Savaş bitti

Yazar Nedim Gürsel, Doğan Kitap’tan bu hafta yayımlanacak “Tehlikeli Sevişmeler” adlı kitabında yer alan “Savaş Bitti” başlıklı öyküsünü Cumhuriyet okurlarıyla paylaştı.

Nedim Gürsel

Tahrik edici, kısık sesi bir an bile duraksamadan tanıdı. “Molim!” Yanıtlamadı hemen, kısa bir süre sanki yıllar öncesinden gelen, alıp götüren -çamurlu Tuna’nın kıyısındaki o beyaz kente, isteğin çağrısına sürükleyen- sesin büyüsüne bıraktı kendini. Sonra Fransızca “Benim” dedi. Yine kısa bir sessizlik oldu. Bu kez ses Fransızca “Kimsiniz?” diye sordu, “tanıyamadım”. Adını söyledi. “Ah! Çok zaman oldu.” “Evet...” diye yanıtladı, telefonun ucunda ses öylesine aşina, öylesine yakındı ki, “Hiç de değil, daha dün gibi” demek geçti içinden, ama cesaret edemedi.

“Belgrad’dayım da...”

“Buralara bir daha yolun düşmez sanıyordum”

“Haklısın. Ama savaş bitti artık.” “Yaralar çoktan sarıldı” diyecekti, hiçbir şey söylemedi.

“Sen Novisad’da mısın hâlâ?”

“ Evet.”

Yıllar önce de aynı kentteydi. Evliydi. Belgrad’a gelmiş, ilk kez orada sevişmişlerdi. Belleğinin bir köşesinde sıkışıp kalmış görüntüler kıpırdar gibi oldu. Tuna’ya bakan bir otel odası, iki kişilik dağınık yatak ve hiç ayrılmayacak gibi kenetlenen çıplak gövdeler. Beyaz bir teni vardı. Sarışın çoğunluğa inat esmerdi. Gözleri de simsiyah. Sevişmeden önce otelin lokantasında “Oçi Çorniya”yı dinlemişlerdi. Keman titretiyordu geceyi. Yaşlı garson bir köşede uyukluyordu. Onlardan başka kimse yoktu ortalıkta. Dışarda yağmur yağıyor, Tuna durula bulana akıyordu. Öncedendi. Çok önceden. Ülke parçalanmamıştı henüz. Tarih boyunca birlikte yaşamış, kız alıp kız vermiş, aynı güneşi, aynı suyu, aynı sevinç ve acıları paylaşmış insanlar birbirlerini boğazlamaya başlamamışlardı.

Paris’te hemen her gece, çalışırken yüksek ökçeli ayakkabıların tıkırtısını duyardı. “Odasında bile”, diye geçirirdi içinden, “ayak bileklerini daha ince, boyunu daha endamlı gösteren, o zamanın modasına uygun ayakkabılarıyla dolaşıyor haspa!”. Bu “haspa” lafına da bayılırdı oldum bittim. İlk harfi Rumeli ağzıyla söylemeyip yutarsan, sanki daha sert, çok daha vurucu, onun gibi kocaman, kırmızı ağızlı, esmer güzeli bir genç kadına çok daha yakışan bir tınısı vardı: “aspa!”. Öğrenci yurdundaki odasında lambası sabaha dek yanar, iğneyle kuyu kazar gibi bilinçaltının derinliğinden çekip çıkardığı Türkçe sözcüklerin beyaz kâğıttaki biçimlerini aydınlatırdı. Tıkırtılar sabaha karşı azalır, derken büsbütün kesilirdi. “Kimbilir ne derdi var ki”, diye düşünürdü, “böyle sabaha dek gidip geliyor odasında. İşte ayakkabılarını çıkardı. Giysilerini de çıkardı. Ve çırılçıplak girdi yatağa. Ülkesindeki coşkun ırmaklar gibi akıp gidecek karanlığın içinden”. Onunla olsaydı, olabilseydi, o dar öğrenci yatağında birleşseydi gövdeleri, birlikte akıp gitselerdi çağlayarak, köpürüp coşarak. Neretva gibi. Neretva’yı görmemişti henüz. Sonradan kan renginde akacak Milyaska’yı da. Tuna çocukluğundan kalma bir şarkının adıydı. Tuna’yı da görmemişti o yıllarda. Fransa’nın tüm ırmaklarıyla tanışmıştı da, Yugoslavya’nın ırmaklarını ıskalamıştı. O çok sevdiği, sürgünde ölen şair gibi Varna’da değil ama Belgrad’da tanışacaktı Tuna’yla. Yeşil tepelerin arasından öyle ağır aksak, beti benzi atmış gibi sapsarı, çamur renginde aktığını görecekti.

