‘Rumların kafası bu kez çok karışık’
KKTC’nin 2. Cumhurbaşkanı Mehmet Ali Talat, adadaki çözüm müzakerelerinde Rum tarafının verdiği mesajların ilk kez bu kadar anlaşılmaz olduğunu söyledi.
Doğa Can Oruçoğlu-Engin Karaman
Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’nin (KKTC) 35. kuruluş yılı, enerji geriliminin ve müzakerelerin tıkanmasının yarattığı hayal kırıklığının gölgesinde kutlandı. Törenlerde, Rum tarafından gelen yeni sinyallere yönelik mesajlar öne çıktı. KKTC’nin 2. Cumhurbaşkanı ve Annan Planı döneminde müzakere heyetinin başkanı olan Mehmet Ali Talat, müzakerelerde gelinen durumu, bugünün koşullarının kendi döneminden farklarını ve Kıbrıs’ta barış umutlarının ne durumda olduğunu Cumhuriyet’e anlattı.
Siz siyasi yaşamınızı Kıbrıs sorununun çözümüne adadığınızı ifade eden bir siyasetçi olarak Kıbrıs’ta kalıcı barış için çaba gösterdiniz. Deneyimleriniz ışığında bugünkü duruma baktığınızda, sizce çözüme ne kadar yakınız?
Bugünkü durum sanırım 2000’li yıllardan beri yaşadığımız en kötü durum. Ciddi bir diyalog eksikliği var taraflar arasında. Bir taraf bir şey söylediğinde diğer taraf onu ya yanlış anlıyor ya da kuşku duyuyor. “Acaba bu duyduğum gerçekten doğru mu?” diyor. Çünkü özellikle son dönemde yaşanan Mont Pelerin ve Crans Montana zirvelerinin çöküşüyle birlikte ortaya çıkan yeni durumda fikirler havada uçuştu. Yani tutarlı tutarsız, daha önce söylenen ile uyumlu uyumsuz fikirler çıktı. Özellikle Rum tarafından… Yani “Kıbrıslı Türklerin siyasi eşitliğine yüzde 100 bağlıyız” deyip, “Evet ama federal organların kurullarında ille de bir Türk oyunun aranması veto anlamına gelir” gibi mantıksız, Kıbrıs müzakerelerinin en azından son 15 yılında kullanılmayan bir iddia ortaya atılmaya başlandı. 2000’li yıllardan itibaren Kıbrıslı Türklerin federal organlarda etkin katılımı olacağını tüm taraflar kabul etmişti. Etkin katılım demek, sonuçta Türklerin de onayına ihtiyaç olması demek. Buna göre eğer bir kurulda 3 Türk varsa bunların 1’inin oyunun olumlu olması gerekirdi. Bu kabul edilmişti tüm taraflarca. Şimdi reddediliyor. “Yetkiler azalsın mı çoğalsın mı” gibi sorularla kafa karışıklığı yaratılıyor. Ansızın bakıyorsunuz, Anastasiadis “konfederasyonu da tartışalım” diyor. İki devletli çözüm olur mu olmaz mı, Rum basını aracılığıyla konu gündeme getiriliyor. Buradaki ayrılıkçıların iştahını kabartmaya çalışıyorlar herhalde. Çok anlaşılmaz, çok karmaşık fikirler havalarda uçuşuyor.
‘ESKİDEN RUM TARAFI DAHA İSTİKRARLI OLURDU’
Böyle dönemler geçmişte de oldu, ama bu kadarına ben rastlamadım. Benim hatırladığım dönemlerde özellikle Rum tarafı daha istikrarlı olurdu. “Politikamız budur” derdi ve onda ısrar ederdi. Şimdi öyle değil. Kendi aralarında da tartışıyorlar. Güneydeki ana muhalefet partisi AKEL tehlikeye dikkat çekiyor. Bir bakıyorsunuz bir başka parti “Federasyon artık olmaz” diyor, üniter devlet diyor. Sonra iktidar partisiyle bir araya geliyorlar, ikisi de “Tam görüş birliği içindeyiz” diyor. Halbuki iktidar partisi federasyonu savunuyor, onlar federasyon karşıtı. Ne oluyor ne bitiyor, kimse bilmiyor. Böyle bir durum.
