‘Safsata doğamızda var!’

Immanuel Tolstoyevski nam-ı diğer Fularsız Entel, “Safsatalar Ansiklopedisi - Akıl Yürüt(eme)menin Kısa Tarihi” kitabında; “Reytingler için gereken ne varsa hepsini içeren bu geniş coğrafyaya safsata kapısından girmeyi deneyen ilk kişi ben değilim elbette. Aristo denen bir genç hepimizden evvel davranmış. Lakin bizim içeri girince yapacaklarımız biraz farklı” diyor. Amacı "memleketi kurtarmak" veya içinizdeki o maymundan bir “üstinsan” yaratmak değil. Delfi’deki Apollon Tapınağı’na 2500 yıl önce kazınmış o meşhur öğüdü yerine getirmek: "Taşa oturma! Ve... Kendini de tanı biraz! Hepsi bu kadar değil elbette. Biz de kendisine sorduk.

Gamze Akdemir

 (Dönemin cinsiyetçiliğinin sembollerinden

Alcoa Aliminum reklamı - 1953:

"Bu şişeyi bir kadın bile açabilir. Öyleyse tüm kadınlar bu şişeyi kullanmalılar.")


Yaygın akıl yürütme hataları yani safsata bilgisi sizi neden daha mutsuz edecek? veya “Bu kitabı niye okumamalısınız?” Hangi safsataların Latincesi size ortamlarda puan kazandırır?

Ad hominem nedir hepimiz öğrensek, Demokrasi Endeksi'nde 36 sıra atlayıp Papua Yeni Gine’ye yetişir miyiz? Almanya kıskançlığından ne yapacağını şaşırıp bir dünya savaşı daha başlatır mı?

İnsanlık Mars kolonisinden bahsedecek kadar ilerlemişken, insan niye binlerce yıldır yerinde sayıyor?

En son ne zaman bir tartışma sonucu temel bir inancınızı değiştirdiniz?

Akıl yürütme, davranışlarınızın başlangıcı mıdır sonu mu? Zihninizin sürücü koltuğunda mısınız, yolcu koltuğunda mı?

Mantık, inanç, tartışma, özgür irade, evrimsel psikoloji, grup dinamikleri, retorik, öykücülük, aşk, şehvet, intikam… Hepsi bu kadar değil elbette.

Biz de “Safsatalar Ansiklopedisi - Akıl Yürüt(eme)menin Kısa Tarihi” kitabının yazarı Immanuel Tolstoyevski nam-ı diğer Fularsız Entel’e sorduk.

Çizim: ERHAN BAŞ


- Hakkınızda biraz bilgi vermenizi rica ederek başlayalım söyleşimize?

Türkiye’de yetiştim ama hayatımın çoğu yurt dışında geçti. Kutsal mühendis ukalalığı sayesinde, yıllar boyunca haddim olmayan birçok işe el attım. Şu anda hayatımı öğretmenlik, podcast yapımcılığı, yazarlık ve gönüllülük köşeleri arasında sürdürüyorum. 1.85 boyunda, zeki, yakışıklı, esprili, kültürlü, anlayışlı ve aşırı derecede mütevazi biriyim.

- Safsatayı araştırmaya nasıl karar verdiniz?

Kurumsal hayattayken, akıllı ve düzgün insanların resmen çocukça kavgalara tutuştuklarına tanık oluyordum. Normal insanları anormal iletişim şekillerine iten nedir? Bunu merak etmek ve kendimizin de özel olmadığının farkına varmak, yani benzer şartlar altında muhtemelen benzer davranışlar göstereceğimizi düşünmek, benim için bu maceranın başlangıcıydı.

Yalnız akademideki emekçilerin hakkını yemeyelim, onlar orijinal araştırmalar yaparak - özellikle davranışsal ekonomi konularında - sürekli yeni veriler sunuyorlar. Benim gibilerin yaptığıysa bunları sentezleyip değişik açılardan yorumlamaya çalışmak.

KENDİNİ TANI, ZİHNİNİ KEŞFET!

