‘Sadece romancı olarak yaşayacağım’
Günce yazmak riskli iş.. Kişinin kendisini gönüllüce de olsa açık ettiği, ele verdiği, çözümlediği bir sahne... Yazar, gazeteci Enver Aysever’in yeni kitabı “Elli Yaşa Buruk Günce, 47” de bir çözümleme, hesaplaşma, paylaşma... Fakat hepsi bu kadar değil! Edebiyat ve yurdun da güncesi gibi... Enver Aysever ile edebiyat ve yazarlık merkezinde “Elli Yaşa Buruk Günce, 47”yi konuştuk.
Cumhuriyet PazarGAMZE AKDEMİR
gamze.akdemir@cumhuriyet.com.tr
Enver Aysever’in kaleme aldığı ikinci güncesi; “Elli Yaşa Buruk Günce, 47”, Temmuz 2017-Temmuz 2018 aralığını kapsıyor. Bir yıl içinde haftalık dökümlerden mürekkep görünse de, vargılarının aralığı çok daha geniş bir dönemi kapsıyor.
Güncede her şeyden önce okudukları, yazdıkları, tanıklıkları üstünden bir edebi geleneğin izini sürüyor Aysever. Edebiyattan sanata, gazetecilikten televizyonculuğa çeşitli hatlar çekiyor.
Gazete, televizyon (Halk TV), edebiyat, şiir, müzik, tiyatro... Yazdığı, fikir beyan ettiği pek çok alanda profesyonel olarak çalıştı, çalışıyor ama kendisine sadece ‘yazar’ denmesinden hoşlanıyor.
Güncesinde başta insan olmak üzere demokrasi, siyaset, devrim-karşı devrim, Gezi de yüksek direnç düzeylerinde yazılı. Sonra bugün, elliye yaklaştığı bu yaşında neleri değiştirmeye çalışmaktan hiç vazgeçmeyecek? Yazıyor hepsini!
Seveni olduğu kadar sevmeyeni de çok. Sevilmek için yazıyor değil, amacı bu değil: “Sevimsiz biri olmayı göze almadan yaratıcı olmak mümkün değildir. (...) Kavga beni buluyor. Tanımadığım çevrelerden gelen saldırıları önce sukûnetle bakıyorum, doğrusu öyle sanıyorum, sonra birden yanardağ gibi patlıyorum. Bununla başa çıkmak kolay değil. Geçimsiz biri oluyorum sonunda.(...) Bir kez böyle bir yola çıkınca, fikirlerini söylemeye başlayınca, hele de etkiliysen eğer, son derece tehlikeli bir ortamda yakalanıyorsun. (...) Yaşamda vuruşmayı seçmek gerekir” diyor.
Bazen derin bir karamsarlığa kapılıyor ama kendinde sevdiği bir yanın düştüğü kadar hızlı kalkması, mücadeleden yılmaması olduğunu ifade ediyor. Her yazar gibi birçok farklı nedenden ötürü yazıyor. Kendini ifade etmek, yaratmak ve geçimini sağlamak! Ona göre yazmak da işçilik, sürekli yapılması gereken bir iş. Yeni romanı ve beş cilt olarak planladığı güncesinin üçüncü cildi de tezgâhta!
Enver Aysever ile yazarlığını ve edebiyatı merkeze alarak “Elli Yaşa Buruk Günce, 47”yi konuştuk.
‘DENEME İLE GÜNCEYİ BİRLEŞTİRDİM’
- Günce yazmak riskli iş... Çıplak bir eylem! “Elli Yaşa Buruk Günce, 47” kişisel paylaşımlarının yanı sıra edebiyat ve yurdun da güncesi gibi. Bunu anlatır mısın, okura nasıl bir günce sunuyorsun?
- Edebiyatımızda çok az günce olduğunu biliyoruz. Bence bu durum düşündürücü. Öte yandan edebiyatımızın en iyi taraflarından biri deneme. Bir insan deneme okuyarak tüm entelektüel kimliğini kurabilir. Denemeler kilit açar çünkü. Denemeler okuyarak büyüdüm. Denemecilik en sevdiğim, bir ayağı felsefe de bir ayağı da şiir de... Denemenin Türk insanının okurluğuna çok uygun olduğunu düşünüyorum. Güncemde de geleneksel günce anlayışından farklı olarak deneme ile günceyi bir araya getirdim. Çağımıza tanıklık ederken özellikle siyasi ve entelektüel iklimin ne olduğunu yansıtmak istedim. Bunu her günü içine alan bir biçemde yapmaya çalıştım elbette öznel olan ölçüleri de korumaya çalışarak.
