Şebnem Bozoklu: Cinsiyetçilik bizi öldürecek

Kuşağının en yetenekli ve en popüler oyuncularından Şebnem Bozoklu ile oyunculuk kariyerinden hayatın her alanına uzanan bir söyleşi...

Emrah Kolukısa

Şebnem Bozoklu meşgul, çok meşgul... Bir yandan halen vizyonda olan yeni filmi “Albüm”, öte yandan yeni başlayan dizisi “Altınsoylar”, bir bakıyorsunuz sette, bir bakıyorsunuz bir festival galasında, hiç durmadan oradan oraya koşturmakta. Güzel bir koşuşturmaca muhakkak. Üstelik yönetmenliğini Bahar Kerimoğlu’nun yaptığı “Kaplan Sarılması” adlı tiyatro oyununun provaları da tam gaz sürmekte, yani başını kaşıyacak vakit bulduğunda önce şükrediyor, sonra o vakti de çalışmaya ayırıyor olmalı. Neyse ki o kırıntı kadar boş vaktinden bize de biraz ayırıyor (hadi itiraf edelim, bayağı bir vakit ayırıyor bize) ve keyifli bir sohbete oturuyoruz.

- Sizi daha çok komedilerde izledik, izliyoruz. Hep böyle miydi sizin için, yani komediye daha mı yatkın olduğunuzu düşünüyordunuz, yoksa böyle başladı ve devamı da öyle mi geldi?

Komediye yakın hissediyorum kendimi. Daha doğrusu komedi meselesine kafa yoruyorum. Neden güldüğümüzle ilgili, neye güldüğümüzle ilgili. Nasıl bir içgüdüyle gülebildiğimiz ve bu hakkı nasıl kendimizde görebildiğimizle ilgili meseleye kafam takıktı her zaman. Gülmek acaba kendini üstte görme hali mi? Gülmek acaba kendimize bir aynada bakıp ‘güleriz ağlanacak halimize’ durumu mu? Buna kafayı takmıştım ben öğrenciliğimde de. Okulda mesela çok dramatik parçaları komediye dönüştürüp çalışırdım. Ya da gerçek bir komedi olarak yazılmış oyunları son derece dramatik bir zamanlamayla oynardım. Komedi sevdiğim bir şey.

- Sizi tüm Türkiye’ye tanıtan “Canım Ailem” dizisi oldu. O diziye başlarken tahmin ediyor muydunuz bu kadar patlayacağını ve çok ünlü olacağınızı?

Bu kadarını beklemiyordum açıkçası. Çok da korkuyordum. O role seçildiğimi öğreninceki hissim kesinlikle korkuydu. Aman ne güzel hissi ancak 5-6 ay sonra geldi. Çok küçüktüm bir de, ben 29 yaşındaydım, karakter 45 yaşındaydı. Ne saçım tutuyordu, ne yaşım başım tutuyordu... Uğur Yücel’le oynayacaktım partner olarak, nasıl yapacağız, olur mu?.. Bu insanlar niye beni seçti, akıl tutulmasına mı denk geldi? Çok korkutucu tabii, şoka girdim. Seyircide bu kadar büyük bir etki yaratacağını da beklemiyordum. Çünkü televizyonu bilmiyordum o zaman, ne kadar güçlü olduğunun farkında değildim.

- Kadın rollerinin azlığı hakkında ne düşünüyorsunuz? Böyle bir ş,ikayet var uzun zamandır, sadece sinemada da değil üstelik, tiyatroda da... Yeni kuşak yazarlar artarak geliyor gerçi ama yine de kadın rolleri çok çeşitlenmiyor sanki.

Bu kadar çok hikâyenin yaşandığı bir yerde bu kadar az metin olması gerçekten çok can sıkıcı geliyor bana. Her sabah uyanıyoruz ve 46 tane hikâye okumuyor muyuz gerçekten, Twitter’da, orada burada? Çok hikâyesi var bu coğrafyanın ama önümüze derlenmiş, toplanmış, yazılmış, üzerinde çalışılmış metin -bu bir oyun olabilir, senaryo olabilirçok az geliyor. Sinemamızda güzel kadın karakterler yazılıyor aslında ama daha çok erkek hegemonyası var tabii. Uzun bir mevzu bu, 5-6 kişi olsak da tartışsak... Ama iyi kadın karakter yazabilmek zor bir hadise ve bu konuda bir eksiklik olduğu kesin.