- Mantık, inanç, tartışma, özgür irade, evrimsel psikoloji, grup dinamikleri, retorik, öykücülük, aşk, şehvet, intikam… İnsan doğası hakkındaki görüşlerin evrimini takip eden disiplinlerarası bir yolculuk sunduğunuz. Zihnin bu geniş coğrafyasına safsata kapısından girmeyi deneyen ilk kişi değilsiniz dediğiniz gibi. Sizin bu kapıyı açma, bu kitabı yazma sebebiniz?

Tabii ki zengin olup Bahamalar’da bir ev almaktı. Bunun ötesinde, insanın kendi zihnini keşfetmesinin o garip zevkini paylaşmak istedim. Bizim zihnimiz bambaşka şartlar altında ve kusursuz biçimde değil, “yeterince iyi” biçimde çalışmak için gelişmiş bir organ. Dolayısıyla modern hayatın şartlarında çok kusurlu davranabiliyor ve daha önemlisi, bu kusurlarını da kendinden saklamakta çok başarılı.

Beni heyecanlandıran bunların altını eşeleyip dedektiflik oynamak, yoksa memleketi veya aile hayatınızı kurtarmak gibi bir amacım yok. Yani safsata bilgisinin çok iyi olmasıyla, verimli tartışmalar yapabilme arasındaki bağ sandığımızdan daha zayıf. Bilakis bazı durumlarda safsata bilgisi, karşımızdakini hiç dinlememeye dahi yol açabiliyor.

Freud, insan zihnini bir buzdağına benzetirdi. Suyun altında kalan büyük kısım bilinçdışımız; kendi başımıza düşünerek ulaşabileceğimiz bir yer değil. Ben de safsataları bu buzdağının yüzeyine yansıyan kırıklar ve çatlaklar olarak betimledim. Onları takip ederek, buzdağının normalde göremediğimiz kısımlarına ışık tutabiliriz. Kendimizi tanımaktan kastettiğim de buydu.

YAYGIN AKIL YÜRÜTME HATALARI YANİ SAFSATA!

- “Safsata biliniyor ama herkes için anlamı farklı.” diyorsunuz. Açar mısınız tanımı?

Günlük hayatta “yanlış bilgi”, “hurafe”, “mantık hatası” gibi farklı anlamlara gelebiliyor. Kitaptaki tanımı ise “yaygın akıl yürütme hataları”. Yani bir başlangıç noktasından bir sonuca varırken, farkında olmadan içine düştüğümüz veya dinleyenleri bilerek itmeye çalıştığımız düşünsel tuzaklar.

- Safsatalar deneyimle gelişmekle birlikte kirleneduran insanın doğasında mı var?

Evet ama farklı şekillerde böyle. Safsataların bazıları, bilişsel eğilimlerimizin aşırıya kaçmalarından kaynaklanıyor, o bakımdan doğamızda var diyebiliriz. Bazense planlı programlı bir şekilde safsata yapıyoruz, çünkü iletişimin ve sosyal yaşamın doğası bunu gerektiriyor. Yani hem fizyolojik yatkınlıklarımız hem çıkar ilişkilerimiz rol oynuyor.

‘NIXON TERLEDİ, RADYODA KAZANDI AMA TV’DE KAYBETTİ!’

- Sizden alıntıyla “İnsanlık bu kadar ilerlerken, insanlar neden yerinde sayıyor?”u nasıl ortaya koyuyorsunuz?

Verdiğim örneklerden bir tanesi, televizyondan naklen yayınlanan ilk başkanlık tartışması hakkında. Aynı tartışmayı radyodan takip edenler Nixon’ın, TV’den takip edenlerse Kennedy’nin kazandığını düşünmüşler. Farkı yaratan, Nixon’ın fazla terlemesi ve Kennedy’nin kameraya bakabilmesiydi. Teknolojik gelişmeler ile karşılıklı iletişimin bir türlü gelişememesi arasındaki tezat ilginç geliyor bana.

