'Sayımız az değil, sözümüz güçlü'

Yeni Osmanlıcı, tek sesli tahakküme karşı, çoğulcu, kapsayıcı, eşitlikçi başka bir hayali olan isimlerden birisi akademisyen Esra Mungan. “O hayalde ortaklaşıp, mücadeleyi birlikte yürütmeye başlamalıyız. Bu ülkeye acilen barışı getirmemiz lazım” diyor.

Hilal Köse

Barış istediği için hapis yatan akademisyenlerden Boğaziçi Üniversitesi (BÜ) Psikoloji Bölümü öğretim üyesi Yrd. Doç. Dr. Esra Mungan, “Bu ülkeye acilen barışı getirmemiz lazım. Sayımız az değil, sözümüz çok güçlü, çok haklıyız ve dürüstüz. Ben umutsuz değilim” diyor. Cezaevinden çıkar çıkmaz hızla derslere başlamış, hatta ek ders bile yapmış. Şimdi, öğrencileriyle dönemi bitirmiş olmanın mutluluğunu yaşıyor. Pozitif, enerji dolu, öğrencilerini ve mesleğini çok seven, mücadeleye âşık bir kadın. “Bu suça ortak olmayacağız” başlıklı bildiriye imza atarak, küçük bir çocukken verdiği sözü de tutmuş oldu. Çünkü, holokostu öğrendiğinde, ‘inşallah ben susmayanlardan olurum’ demişti... Esra Hoca’yla, okuldaki odasında buluştuk:

- Tahliye olduktan sonra ilk iş neler yaptınız?

Cuma gecesi tahliye olmuştuk. Pazartesi okula geldim. Öğrenciler ve bölümüm olağanüstü güzel bir karşılama yaptılar. Her yere afişler konmuştu. Ben içerdeyken bir nöbet yerleri varmış. Hocama dokunma çadırı. Orada öğrencilerle sohbet ettik. Sonra toplu sarılış yaptık. O süreçte, moral bulmak için arada bir yapıyorlarmış. İmparator penguenleri ısınmak için yaparlar bunu. Salı günü derslerime başladım hemen. Dönemi bitirmek benim için çok önemliydi. Tahliye kararı altı ay sonra da çıkabilirdi. O beni sarsacak bir şey değildi. İnsan inandığı şeyi yaptığı zaman çok tuhaf bir gücü oluyor. Hayatımda ilk defa hapishaneye girmiştim. Ama müthiş bir adrenalin zerk oldu bedenime. Kendim de şaşırdım buna. Cezaevi, umutsuzluğa sevk eden psikolojik olarak düşüren bir süreç değildi. Hakkı yenen öğrencilerimizdi. Dönem bitmeden, öğrencileri psikolojik olarak da toparlamak istedim. Karşılarında beni gördüklerinde, hissettikleri potansiyel kaygı ve anksiyeteyi de atlatma olasılıkları daha kolay olacaktı.

- İlk ders nasıl geçti? Öğrenciler en çok neyi merak ettiler, ne sordular?

Dönem ortasında hocaları hapse atıldı. Bu çok olağan bir şey değil. 153 yıllık Boğaziçi tarihinin tutuklanan ilk hocasıyım. Öğrencilerime tekrar dokunabilmek için çıkmak istemiştim. İlk başta onlardan çok soru gelmedi. Şaşkınlık ve sarsılmışlığı gördüm yüz ifadelerinde. Daha çok ben konuştum. Dinlediler. Bir hafta sonra, zihin olarak ve yürekleriyle tekrar geri geldiklerini hissettim.

- Siz öğrencilere ne anlattınız?