- Öznelliğin de toplumsalla iç içe ilerliyor...
- Yaşadığımız çağa tanıklık yaparken bazı meseleleri ister istemez misyon ediniyoruz, taşıyoruz. Meselâ günümüzde Türkiye’de yaşayan bir gazeteci dünyadaki gazeteciden daha farklı, daha yoğun, daha sorunlu bir durum yaşıyor. Bugün yaşayan bir romancının da aynı şekilde uyarıcıları farklı. Türkiye’de tüm bunların kesiştiği bir aydın tavrının devamının olması gerektiğine inanıyorum Liberallerin ortadan kaldırdığı o aydın meselesinin Türkiye’de tekrar gündeme gelmesi ve tartışılması gerekiyor.
‘USTALARIN ÇIRAĞIYIM!’
- Evet; ben, ben diye gitmeyen bir metin. Bir güncede gidebilirdi de yani.
- Haklısın ama şunu da yapmaya çalıştım: Salah Birsel yaşlılık günlüğünde meselâ içtiği ilaçları, kalp çarpıntılarını da yazar. Bunları önemserim. İnsanın ruh halini önemserim. Bunları da koymaya çalıştım. Meselâ Suna Abla’nın evinde Melih Cevdet’in hatırasına kadeh kaldırdığımız gün Ali Sirmenlerin orada olması benim için biricik, özel bir anı. Okura bu anları vermeye de çalışıyorum; okuduklarım, yazdıklarım, tanıklıklarım üzerinden bir edebi geleneğin izini sürmeye de.
- Çok meşgul birisin. Pek çok işin var. Hepsini profesyonel olarak yaptın, yapıyorsun. Yazarlık, köşe yazarlığı, gazetecilik, televizyonculuk, tiyatro yönetmenliği... Tüm bu alanlara dair yaratım sancılarını da paylaşıyorsun güncende. Hepsinin ötesinde yine de kendine yazar denmesini tercih ediyorsun.
- Evet, bunu istiyorum. Ben öldükten sonra birisi “Enver neydi?” diye sorsa, kızımın “Benim babam romancıydı, yazardı” demesinden mutlu olurum. Varoluşsal ölçütlerimi bütünüyle edebiyat üzerine kurduğum için isterim bunu.
Televizyon uçucu bir iş. Beyaz camda kendisine aşık olup, elinden gidince ne yapacağını bilemeyen çok insan gördüm. Tiyatroya gelince; profesyonel hayatıma tiyatroyla başladım. Elbette yaşadığımız “disiplinler arası” bir çağ. Tiyatroculuk, televizyonculuk, radyoculuk, gazetecilik hepsi iç içe geçti.
Aziz Nesince söyleyeceğim; Türkiye’de bir romancının, edebiyatçının sadece köşesine geçip derin duygularla edebiyatta bir şey olma şansı yoktur. Biz, ülkemizin meselelerine kafa patlatmak zorundayız. Toplumsal sorumluluk almak zorundayız. Bazen davalara gideriz. Bazen mahpusa düşeriz. Biz, aynı zamanda geçinmek zorundayız. Dolayısıyla bizim burası böyledir!
Bu noktada Cumhuriyet Gazetesi geleneği çok önemli. Gençliğimde Cumhuriyet Gazetesi’nden etkilenirdi benim kuşağım. Cumhuriyet gazetesindeki kalemlerin gazetecilikleri vardı ama yazarlık tarafları daha önemliydi. Örneğin Melih Cevdet, Oktay Akbal, Mustafa Ekmekçi, Mehmet Kemal, İlhan Selçuk, Uğur Mumcu, Tahsin Yücel... Tertemiz Türkçeyi, Aydınlanmayı, edebiyatı, şiiri, yeni bir düşünceyi oluşturabilmeyi onlardan öğrenirdik. Kendimi bu ustaların çırağı olarak görmeyi seviyorum.
‘ENKAZ KALDIRILAMIYOR. ÖFKELİYİM!’
- Kendi açından demlendiğini düşünüyor musun? Özellikle 50 yaşa ilerlerken...
- Demlenmeye çalışıyorum. Hâlâ öfkelendiğim oluyor. 15 Temmuz kalkışmasından çok önce iki roman yazdım. Çok net bir dille yaşadığımız çağda bunların olacağını söylemiştim. Edebi olarak bir tavır da getirmeye çalışmıştım. Türk düşün dünyasında gettolaşmayı, neoliberal siyasetin Türkiye’deki aydını esir almasını; liberallerin her alanını berbat edip hem de haklıymış gibi davranmalarını; edebiyatı, müziği, tiyatroyu işgal etmelerini yazmıştım. Bu büyük bir enkaz! AKP’nin yarattığı enkaz kadar bu liberallerin Türkiye’de bıraktığı ahlâki enkaz da büyük ve kaldırılamıyor. Burada işte öfkeliyim. Çocuklarımıza bu süreci temizlersek güzel bir Türkiye bırakabiliriz.
