Sadakat aşka dahil
Bu hafta vizyona giren ‘Sadık Bir Adam’ sıradışı bir aşk üçgenini, yalın anlatımı, usta işi senaryosu ve özenli oyunculuklarıyla aktaran incelikli bir kara komedi.
Emrah KolukısaÖdüllü bir oyuncu
Genç yaşta başladığı oyunculuk mesleğinde ilk önemli çıkışını Bernardo Bertolucci’nin “Dreamers” (2003) filmiyle yapan ve aradan geçen 15 yılda birçok önemli rolde parlayıp birçok önemli ödül alan Garrel Fransız sinemasının şu sıralar en parlak isimlerinden. Oyunculukla yetinmeyip yönetmenliğe soyunması ise 2000’lerin ikinci yarısında oluyor ve 2011 tarihli kısa metrajlı filmi “La Regle de trois” ile prestijli Jean Vigo ödülünü aldığı gibi, ilk uzun metrajlı filmiyle de Cannes Film Festivali’nin Eleştirmenler Haftası bölümüne kabul ediliyor. Babası Fransız Yeni Dalga hareketinin az bilinen isimlerinden Philippe Garrel (ve haliyle oğlunu birçok filminde oynatıyor), annesi ise oyuncu ve yönetmen Brigitte Sy. Bir de vaftiz babası var ki, Fransız sinemasının simge aktörlerinden, “400 Darbe”nin unutulmaz Antoine Doinel’i Jean-Pierre Léaud. Uzun lafın kısası sinemanın içine doğmuş bir isim Louis Garrel ve ne 2017’de Michel Hazanavicius’un “Redoutable” filminde şaşırtıcı bir ustalıkla canlandırdığı Jean-Luc Godard’ın “Sinemanın Picasso’su” olduğuna inanmasına şaşırmalı, ne de kamera arkasına geçip kendi filmlerini “yazmasına”.
Carrière farkı
Louis Garrel’in “Sadık Bir Adam”ı birlikte yazdığı Jean-Claude Carrière’e dair de bir iki cümle ayırmak şart elbette. Romancı ve senarist olarak sayısız esere imza atmış ve Bunuel’in “Burjuvazinin Gizli Çekiciliği”nden tutun da Jacques Deray’ın “Borsalino”suna kadar birçok unutulmaz filme emek vermiş bir isim Carrière. Onun adını perdede gördüğümüzde ayağa kalkıp önümüzü iliklemesek de en azından arkasındaki kariyere hürmeten daha bir dikkatle izlemekte fayda var filmi. Nitekim alışılageldik aşk filmlerine benzemeyen, aşina olduğumuz aşk üçgenlerinden farklı bir yapı kurmuş senaristler “Sadık Bir Adam”da. Üç yıldır beraber yaşayan Marianne ve Abel’in (gerçek hayattta evli olan Laetitia Casta ve Louis Garrel) ayrılık sahnesiyle açılıyor film, zira Marianne hamiledir ve doğacak çocuğun babası da Abel değil, yakın arkadaşları Paul’dür. Hızla 10 yıl sonrasına gidiyoruz ve Paul’ün öldüğünü öğreniyoruz. Bu andan itibaren, resme giren iki yeni figürle birlikte (biri Marianne’ın oğlu Joseph ve diğeri de Paul’ün kız kardeşi Eve) iş karmaşıklaşmaya başlıyor ve merkezinde Abel’in olduğu tuhaf bir üçgen kuruluyor. Hatta bir bakıma birden fazla üçgen... İşin bu kısmını fazla kurcalayıp da seyir keyfinizi bozmayalım ama karakterlerin sürpriz sayılabilecek tepkileri ve durumlar karşısındaki çok da beklenmeyecek tavırlarıyla ve hemen her karakterin iç seslerinin de anlatıyı yönlendirmesiyle ilerleyen film, üstelik topu topu 70 dakikalık süresiyle, izleyiciyi sıra dışı bir duygusal yolculuğa çıkarmayı başarıyor ve aşk, sadakat, nefret, ölüm, aile gibi kavramlar etrafında kafa açıcı bir zihin alıştırması öneriyor. Eve rolünde Lily-Rose Depp’in (Johnny Depp ve Vanessa Paradis’nin kızları olur kendisi) özellikle parladığı ama aslan payının yine de Louis Garrel’e düştüğü filmin San Sebastian Film Festivali’nde En İyi Senaryo Ödülü aldığını da belirtelim son olarak.