‘Şehrin kalbinde küçük bir sızı’

Karaköy hızla değişiyor, gündüzün mahşerinde bambaşka, gecenin ıssızlığında bambaşka...

Mine Söğüt / Yücel Tunca

 

Tramvaydan inip otobüse, otobüsten inip vapura binenler, altgeçitlerin merdivenlerini koşar adım inip çıkanlar, bir türlü durmayan taksilere el etmekten yorgun düşüp yürümeye karar verenler, elinde bir olta, bir kova, köprüye balık tutmaya doğru seğirtenler, bu şehri çok iyi bilenler ve hiç bilmeyenler, İstanbul’u ilk kez görenler, yarın burayı terk edecekler, sadece genelevine sevişmek için gelenler, iş arayanlar, işini kaybedenler, işverenler, işçiler, memurlar, dilenciler... Kimsenin yaşamadığı ama sayısız insanın gelip geçtiği hem kalabalık hem de yapayalnız bir semt, Karaköy. Gönül Kıvılcım, Karaköy üzerine yazdığı bir kitapta bu semt için “Şehrin kalbinde küçük bir sızı” diyor. Tünel çıkışında yüksek bir sete oturmuş Yücel’i beklerken, etrafı seyrediyorum ve o sızıyı içimde hissediyorum. Karaköy hızla değişiyor. Değişirken de asırlardır derme çatma da olsa koruduğu eski ve asil ruhu kentsel dönüşüm canavarına kurban vermeye hazırlanıyor.

Hiç yavaşlamamış...

Cenevizlilerden kalma duvarların arasına sıkışmış, yorulmuş ama hiç yavaşlamamış bir ticaretin kalbinde şimdilik yüzyıllardır olduğu gibi gündüzleri büyük bir telaş, geceleri kimsesizlik. Gece yarısından sonra bu meydan boşalacak, ortalarda kimse kalmayacak. Binalarda tek bir ışık yanmayacak. Arabalar tek tük geçecek, evsizler ayaklarını sürüyerek çöp bidonlarını karıştıracak, köpek çeteleri ve kediler kimselerin olmadığı sokaklarda rahat rahat avlanacak.

Karaköy’ün genelevleri...

Karaköy gündüzün mahşerinde bambaşka, gecenin ıssızlığında bambaşka... Karaköy’ün dünü bambaşka, bugünü bambaşka; yarını daha başka olacak... Yücel geliyor, Galata Köprüsü’nün Haliç tarafındaki kıyı şeridine geçiyoruz. Perşembe Pazarı’nın kıyı kısmı eskiden sadece hırdavatçıların ve iskelelerde küçük balıkçı teknelerinin olduğu bir çarşıydı.

Düne kadar burada Cenevizlilerden sadece adı kalan iskelelerin dibinde, mantar gibi çoğalarak tüm kıyıyı kaplayan ucuz balık lokantaları vardı. Geçen hafta hepsi birden dozerlerle yıkılıp yerle bir edildi.

Öğle vakti kalabalıklaşmaya başlayan bu lokantalar akşamın geç saatlerine kadar dolup taşarken, tam arkada Perşembe Pazarı’nın artık eskisi kadar iş yapmayan hırdavatçı dükkanların sahipleri tahta makaralar, metal yaylar, rulmanlar, bilyeler, halatlar, vidalar, zincirler arasında sessizce oturup çay üzerine çay içiyorlardı.

Bir gün, yıllardır içinde yaşadıkları bu yarı metruk binaların yıkılacağını, belki de akşamları hanımla çocukları alıp kıyıdaki balık lokantasına geleceklerini ve onlara ‘işte babanız yıllarca burada çalıştı’ diye boşlukları ya da bambaşka bir hayatla dolmuş yepyeni dükkanları göstereceklerini düşünüyorlardı.

Şimdi bir enkaza bakıyorlar ve kendi dükkanlarının aynı akıbete uğrayacağı o günü bekliyorlar.

Sürgün bu şehrin kaderi. Ya buraya sürülür insan ya da buradan sürülür. Perşembe Pazarı da sürülecek. Bir zamanlar kadırgaların yelkenlerinin dikildiği, şimdilerde içinde üç beş metal atölyesinin işlediği Yelkenci Han boşaltılacak. Hanın girişinde ne zamandır yanan ateş sönecek. Hâlâ yıkık merdivenlerinden hamalların inip çıktığı Kurşunlu Han muhtemelen alışveriş merkezine dönüşecek. Eski Banka Sokağı’ndaki Saint Pierre Han, direnen son kiracı da çıksın, çok yakında otel olacak. Bu semti kazanç uğruna tarihin katledilmesine göz yuman iktidarlar yönettikçe şehir hakkında yazılan her şey kaçınılmaz bir şekilde ağıta dönüşecek. Şehir böyle giderse hep ama hep yitirecek... Sadece camiler; onlar bu şehirde dokunulmazlığı olan tek kıymetli yapılar.