Ben Almanya’da büyüdüm. Buraya isteyerek döndük. Lise ikideydim. Dönmeyi de en çok annemle ben istemiştik. 12 Ocak’tan sonra, bütün bu tehditlere rağmen bir kere bile yurtdışına yerleşmeyi düşünmedim. Bir akademisyenin yurtdışında iş bulması zor değil. Almanya’dan teklifler de geldi. Ben bu ülkeyi seviyorum. Bu ülkede insan yetiştirmek istiyorum. Öğrencilere de onu söyledim. Buradayız, yılmayacağız, sinmeyeceğiz. Neyin doğru olduğuna inanıyorsak, onu yapmaya devam edeceğiz. Almanya’da tarih ve edebiyat derslerinde holokost çok işleniyordu. En temel soru şuydu? Nasıl oldu da bütün Alman halkı sustu? Bu soru aklımı çok meşgul etmişti. Ve o zaman kendime şunu demiştim. Herhalde 12- 13 yaşlarındaydım. ‘İnşallah ben susmayanlardan olurum.’ Susmanın ne kadar tehlikeli bir şey olduğunu oradaki eğitimde öğrendik.

Susarsan ortak olursun

- Susmak suça katılmaktan daha mı kötü?

Birtakım şeyleri fark edip görmemeyi seçmek, susmak... İşte o zaman siz de suçun bir parçası oluyorsunuz. Ben o sözü verirken, böyle bir şeyle tekrar karşılaşılabileceğini hiç düşünmemiştim. Türkiye’ye döndüğümüzde 12 Eylül darbesi olmuş, 3 yıl geçmişti. Şu an ise sürekli oylarıyla tehdit eden bir oluşum var. Yüzde 50’yi zor tutuyorum söylemi var. Almanya’da derslerde, Nazi Almanyası’nın yayınları okutulurdu. Propaganda araçlarının günümüz Türkiyesi’yle örtüşmesi dehşet verici. 100 yıl geçtikten sonra aynı söylemle karşılaşmak insana çok ağır geliyor.

- Bilim dünyasının suskunluğunu nasıl değerlendiriyorsunuz?

Bilim yaparken sadece bilgi üretmiyorsunuz. Dürüst bilgi üretiyorsunuz. O dürüstlük kavramı çok kritik. Onun için intihal meselesini o kadar dert ediyoruz. Dürüst bilgi üretirken, aynı zamanda tanık olduklarınızı da dürüstlükle ifade etme sorumluluğunuz var. Ülkenin bir tarafı yanarken, her farkında olan insanın, neyi fark ediyorsa söylemesi elzem. Tek ses kadar tehlikeli bir şey olamaz. Şu an tek sesin tahakkümü altındayız.

- Toplum neden kolay unutuyor?

Ben bunun korkuyla ilgili olduğunu düşünüyorum. Her hatırlama bir anlatıdır. Mesela, Türkiye tarihi, Çanakkale zaferi üzerinden hatırlanmak istenirken, 1915’te, Ermenilerin kadim Anadolu coğrafyasından, benim kanaatime göre planlı yok edilişlerine dair bir anlatı mevcut değil. Aynı coğrafyada farklı bellekler var. Kolektif bellek alanım değil. Zihinsel süreçler, müzik algısı, normal bellekte unutma süreçleri nasıl işliyor, bunları çalışıyorum. Toplumsal bellek ve belleğin sosyolojisi üzerine konuşma hakkını kendimde çok görmüyorum, bu kadarda bırakayım.

Bir gün herkes cezaevine girebilir

- Cezaevinden söz eder misiniz? ‘İçeride’ olmak nasıl bir durum?

İlk gece nefis bir uyku uyudum. Dışarda ne kadar yoruluyormuşum meğer. ‘Gözlem odası’ denen hücrede tek başımaydım. Daha sonra, hücre cezası verilenlerin birkaç saatliğine konulduğu hücreye, tebligata göre kalıcı olarak konuldum. Çok pis bir hücreydi... Sonra, hem içeriden hem dışarıdan bir mücadeleyle, çok sevdiğim öğrencim Jülide Yazıcı’nın olduğu koğuşa geçtim. Orası bambaşkaydı. Çok besleyiciydi. Meral’le, kendimizi olağanüstü güvende hissettiğimiz bir yerdi. Kadınların en kötü mahpus koşullarında bile ne kadar yaşam kurucu olduklarını gördük. Cezaevinde, her şeyiniz gözetleniyor. Hapisane içi işleyiş, size, bilinçli olarak gıdım gıdım anlatılıyor. Ancak en değerli bilgiyi diğer mahpuslar size aktarıyor. İşleyişe dair ilginç ama şaşırtıcı olmayan bir örnek; her şeyi dilekçe ile talep ediyorsunuz ama size sözlü yanıt veriliyor.