YALANCI ÇOBAN HİKÂYESİ

- Kaynakların safsatalara yaklaşımı nedir?

Birçok kaynak safsataları birer hatadan ibaret görüyor, oysa bazı durumlarda gayet makul tepkiler. Yalancı Çoban hikâyesini örnek göstermiştim. O hikâyede köylülerin yaptığı şey teknik olarak bir safsata, fakat hepimiz hikâyeyi dinledikten sonra çobanı suçluyor, sürekli yalan söylemesinin cezasını çekmesi gerektiğini düşünüyoruz. Bir başka deyişle, safsataları öğrenmek için hata tanımı ezberlemek iyi bir yol değil, durum analizi yapabilmeniz lazım.

Bir başka sorunlu yaklaşım da, safsataların koca bir liste halinde insanların önüne atılmaları. Kaynaklar bunları birbirlerinden bağımsız olarak düşünüyor, genelde alfabetik sıraya diziyorlar. Bense onlardan bir hikâye yaratmaya çalıştım, birbirini takip eden bir bütünün parçaları olarak sunmaya çalıştım. Bu çaba çok zamanımı aldı ama değdi.

‘SAFSATALARDAN KAÇIŞ YOK, ELİMİZ MAHKÛM!’

- Safsata konusunda verdiğiniz önerilere siz fani ne kadar uyabiliyorsunuz?

Uymayacağım tavsiyeyi başkasına vermiyorum, yani “bu safsatalardan uzak durun” gibi bir önerim yok, çünkü elimiz mahkûm, hepsini yapıyoruz, yapacağız. Önemli olan, ortada dönen safsataları fark edip, onların altında yatan sebepleri irdelemek için çaba harcanacak durumları kestirebilmeniz. Çünkü mütemadiyen safsata avlayacak kadar enerjimiz yok.

Önemli kararlar verirken, yahut uzun sürecek tartışmaların başında kısa bir getiri götürü hesabı yaparak, safsata radarınızı açmayı öneriyorum. Bir başka deyişle, günün yüzde 90’ını safsatalarla dolu geçirebiliriz ama en kritik yüzde 10’unda, en kritik safsataları yakalayıp engelleyebilirsek, bu bize yeter de artar bile.

‘OKULLARDAN BİR UMUDUM YOK. OKUL BİZDE ASKERLİK’

- “Diktatör olunca yapacağım ilk iş, ilköğretim müfredatını baştan aşağıya eleştirel düşünme ve bilişsel psikoloji dersleriyle doldurmak olacak. Hepimizin her konuda bir düşüncesi olsa da pek azımızda düşünceleri üstüne düşünme gayreti var.” Bu hayalinizin kitabınıza yansısını değerlendirir misiniz?

Benim okullardan bir umudum yok. Ufak tefek gelişmiş ülkelerdeki okul sistemleri çeşitli reformlar denedi ama bizimki gibi büyük ve gelişmemiş ülkelerde okul, bir nevi askerliktir. Nasıl ki askerlikte mantık aranmaz, ilköğretimde de mantık aranmamalı. Fakat önceki nesillerin aksine, bugünün çocukları kendilerini eğitebilirler.

Dünyanın en iyi hocaları, teknoloji sayesinde ayaklarına geliyor ve bedavaya konularını anlatıyor. İngilizce büyük bir bariyer, onu aştığınız anda önünüzde koca bir kaynak okyanusu var. Ve bu okyanus kuru bilgiden ibaret değil artık, sorgulama ve yorumlama kabiliyetinizi de geliştirebiliyorsunuz.

Alternatif bir okulda yaptığım öğretmenlik tecrübesi ile diyebilirim ki, özellikle sosyal psikoloji ve davranışsal ekonomi gibi alanlar gençler için çok zevkli ve onları kendi düşünce biçimleri üstüne düşünmeye zorluyor.

