'Sansür', 40. İstanbul Film Festivali'nde
İngiliz sinemacı Prano Bailey-Bond’un “Censor” (Sansür) adlı filmi 40. İstanbul Film Festivali bünyesinde izleyiciyle buluşuyor. 80’li yıllarda bir sansürcünün başından geçenleri anlatan film ucuz bütçeli, kanlı korku filmlerine de bir anlamda yeniden itibar kazandırıyor
Emrah KolukısaBundan 20 yıl sonra ne olur bilemeyiz ama hiç şüphesiz İngiltere yakın tarihinin en travmatik dönemi, ‘Demir Leydi’ ünvanıyla ülkeyi gerçekten de demir yumrukla yöneten Margaret Thatcher’ın iktidarda olduğu 80’li yıllar. Aslına bakarsanız dünyanın başka coğrafyalarında da 80’lerin hayırla anıldığı söylenemez. ABD’de Ronald Reagan dönemi, Türkiye’de 12 Eylül darbesinin dalga dalga yayılan ve büyüyen etkileri hep 80’li yılların karanlığına denk düşen zamanlar. Üstelik bu dönemin ardından görece bir özgürlük patlaması gelmiş gibi görünse de (Berlin Duvarı’nın yıkılmasında somutlaşan bir özgürlükten söz ediyoruz) sonrasında yine hiç de parlak sayılmayacak zamanlar yaşadık (beyaz Toroslar desem yeterli olur mu?). Başa dönecek olursak, evet İngiltere 80’li yılları bir hayli travmatik bir şekilde geçirdi ve The Smiths’in şarkıları bile o günleri kurtaramadı. 1982 doğumlu Prano Bailey-Bond’un ilk uzun metrajlı filmi “Censor” (Sansür ya da Sansürcü) işte o yıllarda evlerde izlenen video filmleri denetleyip sakıncalı bulduğu sahneleri kesen bir sansürcünün başından geçenleri anlatan son derece sağlam bir korku filmi.
Sansürün kökleri bir hayli derine gidiyor İngiltere’de ama Bailey-Bond özellikle video çılgınlığının tüm dünyayı sardığı dönemi ele almış “Censor”da. O dönem piyasayı saran ucuz bütçeli ve alabildiğine kanlı korku filmlerini de ‘video nasties’ olarak adlandırıyorlar ve sıkı bir denetime tabi tutuyorlar. O yıllarda İstanbul’un muhtelif video dükkanlarını talan edip bulabildiği her korku filmin izleyen biri olarak bu ‘nasty’ filmlerin nasıl bir bağımlılık yarattığını iyi bilirim, o yüzden “Censor”a ayrıca sempatiyle yaklaştığımı tam bu noktada belirtmeme izin verin. O dönemden favori filmlerimiz arasında “Re-Animator”, “Texas Chainsaw Massacre”, “I Spit On Your Grave” ve “The Evil Dead” gibi bazı klasikleri sayabilirim; fırsat buldukça da hala izlerim.
Filmin merkezindeki Enid (Niamh Algar) çocukken kız kardeşinin ortadan kaybolmasının onda yarattığı travmayı asla atlatamamış ve neler olup bittiğini tam olarak anımsayamasa da onun hala hayatta olabileceğine olan inancını da hiç kaybetmemiş. Enid’in kanlı sahneleri sansürlemesini bir anlamda kardeşinin başına gelenleri anımsayamayışı ile (yani bir anlamda kendi hafızasını sansürleyişi ile) dengeliyor Bailey-Bond ve filmin devamını da bu ikilik üzerinden inşa ediyor. İzlediği bir filmde kendisi ile kız kardeşinini yaşadıklarının bir yansımasını bulan ve ünlü bir korku filmleri oyuncusunun aslında çocukken kaybolan kız kardeşi olduğuna kanaat getiren Enid yıllardır izleyicisi ve elindeki sansür makasıyla bir anlamda hakimi olduğu bu karanlık ve kanlı dünyaya girerek beklenmedik bir kurtuluş aramaya koyulacaktır.
Prano Bailey-Bond ilham kaynakları arasında Lucio Fulci gibi ‘giallo’ üstadlarından tutun da “Cannibal Holocaust” (Ruggero Deodato), “Let’s Scare Jessica To Death” (John Hancock), “Nightmares in a Damaged Brain” (Romano Scavolini), “The Evil Dead” (Sam Raimi) gibi korku klasiklerinin yanı sıra örneğin Haneke imzalı “The Piano Teacher”ı da sayıyor ama filmi izlerken benim aklıma ilk gelenlerden biri Peter Strickland’in “Berberian Sound Studio” adlı filmi oldu. İki film de korku sinemasına dair benzer bir yaklaşıma sahip ve baş karakterin gerçekle hayal arasındaki alaca bölgede kayboluşunu anlatıyor. Doygun renkleri ve gölgeli ışıklandırmalarıyla da benzeşen iki film görsel anlamda yüksek bir estetik sunarken; “Censor’ın baş karakterinin kadın oluşu Bailey-Bond’un filmine daha anlamlı bir derinlik kazandırıyor. İşin ilginç yanı 2015 yılında “Nasty” adında bir kısa film çeken ve “Censor”ı temelde bu kısa filmden hareketle yazan Bailey-Bond’un ilk filmde erkek bir karakteri kullanmış olması… Bailey-Bond kadın-erkek meselesi için fazla bir şey söylemiyor ama bir söyleşide “Korku kötü bir şey değil bence” diyor ve ekliyor: “Hatta tam aksine o korkunun sizde yarattığı bir katharsis, bir iyileşme de olabiliyor. Hem “Nasty” de hem de “Censor”da hep bunun üzerinde durdum; yani korkudan ne elde edebiliriz fikri üzerinde. Genel kanı korku filmlerinin izleyici üzerinde zararlı etkileri olduğu ve sansürlenlemeri gerektiği yönünde. Oysa benim filmimde bir kurtuluş oluyor.”
“Censor” 28 Haziran’dan itibaren çevrimiçi; aynı gün saat 15.00’te Kadıköy Sineması’nda izlenebilir.
FİLMİN NOTU: 8/10