne vakit baş tacı olursun bilinmez...
2- İstanbul konaklarının birinde Mevlevi Dede, etrafında can kulağıyla onu dinleyen müritler, bir tören var sanki, kenardan onları gözleyen genç bir çocuk... Dede ve torun arasında bin yıl sürecek sevgi ve kavga o gün başlar. Şiire meraklı Dede’ye, “Osmanlıca bir dil değildir” diyecektir genç şair... İlk şiirini dedesini taklit ederek yazar, müritler şaşırır önce, oysa o şair genç, ömrü boyunca putları tek tek yıkmak için mücadele verecektir. Ne bu inanış biçimine, ne bu teslimiyete boyun eğer...
Türkçe âşığı
Yıllar geçince şöyle der bize Nâzım Hikmet: “Bir marangoz tahtayı rendeyi nasıl severse, bir çiftçi toprağı tohumu nasıl severse, ben öyle severim Türkçeyi.” Gün gelip soyu sopu merak konusu olur şairin. Polonya’dan, Almanya’dan gelen köküne aldırmaz Nâzım: “Soy sop işlerinde yokum ben” der, o “komünist”tir. Dahası soyadı almaya bile üşenir. Biliriz ki onun soyu Türkçedir, soyadı da oradan gelir!
3- Şair... Dizelerini kurmaya başlar. Sarı bir defter... Şairin dostu ve suç ortağı... Sesi bulmadan dize olmaz hiçbir söz. Her sayfa tek bir dize için... Ne eksik, ne fazla... Konağın bahçesinde şair adımları ve mırıldandığı sözler yan yana, kol kola akar. Sesi duymadan, müziğini işitmeden güvenmez sözüne şair. Yine bir gün yüksek sesle tekrarlarken dizeleri, hasta bir meczup gibi dolanırken bahçede, konu komşu telaşa kapılıyor aniden... “Vah yazık, iyi saatte olsunlar geldi” diye haber ederler evdekilere... Oysa şiir yazmakta Nâzım. Sarı defterin ikinci sayfasında başka dize, bir diğerinde başka dize... Hep başa döner, sesine bakar, ne eksik olacaktır söz ne fazla... Şiir tastamam olmadan yürek ağrısı dinmez. Nâzım Hikmet, Ethem Efendi Caddesi’nde düşünceli, bir dizenin ardına düşmüş görünür bir vakit. Dalları elleridir ağaçların ve belki bir ceviz ağacı ilk kez o gün gönlüne, aklına düşer Nâzım’ın...
4- Vapurlar... Boğazın gelinlik kızları... Boğazın sularında salınarak süzülürken ne de güzel görünürler. Nâzım’ın “Hasret” şiirinde İstanbul, vapurlar, peşlerinde martılar bir düş gibi beliriverir. Ancak yıl henüz 1920’dir ve bahriyeli Nâzım ile arkadaşları, güverteden acıyla bakmaktadır İstanbul’a. Gençler esir düşmüş kentin acısını yüreklerinde hissetmektedirler; kimileriyse sorumsuz, eğlence gecelerinde gönlünü eylemektedir.
Anadolu günleri
Artık yolculuk zamanı gelmiştir. Veda vaktidir İstanbul’a. Nâzım Anadolu’nun çığlığını işitmiş, kanayan yüreğinde duymuştur çağrıyı... Işıklar içinde yaşlı, gerçeği gölgelenmiş acılarla kıvranan, sanrılı bir kadın yüzü gibi bakar İstanbul Nâzım’a, Nâzım İstanbul’a... Olan bitenden habersiz, bencil, gamsız, umarsız, sahte gecelerin tutsağı insanlara veda vaktidir. Biriktirdiği şiirlerini koyar cebine şair. Ya bir daha hiç çıkmayacaktır onlar gün yüzüne ya değişip Anadolu olacaktır... Memlekete yolculuktur bu çıkılan; çorak, çaresiz, inim inim inleyen Anadolu toprağına atılan ilk adımdır bu. Vâ Nu ve Nâzım. İki yoldaş, uslarında acı çığlıklı vapurlar, yoldadır artık...
5- Yüzler... Hayatında ilk kez bir insanın yüzüne bakıyor gibi, uzunca bakar Nâzım Anadolu yüzlerine... Eller... Yaralı, çıbanlı, nasır tutmuş... Kalpler gibi... Terk edilmiş, yazgısına bırakılmış Anadolu... İlk kez insanlarıyla karşılaşır şair... Gördüğü manzara karşısında içli bir ezgiye döner şiiri. Her yüzü, her çizgiyi, kazır belleğine... İnsan yüzleridir bunlar, her bir çehre farklıdır, her bir göz başka bakmaktadır. Kimi az sonra suç işleyecek, ihanet edecek, hançer saplayacaktır kardeşine. Kimi tecavüze uğrayacak, ırgat olup alınıp satılacaktır... Kiminin sofrada yeri bile yoktur da, kimi sırasını bekler iki lokma için. Ellerinde kutsal kitap tutan ama hiçbir vakit tanrıyı yanında bulamayan insanların kanlı öyküsüdür okuduğu... Nakış olur işler sayfasına şiirlerini...