MİTOLOJİ-EDEBİYAT-BİLİM KÖPRÜLERİ

- “Bazılarımızın aynaya bakınca gördükleri epey farklı”... Kitapta bu temel çatışmanın mitoloji ve edebiyattaki yansımalarından başlayıp, modern bilişsel psikolojiye ve ötesine nasıl uzanıyorsunuz?

Kitabın ilk kısmındaki ana tema, insan zihnindeki ikilik veya çokluk. Yani “ben” dediğim şey zihnimdeki tek yolcu değil. Dahası, sürücü koltuğunda bile değil, genelde yolcu koltuğunda oturup etrafı izliyor ama sanki kendisi arabayı kullanıyormuş sanıyor.

İnsanlar bunu çok yakın zamanda sistematik biçimde inceleme şansı buldular ama binlerce yıl önce de bu ayrılığı hissediyorlardı. O yüzden de en eski hikayelerimiz olan mitolojilerde de sembolize edilmiş, daha sonraki edebi hikâyelerde de. Ben de bir yandan bu konulardaki gelişmeleri kronolojik olarak anlatmaya çalışırken, bir yandan da mitoloji, edebiyat ve bilim arasında köprüler kurdum.


DÜZENDEN DELİLİK, MANTIKTAN İLHAM!

- “Düzenden delilik, mantıktan ilham doğuyor.” Yani?

Bu sözü, Orfeus ve Apollon’un hikayelerini anlatırken kullanıyorum. Demin bahsettiğim ikilik temasının bir örneği. İlginç olan şey şu: “Ben” dediğiniz şeyi oluşturan parçalar, birbirlerinden bıçakla ayrılır gibi ayrılmamışlar, o ayrımı biz yapay bir biçimde ortaya koyuyoruz, zihni kolayca modelleyebilelim diye. Aslen bu parçalar sürekli birbirinin içine geçiyor, sürekli bir birbirini besleme durumu var, yin ve yang gibi. Orfeus’un hikayesinde de ilham, delilik ve mantıklı düşünce arasındaki akışkanlıkla ilgili semboller var.

‘SOKRATES MASUM DEĞİL!’

- Evrildiği anayurtlardan başta yaratılış hikâyeleri olmak üzere antik tarih hayli yer tutuyor. Ego, süperego, ölümsüzlük hayalleri, kutsallık, “titansal” takıntılara, saplantılara, korkular, koşullanmışlıklar, çoğu alanda vedalaşılmış özgür iradeye hasılı kök hücrelere gidiyorsunuz… Tüm vahşi doğasıyla insanı, insanlığın savaşlar, kıyımlar, haksızlıklar, aşklar, hayal kırıklıklarıyla dolu sakat sicilini; siyasete, sanata, toplumlara, sistemlere yansımaları ve yanılsamalarıyla ortaya koyuyorsunuz. Akıl nasıl da yeniliyor’u okuyoruz. Nasıl sesleniyor metin o anlarda? Örnekler misiniz?

“Sokrates’in Savunması sanırım iyi bir örnek buna, çünkü hem o sakat sicil, türlü türlü boyutlarıyla karşımıza çıkıyor, hem de Sokrates’in kendisi de ilk başta göründüğü kadar masum değil ve bu sakatlığın bir parçası:

Kendi ifadesiyle “toplumun at sineği” olan Sokrates’in idamı, genelde bir yobazlık ve ifade özgürlüğü hikâyesi olarak anlatılır. Zira “gençlerin ahlakını bozma”nın yanında, “resmi tanrıları reddetmek” gibi, ne yazık ki halen yakından tanıdığımız bir suçlama daha içeriyor.

Dava hakkındaki hemen hemen tüm bildiklerimizin kaynağı olan Platon ve Ksenophon, hocalarını trajik ve asil bir muhalif olarak betimlerken, 501 kişilik jüriyi de bir linç güruhu olarak gösterir. Yüzyıllar sonra seküler bir kimlik inşa etmek isteyen Aydınlanma Çağı elitleri, bu anlatıyı iştahla benimsemiş ve Sokrates’i bir demokrasi şehidi ilan etmişlerdi.