Paris’te öğrenci yurdunda odaları yan yanaydı. Ülkeleri de komşu sayılırdı. Ama Belgrad’da, kuytu bir otelin karanlık odasında sevgili olmuştular. Sırp kadınlarının çekiciliği, endamı vardı duruşunda, oysa Bosna’da doğmuş, Neretva’nın kıyısında büyümüştü. Annesi Müslümandı, babası Sırp. Babası bir Sırp kadınla yeniden evlenince Novisad’a onun yanına gitmiş, liseyi orada bitirdikten sonra Paris’e gelmişti.

“Evli misin hâlâ ?” diye sordu. Telefonun ucundan bir gülüş duyuldu. Derken bir kahkaha patladı. Hep o tahrik edici, ilk duyuşta insanı baştan çıkaran kısık ses:

“Üçüncü kocadayım.”

Bu yanıtı beklemiyordu. Şaşırdı, ne diyeceğini bilemedi bir an, sonra:

“Allahın hakkı üçtür” diyebildi.

“O siz Müslümanlar için geçerli.”

“Sen de yarı Müslüman sayılırsın.”

“Evet ama, o dosyayı kapattım çoktan. Annemi görmeyeli yıllar oldu.”

“Beni görmeyeli de.”

“Savaşta Müslümanların yanındaydın. Saraybosna izlenimlerini okudum. Sırplara atıp tutmakla yetinmedin, soykırımla bile suçladın bizi.”

“Seni ya da sizi değil, yöneticileri suçladım. Çoluk çocuk demeden Müslümanları öldüren, kadınların ırzına geçen milisleri. Sivilleri keklik gibi avlayan keskin nişancıları.”

“Neyse, bunları tartışmayalım şimdi. Ne istiyorsun?”

“Seni.”

“Beni mi? Artık yaşlı bir kadınım ben.”

“Ben de pek genç sayılmam. Buraya gel, yine Belgrad’da buluşalım.”

Sessizlik çok uzadı bu kez, ya da ona öyle geldi. Neden sonra kısık ses yeniden fısıldadı:

“Belgrad’da ha Bir daha oraya ayak basarsam Allah belamı versin dediğin kentte.”

“Sen de her şeyi yakından izlemişsin. Evet savaşta taraftım. Belgrad’la tüm köprüleri atmıştım.”

“Balkanlar’da önemi vardır köprülerin, öyle istediğin gibi koparıp atamazsın. Her birinin harcı kanla yoğrulmuştur.”

“Mostar Köprüsü’nü onun için mi yıktınız?”

“Ya siz? Belgrad’ın, Novisad’ın köprülerini ne yaptınız?”

Tartışma kızışmıştı. Eski günlerdeki gibi.

“İstersen”, dedi kadına, “buraya gel. Yüz yüze konuşalım.”

“Ne gerek var?”

“Evet, gerek var. Savaş bitti artık. Ama benim sana olan aşkım bitmedi.”

Yine bir sessizlik. Yıkılan köprüler, tepelerle çevrili kente yağan bombalar; ölen, sakat kalan masum insanlar... yüzyılın en uzun kuşatması. Saraybosna’da geçirdiği günleri anımsadı. Bir yokuştan Milyaska’nın kıyısına inerken kulağının dibinde vınlayan kurşunu. Ölebilirdi. Neden sonra:+

“Benim de”, dedi telefonun ucundaki kısık ses, “benim de sana olan aşkım bitmedi. Ama gelemem.” Ve telefon kapandı. Yeniden aramayı düşündü, sonra caydı. Balkona çıktı. Beyaz kent ayaklarının altındaydı. Her zamanki gibi çamurlu, kentin içinden akıp gidiyordu Tuna.