Samsun'a Şimdilerde Çıksaydı Neler Söylerdi?
cumhuriyet.com.trYönetici güçlere ram olmuş bir yazılı-görsel medyanın da alkışları eşliğinde garip isimli davalarla toplumun zinde güçlerinin ve çok iyi yetişmiş beyinlerinin peşine düşülüyor. Bu ve benzeri konularda toplumun çeşitli kesimlerinde beliren tedirginliğin dile getirilmesi durumunda da sinirli bir tahammülsüzlük tepkisi sergileniyor. Garip bir saltanat eylemi tavrı içinde...
O, büyük adam Samsun’a doksan küsur yıl sonra bir kere daha çıksaydı… Elbette hayal ve düşünsel fantezi... Ama biraz imgelem çalıştıralım. Belki o dönemlerin utkusuyla, coşkusuyla günümüzün perişanlığını karşılaştırmak üzere bazı ipuçları yakalayabiliriz. Deneyelim.
Büyük Nutuk’un hemen girişindeki o görkemli “manzarai umumiye” değerlendirmesinden yola çıkarak, büyük adam herhalde vurucu ve kalıcı şeyler söylerdi. Benzersiz beyin gücü, alabildiğine derin insan, toplum sevgisinin yanı sıra devasa bir toplumsal angajmanın yetkinliğiyle kim bilir neler söyleyecekti?
Şöyle bir şeylerle söze gireceğini hayal edelim… “Ülkemin tersanelerine, uzay kalkanı üslerine yabancılar el koymuş olabilir. Seni komşu ülkelere saldırtmak için cihan âlem ayağa kalkmış olabilir. Ulusal onur duygusunun güven ve huzur vericiliğini hiç yaşamamış iktidarlar seni millici ve Kuvayi Millici benliğinden uzaklaştırmış da olabilir. Ama soylu geçmişinle bunlara karşı koyabilmelisin. Fazla gecikmeden karşı koyma yoluna düşmenin zamanıdır…”
Hemen arkasından “Yurtta sulh cihanda sulh” ilkesinden söz ederdi, herhalde:
“Cihanda sulh” kavramının belirlediği bekleyişlerden dünyada epeyce uzaklaşılmışa benziyor. Ama bizim buradaki durum daha vahim. Bölgesindeki ülkelerin işlerine çok beceriksizce karışan bir Türkiye var ortada. Bölgenin köklü, bir ağabey ülkesi olarak Türkiye’nin vakur bir dengeleyicilik içinde olması gerekirken uzaklardan gelen kışkırtmalarla komşusunu ısırmaya kalkan bir konuma girmesi çok acıklı…
“Yurtta sulh”, ulusal dirlik düzenliğimizin yürürlükte olması demektir. Biz tarihin en şanlı olayına, o mucizevi İstiklal Savaşı’na Türk - Kürt - Azeri - Balkanlı - Sünni - Ale-vi - gayrimüslim ya da muhafazakâr - serbest düşünceli yurttaş ayrımını yapmadan giriştik. Bağımsızlık ateşi çevresinde halkalanmış dayanışmalı tek bir bloktuk. Cumhuriyetin çağdaşlaşma arayışlarının coşkusu tek yürek davranışını pekiştirmişti. Ancak sonraki aşamalarda ve özellikle son on yılda yoğunlaşmış düşünsel yetisizlikler ve yönetsel beceriksizliklerle ülke içi dengeler altüst olmuşa benziyor. Kargaşa ve karşılıklı yiyişme içinde buna bir çözüm bulunmasını harici ve dahili bedbahların hiçbiri arzulamıyor. Doksan küsur yıl önce yaptığımız gibi Anadolu topraklarında birkaç ay dolaşabilsek, bu sorunlar kümesini rahatlıkla kökünden çözerdik. Bu, toplumun, liderine gündelik bireysel çıkar ve tüketim paylaşımı hesaplarının çok ötesinde tam bir kucaklaşmayla yakın gelinmesini gerektirmektedir.
Oy pazarları
Günümüzdeki gibi ulusal üretime hiç katkıda bulunmadan seçimlerde oy pazarları oluşturma ve politik yandaşlık sergileme yoluyla açıktan beslenen büyük kitlelerin var olabileceğini hayal bile edemezdik, Samsun’a doğru yol alırken…
Emek, üretim, verim kavramlarının ölçülü ve tasarruflu bir harcama anlayışı içinde benimsenmesine gayret ettik. O günlerin el verdiği ölçülerde ulusal sanayi hamlesini başlatmıştık. Arkasındaki öğe ithalatı azaltıcı yerli üretimi gün ışığına çıkarma gayretleriydi. O dönemlerin önemli ekonomik dayanağını oluşturan tarım alanında gelişmeye sahip çıkıp yardımcı olacak uzmanların yetiştirilmesine önem verdik. Ayrıca, temel büyük bir potansiyel gözüyle baktığımız “eğitim”e ağırlık vermiştik.