Elbette ben de duygusal olarak bu yoruma yatkınım ama hiçbir mühim olay bir boşlukta gerçekleşmiyor, nitekim bu davanın arka planında da Atinalıların hayatları boyunca görmedikleri boyutta bir hezimetle sonuçlanmış Sicilya Seferi ve daha yeni atlattıkları Sparta yanlısı bir oligarşik darbe var.

Sokrates, bu iki travmatik olayın da baş aktörlerinin ya dostu ya da hocasıydı. Darbe rejiminde de rahatı yerinde olmuştu.

Dolayısıyla jüri, “ilişkiye dayalı suç” (guilt by association) diyebileceğimiz bir etki altındaydı. Her halükârda Sokrates’in “ben iyiyim de çevrem kötü” deme şansı yoktu, çünkü demokrasi karşıtı öğretilerinin dolaylı yoldan darbeye sebep olduğu düşünülüyordu. O kadar ki Aristophanes, Sparta yanlısı gençlik için “Sokratize olmuşlar” tabirini kullanır.”

‘FREUD İLGİNÇ BİR FİGÜR’

- Çalışmanızın Freud’la kesişmeleri konusunda neler söylersiniz? Bilince hayli yer ayrılı, vurkaç değil yakın plan yapan bir anlatı söz konusu zira? Sonra yazar ömrünce yaptığı araştırmaları sonucunda tüm bu metin boyunca okurlara nasıl bir zihin modeli öneriyor ve önermiyor? Ve günümüzde hükmünü güçlü şekilde sürdüren ahlak ve din ile sarmal Yapısal Model’e ilişkin neler söylersiniz?

Freud ilginç bir figür, klinik çalışmaları abartılarla veya düpedüz uydurmalarla dolu. Fakat genel düşünceleri muazzam biçimde etkili oldu. Yapısal Model, ego-id-superego üçlüsünün açıklamasıdır. Ben bunları Dr. Jekyll ve Mr Hyde gibi farklı hikayeler üstünden örnekledim.

Kabaca, süperego toplumsal normları, id bencil ve ilkel güdüleri, ego da bunlar arasında denge kurmaya çalışan kısmımızdır. Freud bunu Topografik Model ile birleştirir, yani id tamamen bilinçdışında, diğerleri de kısmen bilinçdışındadır. Dikkat edin, egonun bile bilinçdışında kalan ciddi bir kısmı var ve her zamanki gibi, bu kısımlar arasındaki sınırları akışkandır.

- Kitabınız nasıl bir arkeolojik kazı olarak nitelenebilir (mi)?

Arkeologlar, yüzlerce yıldır kimsenin görmediği şeyleri gün ışığına çıkarırlar. Benim yaptığımsa, zaten gün ışığına çıkarılmış ve çevirileri yapılmış eserleri belli bir sıraya koyup, onlar üstünden bir hikaye anlatmak. Zira insan hikâyelerle anlaşan bir varlık.

KENDİMİZİ CİDDİYE ALMAMANIN ÖNEMİ

- Kadim uygarlıklardan miras kalan uluslararası safsata sembolü olarak kitapta Süpermen’in amblemini paylaşıyorsunuz. Hem bu soruda bunu açmanızı rica ederim hem de ironi ve mizahla kaleminizin yoldaşlığını sormadan olmaz!

Süpermen ambleminin altında derin anlamlar yatmıyor, en bilinen “S” oydu, o kadar. Absürd mizahı seviyorum. Zaten kitap boyunca anlattığım şeylerden biri, kendimizi fazla ciddiye almamanın önemi. Ben de kitabın kendisini pek ciddiye almayarak bunu gösteriyorum.

Yanlış anlamayın, çok emek harcadım ve işimin kalitesini ciddiye aldım. Ama 500 sayfa yazdığım, 270 kadar dipnot yerleştirdiğim bir kitabın başına, tamamen uydurma bir “teşekkürler” veya “hakkında ne dediler” kısmı koymaya dayanamadım mesela.