‘ÇABUK ESKİDİK, DEMODE OLDUK!’
- 50’lere yaklaşılan yaşlar sorgulamaların dibi, acayip bir yorgunluğun başlangıcı gibi. Hani denilir ya “gençliğin yaşlılığı, yaşlılığın gençliği” diye, o misal. Sanki bir prova dönemi gibi.. Sen de yer yer yorulduğunu ifade ediyorsun güncende. Neden yorgun hissediyorsun?
- Şöyle; bir tanesi hepimizin ortak, geleneksel yorgunluğu; çağın getirdiği sıkıntılar ile ülkemizin özel sıkıntılarının birleşmesinin yorgunluğu. AKP hepimizi yordu. Özelde yorgunluklarıma gelince; bir kere çok derin bir yabancılaşma yaşıyorum. Bilişim olanaklarının bu kadar hızlı gelişimi zorlayıcı.
Sosyal medyayı yarı aktif kullanıyorum. Bazıları teknolojiyle çok uyumludur. Ben bu konuda biraz muhafazakârım, hâlâ 80’lerin 90’ların ruhuyla yaşıyorum. Ara dönem çocuklarıyız. Bu çağa ait hissetmiyorum. Çabuk eskidik, demode olduk. Demode olmaktan mutluyum ama bu durum bir taraftan yoruyor da.
Meselâ birilerinin basılı gazeteden vazgeçmesi beni üzüyor. Birilerin e-kitaba geçmesi beni üzüyor. Mektubun yerine iletiye geçilmesi beni üzüyor; gördük ki hiç bir ileti mektup olmuyor. Öte taraftan televizyonculuk yaparken çok yıpranıyorsun. Yorulmak ne, bitiyorsun!
Mutlu olabildiğim şeyler de var elbette. Kızımın büyüdüğünü görmek beni çok mutlu ediyor Sonra bir ömür sadece kitap okuyarak geçirilebilir. Dostlarımla bir ya da iki gün geçirmek benim için ödül. Kadıköy’de çarşı pazarda yürümek, Datça’da gezmek beni mutlu ediyor. Bunlardan öte bir beklentim yok. Alkış beklentim yok. Tek isteğim ele güne muhtaç olmayacak bir ekonomik bir seviyede olmak.
- Ali Abi (Sirmen) para kazanmaya zamanın yok demiş, öyle mi?
- Ali Abi çok sevdiğim bir büyüğümdür. “Enver çok meşgulsün” dediğinde, “Abi bir türlü para kazanamıyorum” demiştim. Bunun üzerine söylemişti: “Doğrudur, para kazanmaya vaktin kalmıyordur” diye.
‘SEVEN ÇOK SEVİYOR, SEVMEYEN HİÇ SEVMİYOR’
- Güncende okurlarla buluşmalardan aldığın keyfi, belde belde o temasın enerjisini de okuyoruz. Kitabın en keyifli bölümleri onlar. Yazarın ödülü bu, değil mi?
- Çok değişik bir duygu. Kimisi sadece televizyondaki adamı seviyor. Kimisi çoktan romanlarımla ve kitaplarımla bağlantı kurmuş oluyor. Kimisi solculuk için vermiş olduğum kavgayı benimsiyor. Kimi abi kimi evlat olarak görüyor. İnsan bir mucize.
Bir anım var ki... Ankara’ya imzaya gittim, upuzun bir kuyruk var. Kuyruğun başında tekerlekli sandalyede bir genç kız. Herkes geri çekildi, kız yanıma geldi ve “Ben, baş başa konuşmak istiyorum” dedi. “Enver Abi, sen benim dostumsun, ben seni akşamları izlemeden uyumuyorum. Bir yıllık ömrüm kaldı, öleceğim. Annemle babamdan seninle tanıştırmalarını rica ettim. Seni tanımadan ölmek istemedim” dedi. Şimdi o çocuğun benimle kurduğu o bağ nasıl tarif edilir?
- Seni seven olduğu kadar sevmeyen de var. Sevilmek için yazıyor değilsin ama..
- Öyle. Biz çok kolay seven ve çok kolay vazgeçen bir ülkeyiz, bu da büyük düş kırıklıkları yaratıyor. Şunu görüyorum; sevenin çok sevdiği, sevmeyenin hiç sevmediği bir adamım. Hayatımı bu şekilde sürdürmeye mahkûmum. Sevmeyenlerden memnunum. Hele ki liberal ve yobaz çevrelerin beni sevmemesinden hoşnutum.