‘İdolüm Barbra Hanım’

- Sizi önceki kuşaklardan Perran Kutman’a benzetenler var. Ya da Füsun Demirel’e. Sizin var mı kendinize model aldığınız oyuncular, idoller?

Bir tane idolüm vardır benim: Barbra Streisand. Benin hayatta en beğendiğim komedi oyuncularından bir tanesidir. Ben “Funny Girl”ü izledikten sonra oyuncu olmaya karar verdim.

- Az kalsın Ayla Algan oynayacaktı o filmde Streisand yerine.

Evet o hikâyeyi de biliyorum, inanamıyorum. Mükemmel bir hikâye. Keşke yani. Barbra’yı çok seviyoruz, canımız, o ayrı da... Bütün oyuncuların vardır; birini görürsün ve dersin ki, galiba böyle bir şey yapmak istiyorum ya da buna yakın bir şey olmak istiyorum. Benimki Barbra Hanım’dı.

- Sosyal medyada bir hayli aktifsiniz. Twitter’daki paylaşımlarınıza bakınca özellikle kadın meselelerine duyarlı olduğunuzu görüyoruz. Bu kadar çok kadının şiddet gördüğü bir coğrafyada yaşamak ne hissettiriyor size?

Bu cinsiyetçilik bizi öldürecek, gerçekten. Bu ülkede kadınlar gittikçe daha fazla öldürülüyor, gittikçe daha fazla şiddet görüyor, gittikçe daha fazla yok edilmek isteniyor. Daha da acıklısı, bunun zaman zaman meşrulaştırıldığını da görüyoruz veyahut erkeklerin birbirlerini aklamaya çalıştığını ya da suçların cezalarının azaltılmaya çalıştığını görüyoruz. Dehşetle izliyorum tüm bunları. Ve kadınların kurtuluşunun gene kadınlar sayesinde olacağını düşünüyorum. Ve bence yakın zamanda olacak, ben çok inanıyorum buna. Bu tip meselelerin patlaması için yeterli doluluğa ulaştık. Artık tahammülümüz kalmadı bununla ilgili. Kadına uygulanan şiddet konusunda artık bir tane dahi cezai indirime dayanacak gücümüz kalmadı. Bir kadına otobüste, metroda şort giyiyor diye tekme atıp ondan sonra “Beni cin çarptı” diyemezsiniz. Savunması öyle biliyorsunuz. Dehşet verici. Gece sokakta yürürken tacize uğrayan kadın için “O da o saatte orada ne yapıyormuş” diyenlerin kadın olması da mesela korkutucu bir hadise. Kadınlar kendi haklarına sahip çıkmalılar önce.

- Dizi çalışma şartları hiç parlak değil. Süreler çok uzun, koşullar çok ağır. İnsani ölçülerin dışında hatta. Ne düşünüyorsunuz siz bu konuda, nereye gidiyor bu iş ve ne yapılabilir bununla ilgili?

İş biraz kötüye gidiyor. Süreler gün geçtikçe daha da uzamaya başladı. Reyting savaşında ciddi bir baskı var. Bu baskının da birebir muhatabı bu sektörün işçisi olan bizler: Oyuncular, reji ekipleri, ulaşım ekipleri, set çalışanları, ışıkçılar, kostümcüler, aklınıza kim gelirse. Gerçekten bir şey çok söylendiği zaman önemini yitiriyor ama bu konu ayrı, bunu söylemek zorundayız. İnsanlar uyku uyuyamıyorlar. Günde 18-19 saat, bazen 24 saat, hatta 48’e de sarktığı oluyor çalışma sürelerinin çünkü o yayın bandının yetişmesi gerekiyor ve bitecek gibi değil, senaryolar çok kalın. Ve 6 günde çekmek gerekiyor. Hepimiz gerçekten çok daha iyi koşullarda çalışmayı hak ediyoruz.

‘Mahalle baskısını herkes hissediyor'

- Bir süre önce bazı meslektaşlarınız İstanbul Şehir Tiyatroları’ndan uzaklaştırıldı. Siz de hatta onlara destek için sosyal medyada bir açıklamada bulundunuz. Son zamanlarda sanatçılara, hatta sanata karşı devam eden sistematik bir saldırı var. En son sanat fuarında heykeli kaldırdılar sergilendiği yerden. Akademisyenler, yazarlar tutuklanıyor, haklarında dava açılıyor. Böyle bir ortamda siz hiç kendinizi sansürlemek, bazı konuları konuşmaktan kaçınmak gibi bir durum içine giriyor musunuz?