Yahut kitap boyunca paralel biçimde devam eden hikayeleri düşünün. Marksist atlar, nihilist bal porsukları, nişancı köpekler, sürekli uyuklayan hahamlar… Saçmalık aslında. Böyle bir kitapta olmaması gerekir normalde ama bana bunu çekici kılan tam da o zaten.

‘SAFSATALAR ÖLMEZ, YILMAZ!’

- Safsataların özellikleri, olmazsa olmazları neler? İsminin hakkını veren bir safsata nasıl olmalı’ya getirdiğniiz yanıt?

Sonsuz sayıda akıl yürütme hatası olabilir ama safsata deyince, genelde özel bir isim alacak kadar yaygın yapılan hatalardan bahsediyoruz. Bu yaygınlık da belli bir bölgeye has olmuyor, evrensel oluyor, yani kültürlerarası bir geçerliliği var safsataların. Dahası, kaçınılmazlar, farklı mecralarda yaşayabiliyorlar, iyi gizlenebiliyorlar ve fark edildiklerinde dahi “ölmüyorlar”, etkinlikleri devam ediyor.

‘SAFSATALARIN KÖKÜNÜ TOTALİTER REJİM KURUTUR’

- Tarihini mantık biliminin tarihinden ayırmamız imkânsız dediğiniz safsatanın soyunu ne kurutur?

Safsataların soyunu kurutmak kolay, hatta bunu yaptık da. Tek gereken, totaliter bir rejim. İnsanları konuşturmazsanız, tartıştırmazsanız, safsataların da önüne geçmiş olursunuz. Elbette bu, trafik kazalarını engellemek için yolları kapatmak benzeri bir çözüm. Daha doğrusu, trafik kazalarını önlemek adına, yasaklara rağmen otoyola çıkan araca roket fırlatmak gibi.

Önemli olan safsataların soyunu kurutmak değil, kritik anlarda onların farkına varabilmek ve onları birer ipucu olarak kullanıp, asıl derindeki meselelere odaklanabilmek.

‘SAFSATA PRATİK BİR FİLTRE’

- “Nasıl ki antik çağlarda her sorunun cevabı ‘Aristoteles’ veya ‘Platon’ idi, bu yüzyılın da standart bir cevabı var: internet!” Sıkı bir safsata bilgisi, bu gürültülü dünyada hangi şartlar altında yol gösteren sakin bir rehber olacaktır?

Beyni bir bilgisayar olarak düşünün. Girdiler var, beyin onları işliyor ve çıktılar veriyor. Fakat her çıktı, bir sonraki girdinin nasıl işleneceğini de etkiliyor. Bu sistem iyi kötü işliyor ama biz bu sistemi aldık, sosyal medya denen bir ucubenin içine bıraktık ve “rasyonel” davranmasını umduk. Olacak iş değil!

Her şeyi geçtim, eskisine nazaran belki 100 kat girdi var. Ufak tefek hatalar, bu işlem hacminde epey büyüyorlar.

Safsata bilgisi ne işe yarayacak peki? İlkin, bu ortamda kimleri dinlemeye vakit ayıracaksınız, kimleri hangi konularda umursamayacaksınız, bu konuda size yardımcı olacak pratik bir filtre görevi görüyor. İkincisi, sosyal medya bizim ödül/ceza devrelerimize de aşırı yükleme yaptığından (layklar, favlar, vs) neyi neden savunduğumuz konusunda ipin ucunu kaçırmamız her zamankinden daha kolay.

Safsata bilgisi, insanın, platform tasarımından kaynaklanan ekstra duygusallığın kölesi olmamasını sağlıyor.

‘BİLDİĞİNİZ ŞEYLERİ UNUTMAYIN, HATIRLAYIN!’

- Varsayım, hüsnükuruntu, temenni ile safsata arasındaki doku uyumuna ve çift şeritli otoban yola yorumunuz? Bu kitap ne kadar bildiğiniz her şeyi unutun ve ne kadar bildiğiniz sandığınız şeyi bir kez daha düşünün demektir?

