Samancılar: Kurtuluşumuz yine bizim kadınlarımızda

Hem Antalya’da hem de Adana’da En İyi Erkek Oyuncu ödülünü alan Menderes Samancılar nadir görülen bir başarıya imza attı. Usta oyuncuyla bir araya geldik ve sinemadan şiire, Tarık Akan’dan Yılmaz Güney’e uzanan keyifli bir söyleşi yaptık.

Emrah Kolukısa

Menderes Abi heyecanlı. Hayır, yanlış, ben heyecanlıyım, o keyifli. Heyecanlıyım zira karşımda sinemamızın en önemli oyuncularından biri var ve aklımda ona sormak istediğim sayısız soru. O keyifli zira birçok oyuncunun hayalindeki şeyi başardı ve “duble” yaptı. “Aga merhaba” der demez de, belli ki yeni geçmiş mevzu, Onat Kutlar’dan dem vuruyor. Bir taraftan arkadaşımız Vedat onun fotoğraflarını çekerken, bir taraftan da o, nasıl Onat Kutlar’ın son saatlerinde hastanede kendisine yumruğuyla “bomba gibiyim” işaretini yaptığını anlatıyor ve ekliyor: “Ne acı ki, Onat Abi’yi aramızdan alan da bir bomba oldu.” Keyfine hüzün çöküyor, gözlerinin önünden bir bulut geçiyor. Ama toparlanıyor sonra yeniden ve güçlü olmak gerektiğinin bilinciyle belki de karşıma kurulup “Sor bakalım aga” diyor. Sor bakalım.

‘İşi sağlama aldım’

-Hem Antalya’da hem de Adana’da En İyi Erkek Oyuncu ödülünü siz aldınız bu yıl. Dünyada da bazen olur, bir oyuncu o yıl içinde bütün ödülleri silip süpürür ama bizde çok sık rastlanmaz buna. Ne hissediyorsunuz bu konuda?

Çocukluğumda mahalle aralarında futbol oynardık. Maç yaptığımız topları da, harçlığımızı biriktirerek satın alırdık. Topun kolayca yırtılmaması için de çift dikişli olmasına dikkat ederdik. Ben de yıllardır özlemini çektiğim şekilde, her iki festivalde de aynı şekilde ödüllendirilmeme, işi sağlama alıp çift dikiş yaptım diyorum. Tabii ki bunlar işin şakası, ödül almak bir anlamda da sanatçıyı diri tutar ve yapması gereken daha çok iş olduğunu hatırlatır. Keşke bu ödülleri aldığımda Tuncel Kurtiz ve İhsan Yüce de yanımda olsaydı, bu mutluluğu onlarla paylaşmak isterdim. Bugün bu meslekte ayakta durabiliyorsam bunda en büyük pay, o güzel dostlarımın ve ustalarımındır.

‘İçimi şiirle döküyorum’

-Keşke Onat Kutlar da olsaydı, değil mi?

Tabii, Onat Abi mesela bana hep “Sen ileride çok iyi bir oyuncu olacaksın” derdi.” Biraz daha yaşlanman gerekiyor, hatlarının oturması gerek” derdi. Demek ki hatlarımız anca oturdu. Tabii ki fiziki hatların oturması yetmiyor, kafanın da yerine oturması gerekiyor. Sadece iyi sanatçı olmak yetmiyor, iyi ve duyarlı insan olmak gerekiyor. Halkının söyleyemediklerini söyleyecek ve acılarına ortak olmayı becerebileceksin. Eğer ki yaşadığımız ülkede kadınlarımız öldürülüyor, tekmeleniyor, çocuklarımız tecavüze uğrayıp kurşunlanıyorsa o ülkenin sanatçısı sessiz kalmamalıdır.

-Sizin bir de şair tarafınız var. Son şiir kitabınızda da Berkin var içinde mesela, başka acılar var. Şiirde de kendinizi ifade ediyorsunuz adamakıllı. Buna neden ihtiyaç duyuyorsunuz, oyunculuğun yetmediği bir alan mı o?