Arap Camii mesela... Bir rivayete göre ezan sesi ilk kez İstanbul’da buradan yükselmiş. İstanbul’un Osmanlı’ya geçmesinden çok önce Araplar Bizans’ı kuşattığında bu camiyi yapmışlar. Yine bir rivayete göre bu başarısız kuşatmanın ardından Dominiken papazları camiyi kiliseye çevirmiş. Şehir Osmanlı’ya geçtikten sonra burası yine cami olmuş.

İstanbul’da kiliseden camiye çevrilen Arap Camii de dahil 20 kadar ibadethane var. Ama Arap Camii’nin Dominiken papazlar tarafından kiliseye çevrilme hikâyesi doğruysa, bu işi ilk onlar başlatmışlar demektir.

‘Hak ile irtibata geçince halk ile irtibatınızı kesiniz’

“Hak ile irtibata geçince halk ile irtibatınızı kesiniz.” İmza: “Ümit Hoca Yeraltı Camii İmam Hatibi”.

Bu yazı Yeraltı Camii’nin giriş kapısında yazıyor. Ortasında bir, ‘telefon yasaktır’ işareti.

Bizim içeride dolaştığımız süre içinde kimsenin telefonu çalmıyor. Uyarı belli ki işe yaramış. 15-20 dakikalık namaz süresince burada hak işleriyle halk işleri birbirinden ayrı.

Belki de herkesin gayet net anlayacağı bu dili, başta Meclis olmak üzere tüm devlet dairelerinin kapısında tersine çevirerek kullanmak gerekiyor.

“Halk ile irtibata geçince Hak ile irtibatınızı kesiniz”.

Bir zamanlar zindan olan Yeraltı Camii aslında yerin altında değil, yolla hemzemin bir mekân. Ama basık tavanı, sık sütunlarla ayrılmış geniş mekânı ve tonozlu kemerleriyle hâlâ bir zindan atmosferinde.

Bizans döneminde, 570’li yıllarda gemilerin Haliç’e girişini engellemek için Galata-Sirkeci arasına bir zincir çekilirmiş; o zincirin bir ucu, o zamanlar Kastellion Kulesi’nin mahzeni olan bu mekâna bağlıymış. Osmanlı zamanında mahzen uzun süre depo olarak kullanılmış. Sonra camiye çevrilmiş.

Öğle namazlarında dolup taşan caminin cemaati genelde çevredeki esnaf. Biz içeride dolaşırken az önce kapıda kâğıt mendil satan küçük kız çocuğu da içeri giriyor ve kucağındaki mendilleri yanına bırakıp bir kenarda namaz kılıyor.

Namaz bittiğinde yanından geçen adamlar, küçük kızın başını şefkatle okşuyorlar ve neredeyse hepsi birer mendil satın alıyorlar.

İçerde telefon çalmıyor ama halkla hak arasında çocukların bile kolayca keşfedebileceği, adı konmadan yapılmış ticari bir anlaşma var; o anlaşma farklı vesilelerle her fırsatta tıkır tıkır işliyor.

Zürafa Sokak’ta geyik, avrat ve silah

Karaköy tabii ki en çok hanlarıyla, iskeleleriyle, ticari hareketliliğiyle, köprüsüyle değil, genelevleriyle ünlü bir semt. Ama bu ün Fransa’nın Pigalle’i ya da Amsterdam’ın Red Light District’i gibi turistik ve şık kılıfı olan bir ün değil. Karanlık, sefil ve düşük hikâyeleriyle şehrin göbeğinde çıkmaz sokaklara gizlenmiş bir ün. Muhafazakâr bir kültürde cinselliklerini bir suçmuş gibi yaşamaya mahkûm edilen kadınlarla erkeklerin para için ve para karşılığı sevişe sevişe birbirlerini ve kendilerini öldürdükleri ve aynı anda toplumu da utançtan öldürdükleri gizli saklı ama resmi bir girdap.

Karaköy’ün iki ayrı sokağı

Kapandı kapanacak, taşındı taşınacak tartışmaları yapılan bu genelevler Karaköy’de iki ayrı sokaktalar. Zürafa sokak müdavim olan olmayan herkes tarafından en bilineni; Kadem Sokak ise sadece müdavimlerin bildiği..