“Bildiğiniz her şeyi unutun” lafını her duyduğumda içimde bir şeyler ölüyor. Bilgi bir birikim işidir. Lego gibi parçaları üst üste koyarak değil belki ama dağınık dağınık birikintiler arasında çapraz bağlar kurarak, farklı ilişkiler kurarak düşünürüz.

“Bildiğiniz her şeyi unutun” demek, “entez kabiliyetinizi askıya alın, onun yerine bu sayfada yazıları hatmedin tek parça halinde” demektir. Dogmatiktir yani. Bildiğiniz (bildiğinizi sandığınız) şeyleri hatırlayın ki yeni bir şeyler öğrendiğinizde kıyas yapabilesiniz. Benim derdim bizzat sorgulayıcı, eleştirel düşünmeyi yeşertmek, dolayısıyla “tek benim safsata tanımlarımı dinleyin” demem epey ironik olurdu.

‘KÖTÜ CEVAP HİÇ CEVAP OLMAMASINDAN İYİDİR’’

- Koronavirüs… “Bu devirde virüsten daha hızlı yayılan bazı şeyler var: Yalan haberler, sahte umutlar, uçuk hayaller, otoriter eğilimler ve tabii ki fantastik komplolar…” diye yazıyorsunuz. Belirsizlik ile bilgisizlik zamanlarına ilişkin vargılarınız ve önerileriniz neler?

İnsan belirsizliğe dayanamıyor, illa boşlukları bir şeyle doldurmaya çalışıyor. Kötü cevaplar bile hiç cevap olmamasından iyidir bize göre. Bu, her türlü alt-sistemimizde geçerli, örneğin dinlerken boş kalan heceleri / frekansları bir dereceye kadar doldurursunuz, bir resme bakarken boş pikselleri doldurursunuz vs. Bunlar da otomatikman olurlar, beyin “size” sormaz”. Aynı şey düşüncelerimize, teorilerimizde de yaşanıyor, o boşluklar illa ki doluyor.

Ben insanlara bu mekanizmayı tanıtmak istiyorum ki, tıpkı karanlıktan korkmamaya zamanla alışmak gibi, belirsizlik zamanlarına da alışabilelim, hemen yargıya varmayalım ve belki de hiçbir zaman bilemeyecek olma ihtimaliyle barışalım.


 

KİTAPTAN…

BOMBARDIMAN

- Bugün her dakikada 360 bin tweet, her sene ise 200 milyar tweet atılıyor.

- Her saniye bir Instagram resmi yükleniyor.

- Her saniye 80 bin YouTube videosu izleniyor. Kafamızın içindeki 200 gramlık antika için anormal seviyelerde bir aktivite bu. Teyit izin evrilmiş bir beyinle sosyal medyaya dalmak, şeker depolamak için evrilmiş bir vücutla süpermarkete gitmeye benziyor. Daha çok bilgiye maruz kaldıkça daha açık fikirli daha bilge olmuyoruz. Tersine mevcut inançlarımız güçleniyor.

100 SAFSATA VAR

- “Haticeye değil neticeye bak” / Sonuçsuzluk Safsatası: İyi/kötü sonuçlara yol açan bir şeyin doğru/yanlış olduğuna inanmak.

- “Hayali düşmanlar” / Çöp Adam Safsatası: Rakibinizle tartışıyormuş gibi yaparak aslında kimsenin savunmadığı bir iddiayı çürütmek.

- “Chewbacca Savunması” / Konuyu Saptırmak: Konuyu bilerek alakasız bir yere çekmek, dinleyenlerin aklını karıştırmak.

- “Almanya yenilince biz de yenilmiş salıydık” / İlişkiler Üstünden Saldırı: Birini, istenmeyen kişiliklerle ve fikirlerle dolaylı yoldan ilişkilendirerek karalamak.

- “20 Şubat’ta neredeydiniz?” / Pekiyacılık/Neredeydinizcilik: Gelen eleştiriye bambaşka bir konudaki bambaşka bir eleştiriyle yanıt vermek.