Sekiz saniyede seni seviyorum

'Her yöne sınırsız' kampanyası Silivri'de farklı. Her yöne 10 dakika, üstelik haftada bir....

Fırat Kozok/Cumhuriyet

5 Mart 2009 Perşembe sabahı... 06.00’da çalan kapı zili hepimize ne hissettirirse Balbay da onu hissetmiş ilk an. İlk şaşkınlıktan sonra ilk sorusu gelir Balbay’ın “Bu bir gözaltı mı?” “Hayır” diyen polis ekler, “Sizi alıp Emniyet’e götüreceğiz. Oradan İstanbul’da ek ifadeniz alınacak.”

Önce 9. 5 aylık oğlu Deniz’in ense kokusunu ciğerlerine doldurur. Yağmur’un ise okul saati geldiğinden ona seslenir. Sımsıkı sarılıp, öper ve “İstanbul’a gidiyorum, döneceğim” der sadece. Eşine sıkıca sarılır ama yorum yapmadan polislerle birlikte evden ayrılır. Bu ayrılışla başlayacaktır beş yıllık savaşım. 
Adli Tıp’ta sağlık kontrolünü yapan doktor Fuat Bey, “Sabah radyoda yorumunuz yoktu. Demek ki buymuş” der tanıdık bir sesle. Araçtaki polisler de “Sabah radyo konuşmalarınızın sıkı takipçisiyiz” deyince; Balbay’da takılır, “Her anlamda sıkı takip ettiğinizin farkındayım” der gülerek. 
 
‘ADALETİN PENÇESİNİ YEDİM’ 
 
Peki sabahın kör vakti, apar topar gözaltına alınan, İstanbul’a götürüleceğini öğrenen ama ne zaman geri döneceği konusunda hiçbir fikri olmayan bir insanın ilk endişesi... İlk korkusu ne olur? Balbay’ın kendisinden dinleyelim:
“Tabi öncelikle bu soruşturmanın son derece çetrefilli ve ucu açık olduğunu tahmin ediyorduk ama, önce ne kadar sürer, görmeye çalıştık. En büyük sorun belirsizlikti. Beni endişelendiren ‘Eyvah, bu süreç uzayabilir ve çocukları okutamayacağız’ düşüncesi oldu. Ama ne kadar uzayacağı konusunda kimsenin fikri yoktu. Türkiye’de ‘Adaletin pençesi’ diye bir söz vardır; gerçekten bir pençe hissettim... Bir de ‘seni mahkemelerde sürüm sürüm süründüreceğim’, ‘yüzün mahkeme duvarı gibi’ laflarının çok sıradan olmadıklarını net bir şekilde gördüm.”
 
‘GÜNAYDIN SEVGİLİM’ YERİNE ‘ALLAH KURTARSIN’
 
Peki ya bir insanın yalnızca 24 saat sonra kasvetli mi kasvetli, demir ve betonların arasında o soğuk cezaevinde uyanması... Eşinden işiteceği “Günaydın sevgilim”in yerini, bir gardiyanın ağız alışkanlığıyla “Allah kurtarsın” dileğinin alması... Balbay’ın da ilk yadırgadığı bu olur zaten:
“Cezaevinde en kritik an, sabah güne başladığın andır. Normal yaşamda ‘yeni bir gün başlıyor’ diye başlarsınız güne. Cezaevinde ise ‘Hapiste bir gün daha bitecek’ diye... O güne başlama anının hüznü geçince düzeliyordu işler. Cezaevinde herkesi sayıyorlar. Günde iki defa... Sabah 8, akşam 8. Yadırgadığım bir diğer şey ise, ‘sabah sayımı için sayım düzeni alınız. Allah kurtarsın’ lafıydı... Yani artık sizi kurtaracak kimse yok.”
Sabahın 08.00’inde sayıldınız... Yargılama başlamamış ve önünüzde kocaman bir gün var. Nasıl geçer saatler? Balbay’ın kritik cümlesi “Zamanın seni kullanmasına engel olup, senin onu kullanman lazım” oluyor. Zamanı nasıl yönettiğini şöyle açıklıyor:
“Sayımdan sonra yargılamalar olmadığı dönem, bütün zaman senin elinde, avuçlarında. Avuçlarındaki zamanı ne yapacağını bilmiyorsun. Burada bütün mesele işte o zamanın seni kullanmasına engel olup senin onu kullanman. Eğer güne belli bir disiplinle başlamışsan kendine olan saygın da artıyor. Ama bu yoksa gerçekten insan kendisini zamanı göstermeyen bir saat gibi hissediyor. Ben günde en az 4 saatimi okumaya, 2 saatimi gazete okumaya, 1 saatimi spora ayırıyordum, akşamları da 2-3 saat televizyon izliyordum. Eğer avukat görüşü olursa ya da ziyaretçi görüşü olursa ayrıca onunla görüşüyordum.”
 
