‘Sanatçı değil, emekçiyim’

İstanbul Kültür Sanat Vakfı’nın düzenlediği 40. İstanbul Film Festivali’nde onur ödüllerinden birinin sahibi olan Suna Selen, 40 yıldır Cumhuriyet okuru.

Orhun Atmış

Kadıköy’de yaşamaya başladığım son 4 yıldır en büyük heyecanlarımdan biri, bahar aylarına denk gelen İstanbul Film Festivali’ydi, pandemiye kadar. Festival kitapçığından film seçerken Rexx ile Kadıköy Sineması arasında mekik dokuyacak şekilde olmasına özen gösterirdim. Sabah 11.00’de başlayıp 21.30’daki son seansa kadar tüm günü film izleyerek geçirdiğim olurdu.

İstanbul Film Festivali’nin iç ısıtan özelliklerinden biridir: Her sene salonlara doluştuğunuzda “uzaktan tanıdık” yüzlerle karşılaşırsınız. Sizi de tanıyanlar çıkarsa ufak bir selam verirsiniz ya da bazılarıyla arkadaş olursunuz. Kadıköy’deki festivalciler arasında en sık karşılaştığım yüzlerden biri de Suna Selen olmuştur hep. Uzun boyu, belindeki rahatsızlık nedeniyle taşıdığı bastonuyla her yıl festivalin daimi yüzüydü. Ve bu yıl çok da anlamlı bir nedenle konuşma fırsatı buldum:

İKSV 40. İstanbul Film Festivali onur ödüllerinden biri Suna Selen’e verildi. Kendisini bu konuyla ilgili arayıp adımı söylediğimdeki kibarlığı içimi ısıttı: “Biliyorum efendim, Cumhuriyet okuruyum” diyordu.

Kadıköy’de Nâzım Hikmet Kültür Merkezi bahçesinde mesafeli bir ortamda buluştuk. Erken gitmiştim ama o daha da erken gelmiş kahvesini yudumluyordu. “Ben tiyatrocuyum, her zaman erken gelirim” diye gülümsedi.

Neredeyse 40 yıllık Modalı. Öncesinde de Büyükada’da oturmuş, Kadıköy’ün son zamanlarda kalabalıklaşmasından rahatsız değil, “Buranın özgür havasından” diyor.

Söyleşimize oyunculuk kariyeriyle ilgili bilgi ve notların olduğu dokümanlarla gelmiş; ödülleri, oyunlar, yapımlar! “Kopya çekmek için” diyor gülerek.

‘HAVALARA UÇTUM’

Sohbete onur ödülüyle başladım tabii, ne hissetmişti öğrendiğinde? “Havalara uçtum” diye yanıtladı. Diyarbakır Devlet Tiyatrosu’nda görev yaptığı 5 yıl dışında İstanbul Film Festivali’ni izlemişti hep. 2003’te “Gönderilmemiş Mektuplar” filmiyle en iyi kadın oyuncu ödülünü aldıktan sonra 10 yıl boyunca açılış törenlerine de katılmış ama daha sonra davetiye gelmeyince gidememişti. “Gitseniz kapıdan çevirmezlerdi” dediğimde “Davetiye istemek lazım, istemeyi de hiç sevmem. Ben kendimi sanatçı olarak değil, sanat emekçisi olarak görüyorum. Emekçi olarak gördüğünüz zaman büyüklük duygusuna kapılmıyorsunuz” diye açıkladı, kendisine olan saygısını!

Pandemi yüzünden festival, fiziksel olarak yapılamazken dijital ortamdaki seçkilerini de takip edemediğini söylüyor Selen. Bilgisayarla pek arası yokmuş, adına açılmış Instagram sayfasını da arkadaşının yönettiğini açıkladı.

‘Tiyatroculuğumla hava attığım tek yer...’

Filmografisinde onlarca film yer alan Suna Selen, unutamadığı rolünün 1970 yılı yapımı “Pamuk Prenses ve 7 Cüceler” filmi olduğunu anlatıyor. Antalya Altın Portakal Film Festivali’nde kendisine “En İyi Yardımcı Kadın Oyuncu Ödülü”nü getiren rolü unutamamasının nedenini ise şöyle anlatıyor: “Çocukken beni Walt Disney’in Pamuk Prenses ve 7 Cüceler filmine götürdüler. 5-6 yaşlarındaydım. 2. Dünya Savaşı zamanı, sobalı oda, annemle babamın ortasında yatıyordum. Kız kardeşim doğunca yataklarına onu aldılar, bana bir çocuk yatağı alındı. Ben o yatakta yalnız kalınca oyuncak bir ayıyla uyumaya başladım (O yaşından beri çantasında taşıdığı ayıyı gösteriyor). Gece uyanıp duvarda, filmdeki cadıyı görüyordum. Cadı benim kâbusum olmuştu. Senelerce ne zaman kâbus görsem o Pamuk Prenses’in cadısıydı. 28-29 yaşlarında Özdemir Birsel, bana Pamuk Prenses ve 7 Cüceler’deki kraliçe rolünü teklif etti. ‘Cadıyı kim oynayacak?’ dedim, ‘Ona uygun yaşlı birini bulacağız’ dedi. Hayatımda tiyatroculuğumla hava attığım tek yerdir, ‘Ben tiyatrocuyum, cadıyı da oynarsam oynarım, oynamazsam kabul etmiyorum’ dedim. Cadıyı da ben oynadım ve bir daha rüyalarıma girmedi. Drama terapi dedikleri şey var ya, onu ben yaşadım.”

Eski söyleşilerinden birinde “Bizim neslimizde umutsuzluk yoktu” demiş. Hatırlatıp nedenini soruyorum, “Özellikle gençler arasında umutsuzluk çok yaygın” diyor Selen. Selen, “Dibe battığını hissettiğin zaman insanın içinde yukarı çıkmak için bir inanç doğuyor. Çocuklarımın hepsi yurtdışına gitmek istedi. Orada okumak istediler, ama ben istemedim. Şuna inanıyorum, bir ülkede yabancı olmak çok zor. Her şeye rağmen burası bizim ülkemiz” diye açıklıyor.

‘Dava kazanayım diye konservatuvara yolladılar’

Usta sanatçı, tiyatrocu olmasının hikâyesini de şöyle anlatıyor: “Ailem bana yazıhanelerini devretmek için hukuk okumamı istiyordu. Beşiktaş Atatürk Lisesi’nde okurken sanata yeteneği olan çocuğu ise o alana yönlendirirlerdi. Ortaokulda müsamerede Timurlenk rolünü oynuyordum. Öğretmenler karşısında ayak kaldırmak çok hoşuma gidiyordu, muzırlık var ya... Ankara’dan gelenler pek beğenmişler, konservatuvara yollayın demişler. Müdire hanım babamla konuşuyor, babam da eve geldiğinde anneme ‘Suna’yı konservatuvara yollamamızı istiyorlar’ dedi. Annem de ‘Ne yapacak orada?’ diye itiraz edince babam, ‘Hanım, konservatuvara giderse düzgün konuşmayı, sesini idare etmesini öğrenir; hâkimi etkiler, dava kazanır’ diye ikna etti. Yani beni konservatuvara dava kazanayım diye yolladılar.”