Ülkemizde bunca ünlü ve usta şairler varken ben kendime şair demeye utanırım şahsen. Bunu çok samimi söylüyorum, ben sadece içimi dökmüş olmak için şiir yazıyorum. Özlemlerimi, acılarımı, öfkelerimi yazıyorum, uyanık kalmak için kendime mektup yazıyorum. Ülkemde kalıcı barış ve birbirimizi sevmemizi, ötekileştirmememizi istiyorum, özetle bu isteklerimi anlatmaya çalışıyorum.

‘Birbirimizi seveceğiz'

-Halka içli dışlı yaşayan bir sanatçısınız. Uzaktan bakmaktansa yakın olmayı tercih ediyorsunuz. Zor olmuyor mu?

Seviyorum halka iç içe yaşamayı. Her gün en az 10 kişiyle tanışıyorum. Bazen 50’ye kadar çıkıyor bu sayı. Çünkü metroyla da yolculuk yapıyorum, belediye otobüsünü de kullanıyorum, vapur kullanıyorum, bir vatandaşla karşılaşıyorsun, biri kartını veriyor, biri telefonunu veriyor. Ben telefonumu her isteyene veriyorum. Derdi olan arasın kardeşim. Ne olacak, beni taciz mi edecek?

-Peki var mı sizi böyle arayan?

Çok

-Ne istiyorlar?

Merhaba demek için aradım diyor. Sesini duyayım abi, arkadaşlarla oturuyoruz seni özledik diyor. Dünyanın her yerinden geliyor telefon. Seviyorlar. Şu yaptığın olmamış diyor mesela. Ben mesela ödül aldığımda şey dedim, bizim acılarımız bize yeter. Bu bizim acılarımız bize yeteri açtığımızda bizim buzdolabında ölen çocuklarımız da var, ülkede şehitler de var... Çünkü onlar da bizim kardeşlerimiz. Hepsiyle iç içe yaşamışız, dev bir kültürüz. Suruç’ta patlayan bomba da var, Ankara’daki bomba da var, İstanbul Havalimanı’nda patlayan bomba da var. Bizim acımız yeter derken, ülkemizin başına gelen 15 Temmuz olayı da var. Bunların hepsi dert. Yani hepsi bizim sancımız. Ben bunların hepsini topladım, bizim acımız bize yeter... Ben sana bir şey söyleyeyim mi, bu ülkenin kurtuluşu yine bizim ülkemizin kadınlarında. O cepheye top taşıyan kadınlar, bugün saçlarını kanla yıkayan kadınlar, Galatasaray Lisesi’nin önünde oturan kadınlar, oğlunun askerden dönmesini bekleyen, dağdan oğlunun dönmesini bekleyen kadınlar, hepsi ana. Anaların acısı aynı bana göre. Anaların acısı bir, önce bunu kavramamız lazım. Herkes her şeyi söylesin, ama söylenen her şeyin arkası yeter ki doğru ve kalıcı bir barışa gitsin. Bizim birbirimizi sevmekten başka çaremiz yok.

 

 

‘Bu ülkede devrim yapan tek kişi Yılmaz Güney’dir

-Peki Yılmaz Güney? Siz ona dönem itibarıyla yetişemediniz tabii...

Tanıştım sadece. Konuşmalarımız sohbetlerimiz oldu. “Endişe” filmini çekmeye gidiyordu, dayım dedi, dönüşte kaldığımız yerden devam ederiz, önümüzdeki projelerde birlikte çalışırız dedi. Ama işte olmadı, bizim de boğazımızda kaldı öyle.

-Önemi büyük tabii sinemamız için.

Her şeyde belirleyici olmuştur. Yani Adana’da hepimizin oyuncu olmasının, oyunculuğa bu kadar meyletmemizin altında birinci kişi Yılmaz Güney’dir. Hepimiz doğuştan önce Yılmaz Güney gibi artist olmak için yola çıkarız. Eli kalem tutan Yaşar Kemal’i geçmeye çalışır, Orhan Kemal’i geçmeye çalışır. Geçen bir yerde şunu söyledim, bu ülkede devrim yapan bir tek kişi var: Yılmaz Güney. Sinemada devrim yarattı Umut filmiyle. Ülkemizin gelmiş geçmiş, gördüğümüz tek devrimi Yılmaz Güney’in Umut filmiyle yaptığı devrimdi.

