Sedef Ecer, Türkiye'nin İstanbul Sözleşmesi'nden çekilmesini Le Monde’a yazdı
Fransa’da yaşayan yazar Sedef Ecer Le Monde gazetesine yazdığı makalede, İstanbul Sözleşmesi’nin Türkiye tarafından geçersiz sayılmasını ve bir kadın olarak yaşadığı derin hayal kırıklığını anlattı.
cumhuriyet.com.trSedef Ecer adını duymuşsunuzdur muhakkak. Az çok edebiyatla, tiyatroyla ilgiliyseniz ya kendisiyle ilgili bir habere rastlamışsınızdır ya da yazdığı bir makaleyi okumuşsunuzdur ya da hatta belki kaleme aldığı bir oyunu veya oyuncu olarak rol aldığı bir filmini (Yeşilçam'ın çocuk yıldızıydı bir zamanlar) izlemişsinizdir.
Uzun yıllardır Fransa’da yaşayan ve üretimlerini büyük ölçüde orada sürdüren Sedef Ecer’in şu sıralar Fransızca yazdığı ilk romanı basıldı. “Tresor National” (Ulusal Hazine) adlı roman henüz dilimize çevrilmedi ama Fransa’da uyandırdığı yankılar bir hayli olumlu ve kendisinden öğrendiğimize göre Türkçesi de basılacak muhtemelen.
Öte yandan Sedef Ecer her daim Türkiye’yi yakından takip etmeye devam ediyor ve sanatçı duyarlığıyla yaşananları yorumlamaktan çekinmiyor. En son Le Monde gazetesinde yayımlanan makalesinde olduğu gibi...
Makalede Türkiye’nin İstanbul Sözleşmesi’nden çıkma kararının kendisinde yarattığı büyük hayal kırıklığını dile getiren Ecer’e mail yoluyla ulaştık ve aklımızdaki soruları yönelttik.
Türkiye’nin İstanbul Sözleşmesi’nden çıkmasının Fransa kamuoyu üzerinde nasıl bir etkisi olduğunu gözlemlediniz? İnsanlar şaşırdı mı, yoksa Erdoğan’ın böyle bir karar verebileceğini bekliyorlar mıydı?
Sanıyorum artık Türkiye’den her şey bekleniyor... Hiçbir rasyonel ve hukuki tarafı olmayan kararların bir gecede alınabildiğini son yıllarda birçok kez gördük maalesef.
Geçenlerde Le Monde’da çıkan yazınıza ne gibi tepkiler aldınız? Fransa’dan ve Türkiye’den?
İstanbul Sözleşmesi’nden çıkma kararı beni çok sarstı. Tercih ettiğim bir şey olmasa da bu tip makaleler belki işe yarayabilir diye düşündüm. Birçok kişiden mesaj geldi. Sanatçı, siyasetçi, gazeteci, akademisyen... Tanıdık ve tanımadık. Aslında bu “angaje” yazar etiketi hiç bayıldığım bir şey değil. Sanatçıların her konuda ille de görüş bildirmesi, davet edildiğim radyo-tv programlarında veya edebi sohbetlerde konunun ille dönüp dolaşıp Türkiye’nin siyasi durumuna gelmesi zaten beni sinirlendiren bir durum. Edebiyat konuşmak için gittiğiniz bir yerde muhakkak birisi çıkıp ancak bir siyaset bilimcinin cevap verebileceği bir soru soruveriyor ve sizden “Ortadoğu’daki büyük acıları” anlatmanız bekleniyor. Sanki Avrupa’nın ya da ABD’nin hali çok iyiymiş gibi.
Fransa özelinde Türkiye’nin günün birinde AB’ye gireceğine inanılıyor mu sizce, yoksa tam tersi bir düşünce mi hâkim?
Bu fikre çok yaklaşılmıştı ama uzaklaşalı maalesef çok oldu, köprülerin altından çok sular aktı ve çok kirli sular aktı... Ülkelerin ilişkisi de neticede insan ilişkileri gibi. Birbirinizi fazla hayal kırıklığına uğratırsanız yeniden güven kazanmak güçleşiyor. Bir taraf diğer tarafı sürekli hor görürse alınganlık saldırganlığa dönüşüyor. Karşılıklı şantaj üzerine kurulmuş bir ilişki ne kadar sağlıklı olabilir ki? Bugün AB açık açık Türkiye’yi bir mülteci hapishanesine dönüştürmek için sürekli para teklif ediyor, Türkiye de “Sınırları açıp insanları salarız” diye tehdit ediyor, çok utanç veriyor bu bana.
TÜRKIYE’DE MUHTEŞEM SİVİL TOPLUM
Fransa’da kadın hakları konusunda ne gibi kazanımlar var? (Türkiye ile karşılaştırma babında) Tabii buna LGBTİQ+ haklarını da ekleyebiliriz...
Bu aşırı geniş sorunun cevabını 5 cümleye sıkıştırmak gerekirse Fransa kadınların oy verme ve banka hesabı açma hakkını Türkiye’den yıllar sonra elde etmiş bir ülke. Ama bugün, Avrupa’nın birçok eksiklikleri olsa da iki ülkeyi de içinden tanıyan bir vatandaş olarak Fransa’nın Türkiye’den ilerde olduğunu her gün, her alanda gözlemliyorum. Her ne kadar Türkiye’de çatır çatır savaşan, muhteşem bir sivil toplum ve bireyler varsa da politikalar ve resmi kurumlar bu akıma karşı işlediği sürece kadınların ve LGBTİQ+ bireylerin en temel hakları, toplumda gördükleri kabul ve şans eşitliği açısından ilerlemek çok zor.
DİVA’NIN GÖZÜNDEN
Yakın bir zaman önce basılan “Trésor National” adlı romanınız Türkiye’nin darbelerle örülü yakın tarihini bir sinema yıldızının hayatıyla paralel bir bağlamda ele alıyor...
Çıkış noktam, galiba hepimizin içinde olan Yeşilçam özlemiydi. Çok renkli bir yaşam düşledim: 85 yaşında bir Diva’nın hayatı. Bu megaloman karakteri, kızının gözünden ve oynadığı önemli rollerden yola çıkarak anlattım. Lady Macbeth’ten Medea’ya, Vişne Bahçesi’nden Şoför Melahat’e, Madam Bovary’den Fıstık Gibi Maşallah’a hem dünya repertuarının büyük rollerini hem de Yeşilçam’ın eğlenceli karakterlerini oynamış, büyük aşklar yaşamış bir kadına kızının yazdığı mektup. Feminist bir karakter. Belki onunki Virginia Woolf ya da Simone de Beauvoir feminizmi değil ama aşklarını, özel hayatını, mesleğini istediği gibi yaşamış, tek başına ayakları üzerinde durmuş bir kadının hayatla ilişkisi zaten feministtir. Kadın 2016 yılında, darbe girişiminden hemen sonra belki de eski darbelerin anısıyla bir şok yaşayıp beyin kanaması geçiriyor, öleceğini biliyor. 85 yaşında, hasta yatağında, cenaze törenini bir şov gibi hazırlamakla meşgul.
SANATA GÜVENİM VAR
Yurt dışında yaşayan ama Türkiye’deki gelişmeleri yakından takip eden bir yazar, bir sanatçı olarak sizce Türkiye geri dönülmez bir yola mı girdi? Mesela laiklik artık tamamen kaybedilmiş gibi mi görünüyor?
“Geri dönülmez” diyerek umudumu kaybetmeyi reddediyorum. Demokrasiye inancım, gençlere, kadınlara, bilime, sanata güvenim sonsuz.