- Tecritteyken de dışarıya morali yüksek mesajlarınız geliyordu...

Tek başıma kaldığım sürede, ağırlaştırılmış müebbet hükümlüsü kadınlarla tanışmak benim için çok değerli oldu. Adli hükümlülerdi. 36 yıl içerde kalacaklar. Herhangi bir kursa katılamıyorlar. Hükümlü oldukları andan itibaren o hakları bıçak gibi kesiliyor. 1 saat havalandırma hakları var. Siyasi kadınlar için ‘ağırlaştırılmış müebbet’ 36 yıl değil, ömür boyu demek. Tecritle ilgili üniversiteler de mücadele vermeli. İçerinin ve dışarının sınırı belirsizleşmiş durumda. Hakikaten, bu ülkede bir gün herkes hapse girebilir, istediğiniz kadar dürüst ve iyi bir insan olun.

- Sizi en çok etkileyen şey neydi?

Yoksul kadınlar... Özellikle de yabancı mahpuslar. Kabul edilemeyecek seviyede düşük maaşlar da verilse, cezaevinde çalışabiliyor olmak çok önemli. Özellikle de yabancıysanız. Çoğunun çocuğu var. Uyuşturucu kuryeliği gibi suçlardan içerdeler. İçlerinden biri 52 yıl almıştı. Böyle bir suça, uyuşturucu baronları serbestken, 52 yıl vermek çok korkunç.

- Duruşma nasıl geçti? Nasıl bir atmosfer vardı mahkeme salonunda?

Orta son ya da lise bir öğrencisiydim. Almanya’da son nazi duruşmaları yapılıyordu. Eski bir Nazi bulunmuştu. İsrail’den tanıklar gelmişti. O davayı izlemiştik. Gördüğüm ikinci mahkemede sanık bendim. Bana göre davamız tarihi bir dava. Tıpkı, Aydınlar Dilekçesi davası gibi. Yargıçların ve savcının, bizleri dinleyip dinlemediklerine, bizlerle göz teması kurup kurmadıklarına baktım. Hiçbir ilişkilenme yoktu. Beni merak ederek dinlemek isteyen bir yargıçlar heyetinin karşısına çıktığım hissinin oluşmaması iyi bir şey değil. Ben algıdan bahsediyorum. Belki de bakmadan büyük bir merakla dinlediler... Kürsüde çok tuhaf bir resim var. Savcı, mahkeme heyetiyle aynı yükseklikte, adeta yargıçların yanı başına konumlandırılmış. Savcı neden yüksekte avukatlarla aynı düzlemde olması gerekirken? Böyle olduğunda dengeler bozuluyor. Siz sadece avukatlarınızla varsınız. Bir de arkanızdaki kitle ve haklılığınızla. Karşınızda ise koca devlet var.

Gidişat utanç verici

‘Meclis’teki tasarı akademik özgürlüğü tamamen yok edecek. Bunu hem ulusal hem uluslararası platformda ifşa edeceğiz’

- Barış talebi, akademisyenlere sahip çıkanlarla birlikte daha güçlü bir şekilde dile getirildi. Tutuklama arzu edilenin tam tersi bir etki yarattı...

Buna ilahi diyalektik diyorum. 11 Ocak’tan sonra sindirmek ve korkutmak istiyorlardı. Yanıldılar. İmzasını çeken kişi sayısı çok çok az. Bizi bile şaşırtan inanılmaz hızda çok fazla imza eklendi. Tutuklama olunca çok geniş çevrelerce sahiplenildik, o da muazzam bir dayanışmaydı ve olağanüstüydü. Bu cesareti nedeniyle ülkemin o insanlarını çok seviyorum. Nöbet yerlerinde, hiç yan yana gelmeyecek gruplar birbirlerine pasta ve kek ikram ediyorlardı. Yani devlet açısından aslında hedeflenen şeyin tam zıddı olmuş oldu. Ve bu devam edecek.