KİTAP ÜZERİNE YAZMAYI, DÜŞÜNMEYİ SEVERİM
- Yazarken nasıl harekete geçiyorsun?
- İyi bir okurum bir kere. Okumadan yazılmaz. Kitap üzerine yazmayı, kitap üzerine düşünmeyi severim. Bir gün Haldun Taner, Ferhan Şensoy’a şöyle demiş: “Ben, sabah erkenden kalkar, balkona daktiloyu atıp günde yirmi sayfa yazarım. Ferhan Abi de demiş ki; “İlham falan hiçbir şey yoksa ne görüyorsam onu yazarım. Yazarlık işçiliktir”. Bana da Atilla İlhan, “Enver, her gün bir A4’ü dolduracak kadar yaz” demişti. O yüzden ben de düzenli bir şekilde yazar ve okurum.
- “Elli Yaşa Buruk Günce”nin en öne çıkan kısmı başlı başına bir okuma listesi olması.
- Kesinlikle. Bu günceyi okuyan birisi kültürel olarak doyar.
‘USTAM FERİDUN BENDEN’
- Şimdi gel de o listeyi sorma!
- Daha orta ikideydim, bütünlemeye kalınca Feridun Benden’den ders almaya başladım. Herkes sanır ki matematik, Türkçe falan... Feridun Hocam benim yaşamımı değiştirdi. O olmasaydı, bugün edindiğim düşünsel varlığım oluşmazdı. Çer çöp okumaktan kurtardı beni. İyi şiirle erken yaşta buluşmamı sağladı. Hala bir olay hakkında karar verirken Feridun Benden nasıl düşünür, diye sorarım kendime. Bana göre çağdaş Sokrat’tır o! Keşke Türkiye bilseydi varlığını.
Liste geniş... Sabahattin Ali, Melih Cevdet, Orhan Veli’ye dair ne varsa okudum. Yaşayanlardan en çok saygı duyduğum, tavrını önemsediğim Erendiz Atasü’yü de öyle. Son dönemlerinde yakın olduğumuz Leyla Erbil’e dair ne varsa -ki çok az var-, okudum, yine çok yakın olduğumuz hatta bir dönem aynı üniversitede çalıştığımız, beni Leyla Erbil’le de tanıştıran Füsun Akatlı, Sevgi Soysal, Tezer Özlü, Sevim Burak, haksızlığa uğradığını düşündüğüm Duygu Asena’yı okudum.
Türk Edebiyatı’nın kadınları büyük kadınlardır. Yaşasaydılar Tayyip Erdoğan’ın canına tek başlarına okurlardı. Yaşasaydılar bugün bunlar bu kadar rahat konuşamazlardı, bu kadınlar onları yok ederlerdi!
Şiirin doruğu Melih Cevdet yüzünü görmediğim ustamdır., Türkçeyi olağanüstü kullanımı, denemeciliği ve sorunsalları inşa edişiyle de, tekrar tekrar okurum. Yine tekrar tekrar okuduğum Metin Altıok, Behçet Aysan, bir romanıma baştan sona eşlik eden Cemal Süreya, Nâzım Hikmet, Oktay Rifat, Fethi Naci, Oğuz Atay, Yusuf Atılgan, Demir Özlü, Ferit Edgü, Virginia Woolf, İki yıl her hafta buluştuğumuz, ideolojik olarak kendime yakın bulmasam da, şairliğine bayıldığım Atilla İlhan...
Düzenli okuduğum Salah Birsel, ikisini de çok yakından tanıdığım Tahsin Yücel ve Ahmet Oktay... Oktay Akbal’ı çok severim, Akbal’ı gazeteci değil büyük öykücü, büyük romancı sayarım. Oğuz Atay ve Yusuf Atılgan, Bilge Karasu... Çok kızdığım ve sevdiğim Hilmi Yavuz... Enis Batur mesela hep okurum...
- Son olarak tezgâhta neler var?
- Sonbahara güncenin üçüncü cildi çıkacak ama asıl hazırlığım şu anda başladığım bir İstanbullu aşk hikâyesi üzerine yazacağım roman. Adını daha koymadım. Bir gün gelecek ekrandan uzak, sadece romancı olarak yaşayacağım, bunu biliyorum. Bir de dostluk üstüne kitap çalışmam var, dostluk ilginç konu...
Elli Yaşa Buruk Günce, 47 / Enver Aysever / A7 Kitap / 284 s.