Yeni bir Nâzım’a doğru
Karanlığın elleri öyle güçlü sıkmıştır boğazını Anadolu’nun. Hainliği ele almış, Kuvayı Milliye askerlerine söven imamlar tanır Nâzım, gericinin bayraktarı, sömürünün cisimleşmiş hali kaymakamlar, valiler görür Nâzım... O gün boyun eğmeyeceğine bir kez daha yemin eder içinden... Soğuk duvarlar arasında bir gece, dostu Vâlâ Nurettin’le birlikte fısıldarlar ilk devrim şiirini... “Eğer bu yobazlar yurtseverse, eğer bu alçaklar vatanseverse, ben hainlik yolundayım” der. Soğuk gecede üstüne bir hırka olur hüznü... Acıdan dokunmuş, insanların yanaklarından akan yaşlarla bezenmiş bir hırka...
6- Cehaletin elinde inim inim inleyen halk, bazen bir akrep gibi döner ve kendini sokar. Söz yetmez millete bazı, duymaz çünkü. Sövsen anlamaz, kula kulluk etmeye inanmıştır bir kez. Kimi zaman o halkın eşsiz hoşgörüsü ve şefkatli elleri olduğuna inanır şair, kimi zamansa en zalimden daha zalim olacağına tanık olur bu muhtaç, bu yoksul insanların. Kuvvacılara katılmak için sabırsızlıkla beklerken tanır Spartakistler’i Nâzım. Başka bir dünyadan söz açılınca derinden etkilenir şair. Bir başka sözdür işittiği... Yüreğinde duyar eşitliği, adalet sözünü, beynine kazır, öfkesine yedirir ve artık yolu devrim yolunda olmaktır; gericiliğe eyvallah etmek mümkün değildir şair için. Bir Nâzım doğar kara yazgılı Anadolu’da. Gericiliğin kalesinde, sabırsız, kafese sıkışmış bir kaplan gibi saldırmaya hazır ve gergin bekler.
Kısacık görüşme
Ankara’ya vardığında tek arzusu dostu Vâlâ ile birlikte bir an önce cepheye gitmektir. Göğüs göğüse dövüşmek, düşmanı yurttan kovmak ister iki genç adam. Bir süre bekletilirler, ardından Mustafa Kemal’le buluşacakları gün gelir çatar. Karşısında gençleri gören Paşa memnundur. Okumuştur gençlerin şiirlerini, der ki: “Hep böyle gayeli şiirler yazın” Kısacık sürer yazık ki konuşma, savaş ortamı daha fazlasına izin vermez.
Hep gayelidir şiiri Nâzım’ın. Paşa bunu görmüştür zaten. Tarih acımasızdır bir yandan. Yıllar geçecek, Nâzım zindanda çürütülürken Paşa’ya bir mektup yazacaktır. Cumhuriyete, Mustafa Kemal’in eserine en çok sahip çıkan olduğunu ansıtacak ve adaletsizliğin son bulmasını isteyecektir. Hasta yatağındaki Mustafa Kemal’e muhtemelen o mektup verilmemiştir.
7- Cepheye gidemez gençler, canları sıkılır. “Öğretmenlik de kavgada görevdir” denir, Bolu’ya gönderilirler. Çevre yadırgar iki şairi, hele de Nâzım’ı! Kalpaklı, sarı saçlı, renkli gözlü aykırı adamı bir tülü sindiremezler içlerine. Gericilik azgın haldedir. Görev gereği kaymakam efendinin evine çağrıldıklarında, bir derttir alır yoldaş Vâlâ Nurettin’i. “Aman bir sorun çıkarma Nâzım, öldürürler bizi” der. Nasıl geçecektir o akşam sofrası...
Rüzgâra karşı tek başına
Kaymakam kibirli, kaymakam şımarık, kaymakam sarayın dalkavuğu olmuş, nutuk atmaktadır gençlere... Susmaz, susamaz Nâzım. Eğer ses etmese, kendinden vazgeçecektir; eğer isyanı söylemese, yazgısı kara, geleceği çalınmış halkına bir hançer de o vuracaktır. Haykırır Nâzım... Susmaz kaymakam beyin karşısında ve o gün Bolu sokaklarında sadece Nâzım’ın ayak sesleri işitilir. Vâlâ Nurettin şöyle der: “Nâzım Hikmet o gün akıntıya karşı tek başına kürek çeken, rüzgâra karşı tek başına yürüyendi. Tevfik Fikret’in öz evladı o gün Nâzım Hikmet’ti!”
8- Moskova... Gurbet desen değil Nâzım için, belki bir komşu evi, dinmeyen bir hasretliğin sığınağı Moskova... Dağlar, dereler, yamaçlar, toz toprak yollar aşılarak, zor lodoslardan geçip, yoldaş Mustafa Suphi’nin izini sürerek vardığı devrimin şehri... Mayakovski’nin özgürlük çığlığı işitiliyor caddelerde. Tiyatrolar dolup taşıyor şenlikli. Çara vurulmuş sert tokadı halkın. Aklında yazgısı kara, acısı derin Anadolu var Nâzım’ın... Yeni bir şiirdir beliren dilinde. Yalın, sade, incelikli... Üniversitede okurken türlü insanlar tanır ve sevdayı elbet. Düşüncesi biçimlenir, yaşam boyu uğruna mücadele vereceği komünizmi öğrenir, içselleştirir; devrimin görkemini, güzelliği tanır. Başka biridir artık Hikmet. Sevdalınız komünisttir!
YARIN: ŞAİR BABANIN YÜREK SANCISI