Twitter’da eskisi kadar aktif değilim. Eskiden Twitter’ı çok sık kullanırdım, şimdi gerçekten kabim kaldırmıyor. Çünkü gerçekten telefonu elime aldığımda neye tweet yazacağımı şaşırmış durumdayım, neye üzüleceğimizi şaşırdık... Özgürlüklerin kısıtlanması mı, sanatçıların işlerinden, kurumlarından uzaklaştırılması mı, kadın cinayetlerinin önü alınamaz şekilde artmış olması mı, hayvanlara yapılan eziyet mi, ayrımcılık mı?.. Gerçekten bunlara alışmak istemiyorum. Bunu hayatımın bir parçası haline getirmek de istemiyorum. Artık dayanamayacağım kadar fazla uyaran gelmeye başladı, televizyondan, gazeteden, sosyal medyadan... Söylediğiniz korku da, bir mahalle baskısı hissetmek için oyuncu olmaya gerek yok. Hangi işi yaparsak yapalım sokakta yaşananlar, dünyada yaşananlar karşısında hissedilecek bir şey bu. Bunu hissetmek için oyuncu olmak gerekmiyor. Fikrini beyan etmek bizim en temel, en kişisel hakkımız ve bu hakkın da kullanılması tabii ki baki olarak burada ve dünyanın her yerinde varlığını sürdürmeye devam etsin istiyorum.

- Cumhuriyet gazetesi için bir mesajınız var mı, malum gazete zor bir dönemden geçiyor.

Şunu söyleyebilirim, gazetecilik yapan herkesin özgür bir şekilde objektif olarak haber yapabilmeye devam etmelerini istiyoruz. Umarım işi gazetecilik olan insanlar gazetecilik yapmaya büyük bir özgürlük içinde devam ederler.

‘NBC ile çalışmayı çok isterim’

- Bir yandan yeni oyun hazırlıklarınız sürüyor, Kaplan Sarılması aralık ayında herhalde izleyiciyle buluşacak. Yeni filminiz vizyonda ve yeni diziniz de başladı. Sırada ne var?

“Altınsoylar”, yeni dizimiz, çok iyi gidiyor, uzun bir süre devam edecek inşallah. Onun dışında vizyona bir filmim daha girecek yakında. Yılmaz Erdoğan’ın yönettiği, benim oynadığım “Haybeden Gerçeküstü Aşk”. Demet Akbağ ve Yılmaz Erdoğan’ın uzun yıllar oynadığı iki kişilik bir oyundu bu, Yılmaz Erdoğan’ın yazdığı. Çok iyi bir metindir, kadın erkek meselesine çok gerçek bir yerden bakar ve seyirci olarak da izlemiştim, bayılmıştım. Şimdi aradan yıllar geçtikten sonra aynı hikâyeyi 4 çift üzerinden sinemaya uyarladı Yılmaz Erdoğan. Güzel bir kadromuz var. Ben oynuyorum, Serkan Keskin, Fatih Artman, Çağlar Çorumlu, Gupse Özay, Büşra Pekin, Aylin Kontente, Bülent Parlak... Benim partnerim Çağlar Çorumlu. Çok merak ediyorum sonucu, çok izlemek istiyorum.

- Hep oyunculara sorulan bir sorudur, biz de soralım: Çalışmayı çok istediğiniz bir yönetmen var mı?

Olmaz mı. Sinemayı seyirci olarak da çok seven bir oyuncu olarak tabii ki çok çalışmayı istediğim yönetmenler var. NBC mesela. Nuri Bilge Ceylan ile tabii ki çalışmayı çok isterim.

Hayatla burun buruna...

‘Albüm’de başrolü Murat Kılıç ile paylaşan Şebnem Bozoklu çocuk sahibi olmak için evlat edinme yolunu seçen ama bunu gizleyen bir kadını canlandırıyor.

- “Albüm” sinemamızda çok rastlanan türde bir film değil. Vizyona çıkan sayısız komedi filminden farklı, ironisi, absürd tarafı yüksek bir film. Sizi bu filmde cezbeden ne oldu?