Balbay’ı ziyaretlerimizde kendisinden duyduğumuz bir söz vardı “Bir açık görüş, yarım tahliye demektir.” Bu kez “açıkhavada” görüşürken o günlerin hissiyatını belki daha net anlatıyor Balbay: 
“1 saat çok hızlı geçiyordu. O an ‘süre doldu’ diyen gardiyan, benim için anlatılması zor biri haline geliyordu.”
 
8 SANİYEDE ‘SENİ SEVİYORUM’ DEMEK
 
Bir de telefon görüşmeleri var... Telefon şirketleri reklamlarında denir ya; “Her yöne sınırsız dakika...” Silivri’de kampanyaları biraz farklı. Her yöne: “10 dakika!” Üstelik “haftada bir!” On dakikaya ne, nasıl sığdırılır? Balbay’a kulak verelim:
“Cezaevinde telefon görüşmesi bir törendir. İnsanlar yüzünü görmüyorlar, sadece sesin var. Dolayısıyla ses tonunu çok iyi ayarlaman, süreyi de çok iyi kullanman gerekiyor. Telefon kartı bir konuşmayla bitiyor. Sonunda sadece 8 saniyelik bir konuşma payı kalıyordu. Hakkımız dolduktan sonra, tekrar kartı takıp 8 saniyeyi kullanmaya çalışıyorduk. Eşim Gülşah’la biz bu 8 saniyeye ‘seni seviyorum payı’ diyorduk.”
 
HAFTANIN GÜNLERİ YENİDEN ADLANDIRILIR
 
Balbay’ın deyimiyle tüm zaman avuçlarınızın içinde, onun sizi yönlendirmesine izin vermeden, siz onu yönlendirmeye çalışıyorsunuz. “Peki ya mahpuslukta pazartesinin, cumartesinden farkı nedir? Benim cumartesi sabahı için kahvaltı planım, pazartesi için sendromum vardır, ya sizin?” diye sorunca, günlerin nasıl “yaşamlara bölündüğünü” de anlatıyor Balbay:
“Mesela çarşamba günü ‘açık görüş günü’dür. Pazartesi ‘telefon günü.’ Haftanın günleri, dışarıdaki insanların anlamlandırdığı şekliyle anılmaz. Pazarı ‘sıcak su günü’ olarak biliriz, Salı’yı ise ‘spor günü...’ Yani ‘yapabildiğimiz birşeyin’ günüdür o gün.”
Cezaevindeki bir insanın güne nasıl başladığını, günü nasıl yaşadığını ve günleri nasıl ayrıştırdığını anladık. Ya doğum günleri, bayramlar, yıldönümleri? Hayat arkadaşınızla yollarınız ayrı düşmüşken evlilik yıldönümü cezaevinde ne anlatır ki bir tutukluya? “Bu sorunun üzerinde daha fazla durmak lazım” deyip, anlatmayı sürdürüyor:
“Hapiste güzel yıldönümlerinin ve bayramların bir an önce geçmesini istersin. Örneğin en kötü gün Kurban Bayramı’nın ilk günü, nispeten en güzel günü de son günüdür. Bitiş güzeldir... O bayram günlerinde herkese bir hüzün çöker. Cezaevi yönetimi o gün bir anons yapar ‘Tutuklu ve hükümlülerin dikkatine; cezaevi yönetimi olarak bayramınızı kutluyor, bir dahaki bayramınızı sevdiklerinizle geçirmenizi diliyoruz.’ İşte bayram kutlaması budur. Bayram kutlaması, bir dahaki bayramı sevdiklerinle birlikte geçirme duygusudur. Bayramın birinci günü mutlaka iyi bir baklava olur ve ben hep takılırdım ‘Hayatta hep oklava olacak değil ya...’ Bir de geleneksel olarak Kurban Bayramı’nın birinci günü kavurma yapılır. Artık tabi et mi kavrulmuştur, sen mi kavrulmuşsundur orası bilinmez...”
 