Eğiticiliği ve öğretmenlik uğraşını yetkin ve saygın bir meslek konumuna ulaştırmayı istedik. O dönemin öğrenme ve öğretme coşkusu dünya için örnek oluşturacak bir düzeydeydi. Günümüzün eğitim curcunasıyla oraya buraya ekilmeye çalışılan dinsel eğitim bağlantılı tohumlara bakıldığında, hayretlere düşüyor ve derin üzüntü duyuyoruz. Bu memlekette, yüksek eğitim olayında YÖK gibi yalan yanlış kurumlaşmalarla ve vicdan hürriyeti adı altında kıyafet düzenine tanınan ilkel serbestilerle boğuşmak zorunda kalınabileceği hesapta hiç yoktu.
Kandırmaca tüketim
Tasarruf anlayışından ve ilkesinden tüketim hovardalığına geçiş elbette kendiliğinden olmadı. Küreselleşme denen kandırmaca tüketimi arttırma yolunda direktifler verdi. Üretimi güya arttırmak için gerekli ara malların dışalım yoluyla edinilmesi kaçınılmazdı. Tüketim amaçlı ithalatla birlikte dış ödemeler açığının kapanması böylece hayal olacaktı; oldu. Tüketim hummasının, gittikçe yayılması mevcut iktidar tarafından neredeyse kamçılanıyor. Günümüz iktidarının kuvvetle desteklediği borçlanarak tüketim eğilimi daha nerelere ulaşacak? Buna karşılık, geleneksel tarım ülkesi bir Türkiye besin maddeleri ithalatına mahkûm kılınıyor.
Yoğun kentleşme içindeki bir ülkede çok inşaat işi kendini gösterir. Ancak şimdilerdeki yapı etkinliği üretim tesislerine değil, tüketsel kullanımı ağırlıklı bir yığın anlamsız binanın inşa edilmesine yöneliyor. Ankara’nın yüzyıl öncesindeki köylük halinden çıkarılıp akılcı kentsel gelişme çizgisinde yapı birimlerine kavuşturulması anlamlı ve uygar bir kentsel gelişme denemesiydi. Hâlâ soluk alınabilecek parklı, bahçeli, ağaçlı köşeleri bol bir kent yaratmaya çalışılmıştı. İnanılmaz bir çirkinliğe kavuşturulan Ankara kent merkezinde bizim diktiğimiz ağaçların kesilmesinden, ayrıca üzüntü duyuyoruz. İstanbul’un tarihi karakterine uygun düşmeyen yaklaşımlarla “dönüşüm” yutturmacası adı altında gayrimenkulden rant sağlamaya zaten yatkınlaştırılmış bir toplumda ortalığı çirkinlikler pazarına çeviren bir yapılaşma ağının tuzağına düşülmüş bulunuluyor. Geçen yıl “Avrupa Kültür Merkezi” gibi uluslararası dikkat çekebilecek bir konumu, akıl almaz bir kültürsüzlükle heba etmiş bir yönetim bilinçsizliği yaşadık. Özellikle son on yıldır, birbirinden ucube alışveriş merkezi binaları ve ruhsuz yapı birimlerinin yan yanalığıyla oluşturulan modern“!” site tesisleri çağdaş kentsel yaşama çok endişe verici biçimde damgasını vuruyor.
Eskilerden bir kez daha söz edelim. Bu şanlı savaş kazanılıp Cumhuriyet dönemi başladığında halkın ve toplum katmanlarının haklarını güvence altına alan bir devlet yönetim düzeni kurmaya çalışmıştık. Yasalar, yargı düzeni, devletin ve toplumun yönetiliş biçimi çağdaş akılcılığa dayanılarak oluşturulmuştu. Bazı kesimlerden yöneltilen “din düşmanlığı, zındıklık” suçlamalarına aldırmaksızın akıl ve gelişme yolunda yürümeye gayret ettik. Bunca yıl sonra laikliğin çağdaşlık ve akılcılık arayışı simgesi olduğu açıkça ortadayken, tüm Cumhuriyet kazanımlarının bir nefret odağı haline dö-nüştürülmesi çok endişe verici. Bu, geri gidişe işaret ediyor.
Bunun yanı sıra, okumuş ve aydın insana çok sert bir yan bakış son dönemlerde sürekli biçimde ortaya dökülüyor. Yönetici güçlere ram olmuş bir yazılı-görsel medyanın da alkışları eşliğinde garip isimli davalarla toplumun zinde güçlerinin ve çok iyi yetişmiş beyinlerinin peşine düşülüyor. Bu ve benzeri konularda toplumun çeşitli kesimlerinde beliren tedirginliğin dile getirilmesi durumunda da sinirli bir tahammülsüzlük tepkisi sergileniyor. Garip bir saltanat eylemi tavrı içinde...
Oysa, biz, Büyük Savaşta sadece İngilize, Fransıza, İtalyana, Yunana karşı değildik. Büyük bir kavga da o teslimiyetçi sultanlık anlayışına karşı verilmişti. Ve kazanmıştık. Hatırlana...