Tarık Akan...

-Tarık Akan’la “Karartma Geceleri”nde de kısa bir rol oynadınız.

Orada da kısa. Orada da Tarık Akan’ı sürekli takip eden polisi oynadım. Çok kısa bir roldü. Yusuf Kurçenli, rahmetli, dedi ki “Bu rolü senden başka kimsenin oynamasını istemiyorum”. Ben de istemiyorum dedim. “Halkalı Köle” de öyle. Orada da Tarık aradı “Oğlum şöyle güzel bir rol var, benim yeğenim olacak. Benim senden iyi yeğenim mi var” dedi. Tamam dayıcığım dedim, geliyorum, gittik onu da öyle çalıştık.

 -Tarık Akan demişken, çok erken bir kayıp değil mi?

Şöyle hüzünlü bir anım var. Tuncel Kurtiz’in cenazesini, törenden sonra Arif Keskiner, ben ve Tarık aldık, cenaze arabasının arkasına düştük, Kaz Dağları’na doğru gidiyoruz. Eskihisar’dan arabalı vapura bindik. Cenaze aracı vapurda önde sol tarafta, biz de çay içmek için yukarı çıktık. Üst terasta Tuncel Abi’ye bakarak çaylarımızı içiyoruz. Bir ara yanımıza gelen vatandaşlar Tuncel Abi’nin cenazesi nerde diye sorunca bulunduğu yeri gösterdik. Biraz sonra bir baktık, on on beş kişi cenaze aracının etrafında dolaşarak tabuta dokunuyorlar, ağlayanlar var. Tarık dedi ki, “Lan Mendo” dedi, “Bu kadar sevilir mi lan bir insan?” dedi. “Acaba biz ölürsek, bizi nasıl yolcu edecekler, bizim etrafımızda kimse olacak mı?” dedi. Onu yüz binler yolcu ederken o gün söylediklerini düşündüm, canım arkadaşımın. Çok muhteşem bir insandı, güzel adamdı. Kendini halkıyla özdeşleştirdi, hapislerde yattı. Mücadele adamıydı, halbuki istese kabuğuna çekilir, ayağını uzatır yaşardı. Paraya pula da ihtiyacı yoktu. Ama o inandığı şeyler için hep mücadele etti.

 

 

 'Yükselen binalar ne çilelerle sıvanıyor'

Kıvanç Sezer’in yönettiği ‘Babamın Kanatları’ büyük bir inşaatta çalışan işçilerin dramını gerçekçi bir üslupla beyazperdeye taşıyan ve günümüz Türkiye’sinin önemli dertlerine parmak basan bir film. Filmde Menderes Samancılar ailesinden uzak, hasta bir ustabaşını canlandırıyor.

-Babamın Kanatları”na gelirsek...

Filmimiz yabana atılacak bir film değil. Ülkemizin ağır sancılarından birine parmak bastık. İşçilerin sömürülmesi ve haklarının gasp edilmesi, fazla söze gerek yok film her şeyi anlatıyor. İşin doğrusu gerçekten yorucu ve zor bir işti. Filme başlamadan bir yıl önce yönetmenle birlikte Van’a oradan da Erciş’e geçtik. Erçiş’te, geçmişte İstanbul’da inşaatlarda çalışmış işçilerin evlerine konuk olduk, neler yaşadıklarını ne tür acılar çektiklerini dinledik. Konteynırda yaşayanlarla konuştuk. Hepsinin de sömürülme şekli neredeyse aynıydı. Sokaklarda dolaştık, kahvelerde oturduk, konuk olduğumuz evlerde sabahlara kadar sohbetler ettik, güldük ağladık, neticede İbrahim karakterini Van Erciş’ten alıp İstanbul’a getirdim. Ben Erciş’in sokaklarında dolaşırken İbrahim karakteri ruhumu ele geçirmiş beni sokaklara düşürmüştü. Sanki dolaşan ben değil de başka birisiydi.