Her bayram öncesi gazetelerden okur, televizyonlardan izleriz “Bayram boyunca cezaevlerinde açık görüş yapılacak!” Balbay’a bunu anımsatıyoruz ve ekliyoruz “O zaman bayramın o kötü havası kırılıyordur biraz?” İtiraz ediyor:
“Cezaevlerinde görüş günleri 12 Eylül’den beter! Ben de geçmişte cezaevi ziyaretleri yaptım. Genel usul şöyleydi; gün ikiye bölünür, bir grup öğleden önce, bir grup ise öğleden sonra görüş yapardı. Hatta bazı bayramlarda tam gün görüş olurdu. Şimdi ise görüş süresi tam 1 saat. Adalet Bakanlığı’nın niyetini sorgulamam ama, kurban bayramı açık görüş yapılacak mesela... Haberlerde deniliyor ki, 1. gün sabahtan, 4. gün akşam mesai bitimine kadar görüş var! Herkes bizim dört gün ziyaretçilerimizle haşır neşir olduğumuzu sanyordu. Oysa her tutuklunun bir saat görüş hakkı vardı.”
 
SİVRİSİNEKLE PAYLAŞILAN YALNIZLIK
 
Balbay’ın Zulümhane kitabında okuduğum bir anısı vardı. “Sivrisinekle yalnızlık paylaşmak...” Okumayanlar için tekrarladı Balbay; yalnızlık duygusunu tarif etmek için başka birşeye gerek bırakmadan:
“Hamdi Gökhan Ecevit yeni koğuş arkadaşım oldu. O tahliye olunca da ben yalnız kaldım. Ecevit’in gittiği gün, gece televizyonu kapatıp hücreye çekildikten sonra büyük bir sessizlik çöktü. Bir ses duymak istiyordum; bir çıtırtı, bir kapı sesi... Derken bir sivrisinek sesi çınlattı geceyi. Son 15-20 gündür koğuşumuzu pek seven sivrisineklerle ‘refleksimiz ne kadar’ yarışı yapıyorduk. Bu gece ‘hayır, yapmayacağım. İstedikleri gibi dolaşabilirler. Birden fazla da olabilirler.’ demiştim.”
 
‘Yalnızlık çok kalabalık gelir insanın üstüne’
 
Yalnızlığı “kendi içinde onlarca odası olan bir yapı ya da orman” olarak tarif ediyor Balbay. “Yalnızlık çok kalabalık gelir insanın üstüne” diyor ve ekliyor:
“Tutunduğunuz herşey, bir başka şeyi çağrıştırıyor sizde. Bir bakıyorsunuz; kendinizi daha iyi tanımanızı sağlıyor, bir bakıyorsunuz; sizi kendinizden uzaklaştırıyor. Yalnızlık çok kalabalık aslında. Bazen, bir zaman sonsuzluğuyla geliyor. O an, elinizi uzatıp avuçlarınıza aldığınızı hissediyorsunuz yalnızlığı. Onunla başbaşasınız... Böyle zamanlarda sanki içindeki bütün duygular sana daha erken ulaşmak için yarışıyor.”
Peki ya yazmak... Yalnızlığı azaltır mı? Peş peşe koşar mı düşünceler yazarken de? Cevabı net:
“Yazıyla barışık olma duygusu yalnızlığı en çok azaltan durumdu. Yalnızlığın arkadaşı yazmak.  Yazmanın önemini, kıymetini insanı çoğaltan durumunu çok iyi anlandım. Yazarken, okurken en güzel akrabalıkları kazandım bir yandan. Firdevsi’nin Şehname’sini okuyorsun, Turgut Özakman’ın kitaplarını okuyorsun... Kitaplar orada seninle birlikte yaşıyor. Hapiste ayrıca ezberlediğim ilk şiir Nazım Hikmet’in ‘Hapiste Yatacak Olana Bazı Öğütler’, ikincisi ise Faruk Nafiz Çamlıbel’in ‘Han Duvarları’ şiiri oldu.”
 
HAYDİ ARKADAŞLARIMA GİDELİM!
 
Balbay’la konuşurken, gözümüz cezaevinden getirdiği bir tabloya takılıyor. Bir salkım söğüt resmi... Öyküsünü sorunca, “Benim bu ağacı çok sevdiğimi bilen bir okurum, kendi elleriyle yapıp göndermişti” diyor. Sohbetin sonlarına doğru “Haydi benim arkadaşlarıma gidelim!” diyor. “Arkadaşlarım” diye tanımladığı ağaçları görmek için soluğu Çankaya’daki Botanik Parkı’nda alıyoruz. Karlarla kaplı parka girince derin bir nefes alıyor önce, sonra koşuyor ağaçlara! Önce yere yatmış iğde ağacını buluyor, “İşte burada şınav çekerdim!” arkasından sırasıyla kestane, çam ve dut ağaçları... Hepsinin yerlerini ezbere biliyor. Bu sırada karşısına çıkan bir yurttaş “İnanamıyorum sizi burada gördüğüme” diyor, “Bu anı hayatım boyunca unutmayacağım.”