- Barış isteyen akademisyenlere yönelik baskılar şimdi ne durumda?

Şu an, kabul edilemez bir durum daha var. YÖK’e soruşturma hakkı verme gibi bir yasa taslağı var. Meclis’ten geçerse, rektörler değil, YÖK istediği herkese soruşturma açacak. Bu akademik özgürlüğün tümüyle yok edilmesi, tek sesin tahakkümüdür. Hatta şu an bu yasa henüz yürürlüğe girmeden 35 meslektaşımızın dosyası hukuksuz olarak YÖK’e gitmiş durumda, soruşturma günü 20 Temmuz, tabii ki orada olacağız! Bir YÖK tasavvuru ki 12 Eylül cunta YÖK’ünü bile aşmış, hem performans değerlendiricisi, hem polis, hem istihbarat toplayıcısı, hem savcı, hem yargıç olarak YÖK! Bu utanç verici gidişatı hem ulusal hem uluslararası platformda ifşa edeceğiz.

- Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın söylemlerine karşı nasıl bir tavır alınmalı? Sizce, her söylediğine tepki vermek gerekir mi?

Bence toplumsal kesimler kesinlikle ses çıkarmalı. Onlar yüzde 50, biz azınlıktayız söylemine katiyen katılmıyorum. Mesele sayı değil. Mesele, söylediğiniz sözün doğruluğu ve o sözün doğruluğu orantısındaki gücü. İşte o gücün karşısında geri adımlar atmak zorunda kalıyorlar. Ben tümüyle mücadeleye inanan bir insanım. Kenarda izleyip kahrolmaya katiyen inanmayan bir insanım. Zaten istedikleri tam bu. İnanmadığım bir şeye hiç girmem ama inandığım bir şey için bütün yüreğimle kendimi adarım.

- Erdoğan, Topçu Kışlası’nı da yeniden gündeme getirdi...

Gezi Parkı’na yine Topçu Kışlası yapılmaya çalışıldığı zaman da her türlü demokratik direnişi göstermek ve ses çıkarmak zorundayız. Bence o konuşmadaki kilit sözcüklerden biri ‘tarihi bina inşa etme’ lafıydı. Şu an bu rejim bir tarih inşasında. Bir parantezden bahsedilmişti. Cumhuriyet bir parantezdi. Tarihi Abdülhamit’ten devam ediyormuş gibi kurgulama çabası var. Topçu Kışlası da o kurgunun görseli. Tarih inşa edilemez, ancak anlamaya çalışılır.

- Türkiye’nin tipik bir Ortadoğu ülkesi olduğu görüşüne katılıyor musunuz?

Her şeye rağmen, direngen, kıpır kıpır bir mücadele azmine, birikimine ve deneyimine sahip oluşumuz, bizi Ortadoğu ülkelerinden ayırıyor. Osmanlı Meclisi’nin, Cumhuriyet döneminin tutanaklarını okuduğunuzda, diyorsunuz ki; burda bir fikir çeşitliliği var. 1950’den itibaren kesintilerle de olsa seçimler yapılıyor. Şu an kadın hareketinin yürüttüğü mücadele çok değerli bir mücadele. Alevilerin ve Kürtlerin hak mücadelesi öyle. Kürtlerin varlığı Türklük tahakkümümüzü dizginlemesi açısından çok değerlidir. Bütün o yeni Osmanlıcı, tek sesli tahakküme karşı, bizlerin de çoğulcu, kapsayıcı, eşitlikçi başka bir hayalimiz var. O hayalde ortaklaşıp mücadeleyi birlikte yürütmeye başlamalıyız. Bu ülkeye gerçek barışı ve demokrasiyi getirmek zorundayız. Ben bunu yapabileceğimize inanıyorum.