 Tabii ki ilk köprü benim için senaryo oldu. Bunun bir ilk film olduğu bilgisiyle senaryonun kapağını açtım. Her cümlesinden fışkırıyordu taze bir şey okuduğum, yeni bir şey okuduğum, kendine has bir atmosferi olan bir senaryo okuduğum... Hem yapısal olarak böyleydi, hem de ruh olarak... O bahsettiğiniz mizah... Şaka üzerinden mizah yapmıyor ya “Albüm”, zaten bir kara komedi, durumlar ve karakterlerin gerçekliği üzerinden güldüren her şeyi tabii ki çok seviyorum, seyirci olarak. Okuduğum kitaplarda da bunu seviyorum, izlediğim filmlerde de. Hayatın kendisiyle burun buruna gelmek beni heyecanlandırıyor zaten.   

Yeni Türkiye’nin dönem filmi

- “Albüm”ün zamanı çok açıkça belirtilmiyor filmde. Günümüzde geçiyor gibi dursa da farklı bir dönemde de geçtiği algısı rahatlıkla geçebilir izleyiciye. Siz nasıl ele aldınız canlandırdığınız rolü? Nasıl hazırlandınız role, model aldığınız bir tipleme oldu mu?

 Filmimizin oyuncularından Müfit Karacan festivalde bir soru üzerine çok güzel bir şey söyledi: “Albüm bir dönem filmi, Yeni Türkiye’nin filmi” demişti. Bence de bir dönem filmi. Mehmet Can oyuncuları rollerin geçmişleri üzerinden çalılştırmıyor. Ben de buna alışkınım mesela, oynayacağınız karakterin daha önce neler yaptığı, nasıl bir sosyal sınıftan geldiği, nasıl bir eğitim aldığı... Yönetmenler genelde bunlar üzerinden çalıştırırlar sizi, ama Mehmet Can böyle değil. Durum üzerinden, o an üzerinden çalıştırıyor. Benim için enteresandı. Benim daha önce oynadığım hiçbir şeye benzemiyor Bahar Bahtiyaroğlu. Hiç bu kadar iç enerjisi yüksek ama bu kadar durgun, bu kadar durağan, neredeyse tepkisiz denecek kadar nötr bir karakter oynamamıştım. İki ay prova yaptık. Hatta ilk sorduğumda, çünkü bir zamanlama yapmamız lazım takvim oluşturmak için, 4 ay sürecek dedi. Ne yapacağız ya dedim 4 ay, o kadar sürecek mi çekim? Hayır öncesinde 2 ay prova yapacağız dedi ve biz bayağı iş gibi sabah 9 akşam 8 çalıştık 2 ay. Ama sonra sete gittiğimizde her sahneyi nasıl oynayacağımız belliydi.

- Film 35 mm çekildi. Uzun zamandır Türkiye’de 35 mm çekilen ilk film belki de. Hatta memlekette 35 mm filmi banyo edecek laboratuvar bile yok. Bu durum sizin üzerinizde bir baskı yaratmadı mı?

Ben olsam tekrar çekim olmasın diye strese girerdim. n Ben yeni kuşak oyuncu olduğum için, benim oyunculuğa başladığımdan beri her şey dijital. 35 mm’ye yetişemedim. Fakat hep abilerimden, ablalarımdan, büyüklerimden dinlediğim hikâyelerdi, kutu sayısına göre film çekmenin aslında böyle hiç konuşulmayan kuralları vardır ama herkes öğrenir; mesela ezberini şaşırmayacaksın, hapşırmayacaksın gerekirse, gülme krizine girmeyeceksin çünkü para akıyor şu anda makinenin içinde. Hep böyle gizli bir disiplin getirdiğini anlatırlardı bunun. Şimdi biz tabii dijitalde çok rahatız, 150 defa çekebiliriz her sahneyi, çünkü bunun ekstra bir maliyeti yok. Ama şimdi teknik olarak da 35 mm hayatımızdan gitmiş. Kodak falan ofislerini kapatmışlar. Dünyada neredeyse bitmiş bir teknoloji. Kodak’ın ya da Fuji’nin Paris’teki ana merkezlerini arıyorsunuz ve diyorsunuz ki “Film çekeceğim, bana şu kadar kutu üretin”. Sizin için üretiyorlar, gönderiliyor onlar buraya ve sonra da götürüp Bükreş’te yıkıyorsunuz. Bilmediğim teknolojik bir alanda şu an nerd nerd konuşuyorum ama şaşkınlık verici benim için. Ve evet, tuhaf bir sesi de varmış. Hep onu söylerlerdi bana, o kamera çalışınca böyle şşşşşş diye bir ses duyuluyor ve çok tatlı bir ses, güzel bir hissi var.