-Hayalet gibi

Evet, öyle dolaştım. Çünkü kendini bırakmaya orada başladım. Empati yapmaya başladığın anda hastalığın da başlıyor. Sahnenin birinde çok kötü oldum tansiyonum düştü, set arkadaşlarım belimden bağlamamış olsalardı belki de onuncu kattan uçmuştum. Fazla havaya girmenin sonucu her zaman iyi olmayabilir, birinin dürtüp sizi uyandırması gerekebilir. Bazen bakıyorum da, bu meslek pek akıllı işi değilmiş gibi geliyor.

‘Kürtçe dersi aldım’

-Peki dil? Daha önceden biliyor muydunuz Kürtçe?

Ailem 120 sene önce, kan davasından kurtulmak için Adana’ya göç etmiş. Biz 8 kardeş Adana’da doğup büyümüşüz, oranın kültürünü almışız. Annem babam çok iyi Kürtçe konuşurlardı, o dönemin şartları gereği bizim öğrenmemizi istememişler. Ama filme başlarken altı yedi ay Kürtçe dersleri aldım, epeyce de zorlandım, bu yaştan sonra zor geldi, öğrenmekten çok ezberledim ama çok da yoruldum, neyse ki emeğimize değdi.

-Hastalık meselesi peki?

Kostümü giydikten itibaren hasta olmaya başladım, film ilerledikçe kendimi aç ve uykusuz bırakarak sete gelmeye başladım. Sesim hırıltılı çıksın diye sigarayı iki pakete çıkardım. Kendimi hasta etmek için elimden geleni yapmaya çalıştım. Sekiz ve onuncu katlarda çalıştık, betim benzim sararsın diye merdivenleri sürekli hızlı adımlarla veya koşarak çıktım, sürekli bitkin gözükmenin en iyi yolu buydu. Oyunculuk biraz delilik istiyor. Oynadığın kişi olmak için, sete gelirken kendini evde bırakman gerekiyor, bana göre birinci kural bu.

'Kısa rollerle penaltı'

-100’den fazla filmde rol aldınız ama bunların çoğunda karakter rolleri üstlendiniz. Bilinçli bir tercih miydi bu?

Teklifler öyle geldi. Ama şöyle bir şey yani, mesela bir senaryoda öyle bir rol gelir ki, başrolde oynamaktan ziyade onu tercih edersin. İçinden de iyi ki bu rol gelmiş dersin. Kısa rolleri daha çok seviyorum. Bir maçın içinde 90 dakika koşup kan revan içinde bir gol atayım diye uğraşacağına kısa rollerde sana penaltı attırıyorlar.

-“Sis” filminde de penaltınız var.

“Sis” filmi benim meslek hayatımın dönüm noktasıdır. 3-4 dakikalık bir roldü ama Altın Portakal’da bana En İyi Yardımcı Erkek oyuncu ödülünü getirdi. Livaneli rolü teklif edip hikâyeyi anlattığında gözüm kapalı evet dedim, rolün kokusunu almıştım ve yanılmadığıma da çok sevinmiştim. Dört dakikalık rol ama, benim bütün dünyamı değiştirdi.

-Babamın Kanatları” aralık ayında vizyona girecek, şansı bol olsun diyelim.

Biz görevimizi yaptık, gerisi halkımızın. Bu filme gerekli önemi, ehemmiyeti verirlerse biz de arkasından daha güzelini yapmak için yola çıkacağız. Onlardan beklentimiz de bu. Lütfen bir saat, bir buçuk saat ayırıp gelip filmimizi izlesinler. İzlesinler ve uykularının kaçtığını görsünler. Bu yükselen binaların ne çilelerle, ne acılarla sıvandığını bilsinler. Bunların acıyla yoğrulduğunu bilirsen daha saygılı oluyorsun. Filmler de acıyla yoğruluyor. Hamur açar gibi, ekmek yapar gibi yaptık bu filmi. Halkımız yesin diye. Afiyet olsun diyorum