Kemeraltı Caddesi’nin deniz tarafındaki Leblebici Şaban Sokak’a sapıyoruz. Kadem Sokak bu sokağın içinde bir çıkmazda.

Hırdavatçıların, lüks bir otelin, ufak bir büfenin ve genelev müşterilerine hizmet eden emanetçinin arasında kapısı açılıp kapandıkça içerideki kadınların bir an için görünüp kaybolduğu bir delik... Kapısında çoğu genç bir sürü erkek...

Daha çok bilinen Zürafa Sokak onun çapraz karşısında, üst girişi Yüksekkaldırım’dan olan Alageyik Sokak’ta.

Zürafa Sokak’ın eski adı Zürefa sokak. Zürefa hem Farsça zarif kelimesinin çoğulu; hem de Osmanlı’da lezbiyenler için kullanılan bir terim. Müşterilerinden başka kimseyi içeri almayan korunaklı sistemiyle üzerinde hayatın akıp gittiği işlek bir yokuşu derin bir yara gibi kesiyor. Zürafa Sokak’ın önünden geçmek üzere, Alageyik Sokak’a sapar sapmaz sağdaki bir duvarda yağlıboyalarla acemice çizilmiş büyük bir manzara resmi görüyoruz. Manzarada buz dağları, ağaçlar ve köpekle kedi arası bir şeye benzeyen ama belli ki kahverengi bir geyik olan bir hayvan.

Boydan boya geniş bir binanın cephesini kaplayan resmin bittiği noktada genelev sokağının başında polis bekleyen demir kapısı. Kapının karşısındaki emanetçinin önünde alçak taburelerde oturan iki adam. Onlara resmi kimin yaptığını soruyoruz. Gururla,

- “Samsun’dan bir ressam getirtip biz yaptırttık” diyorlar. Bu kötü resim için tam 3 bin lira ödemişler. Bizim pek beğenmediğimizi anlayıp biraz bozuluyorlar. O an fark ediyorum; tabii ki şehrin göbeğinde, böyle bir işyerinde, en ağır insan hikâyelerinin yaşandığı bir dehlizin değil de, buz dağlarının, şelalelerin, ağaçların, çiçeklerin ve kavruk da olsa alageyiklerin yaşadığı bir doğanın parçası gibi hissetmek ister insan kendini.

Terk edilmiş binalar

Ama sağlı sollu boydan boya terk edilmiş metruk binalarla dolu bu sokakta çalışıp da insanın kendisini sadece bir resme bakarak iyi hissetmesi güç.

Sokak boyunca terk edilmiş bir sürü dükkân var. Aralarında sadece hamam olarak çalışan yerin kapısı açık. Kapıdaki sandalyede oturan adamın kafası öne düşmüş uyukluyor. Aşağıdan gelen vapur düdüklerinin sesi boş binaların çoğu kırık pencere camlarından içeri girip çoğalıyor.

Derken bir patlama sesi geliyor. Alageyik Sokak’ın emanetçi ve hamam dışındaki üçüncü esnafı bir nişancı. Bir apartmanın dehlize benzer girişinin derinliklerinde iplere dizili rengârenk balonlar. Nişancı dehlizin başında alçak bir taburede oturuyor. Önündeki sehpada bir silah, yanında bir tekir kedi yatıyor. Yan tarafta kirli bir kumaşla kapatılmış bölmeden yaşlı, beyaz bir köpek başını uzatmış baloncuya bakıyor.

On atış üç lira...

Börekçide çalışan genç oğlan her atışta bir balon patlatıyor.

10’da 10 vurana bir Amerikan sigarası! Sigarasını alıp sevinçle işine geri dönmek üzere yokuş aşağıya seğirtiyor. Giderken de bize “Her gün bir paket sigaram buradan” deyip hava atıyor.

Ben 10’da 4 vuruyorum. Yücel 10’da 7.

“Kumarda kaybeden aşkta kazanır” diyor baloncu.

“Bu sokakta sevişmekle ateş etmekten, hangisi aşk, hangisi kumar?”

Nişancı bu soruya cevap vermiyor, eksilen balonların yerine yeni balonlar şişiriyor.

Cevap vermiyor, çünkü o da biliyor, bu sokakta ateş etmek de, sevişmek de, yaşamak da kumar; aşk çok ama çok uzak bir hayal.

Yarın: Bir yandan soysuzlaşırken diğer yandan Osmanlılaşmak