Daha önce Rum tarafının bu kadar karmaşık mesajlar verdiğini hatırlıyor musunuz?
Olurdu daha önce ama olmadan biz onu önlerdik. Arar sorardık, “Ne demek istiyorsun” diye. Görüşmeler devam ediyorken bunlar daha az olur. Bittiği dönemlerde bunlar olur. Daha önce böylesine rastlamadık. Anastasiadis’in ya kendisinin de kafası çok karışık ya da bu bir bilinçli manipülasyondur. Rum tarafının politikasını bazen anlayamazsınız. Denir ki, Rumların beyninde her zaman iki zıt fikir aynı anda bulunabilir. Bunun örneğini Kıbrıs’ta görüyoruz.
‘ZİRVELER YANLIŞ ZAMANA DENK GELDİ’
Sizin görev yaptığınız dönemi de düşününce, bugünkü şartların Türk tarafı açısından daha kolay ya da daha zor olduğu yönünde bir değerlendirmeniz var mı?
İlk başta, bugünkü durumun daha kolay olacağını düşünüyordum doğrusu. Çünkü Anastasiadis sağcı bir adam. Sağın lideri olarak çok daha cesur davranabilir diye düşünüyordum. Bizi inandırmıştı çözüm istediğine. Dolayısıyla büyük bir kolaylık olacağını sanıyordum ama olmadı. Tam tersi…
Benim müzakere yaptığım dönem ikiye ayrılır. Birisi Papadopulos’tu. O da çok istikrarlı ve tutarlıydı. Diyordu ki, “Rum mallarının üzerine yapılan evleri yıkın, sonra konuşalım.” Böyle bir adamdı o, ama istikrarlıydı. Ondan sonra Hristofyas geldi. Onunla çok yakın müzakere yaptık. Baş başa, heyetler halinde... Bir sürü ilerleme sağladık. Etkin katılım onların içinde vardı mesela. Ama süremiz yetmedi. Bizim seçimlerimiz geldi. Onun biraz çekingen duruşu, “Acaba toplum ne der, böyle bir anlaşma getirirsek acaba toplum kabul eder mi” gibi endişelerle işi yavaştan aldı. Süremiz yetmedi. Eroğlu seçildi. 5 yıl her şey durdu. Sonra Akıncı seçilince yeniden görüşmeler başladı. Bu defa karşısındaki Anastasiadis’ti. İyi gitti başlarda, umutlandık, destekledik.
Belki zirvelerin zamanlaması yanlış oldu. Çözüme daha yakın olduğumuz bir zamanda belki bu zirveleri toplamak gerekirdi. Ama hem garantörleri devreye sokmak hem de Rumların garanti ve ittifak anlaşmalarını da görüşme isteklerini tatmin etmek için ve aynı zamanda bir an önce çözüme varmak istediğimizden, galiba biraz yanlış zamanda yapılmış iki zirve oldu. Bilhassa ikincisi çok kötü çöktü. Rum seçimlerine yakın bir zamanda yapıldı. Bunun netice vermeyeceği beklentisi bende vardı. Bunu ifade de etmiştim. Benim iddiam, 2016’ya kadar eğer çözüm olursa olur, olmazsa boşuna uğraş olur diyordum. Çünkü 2018’in şubatında seçim olacaktı. İki yıl en az bu kampanyanın etkisi olur, o yüzden çözüm olmaz diyordum ve maalesef zirve bu zamana denk geldi ve çöktü.
‘BEKLENTİLERİN KARŞILANMAMASI HALKI YORDU’
Kıbrıs’ta barış beklentisi halkta zaman zaman oldukça yükselmişti ve halk aktif bir pozisyon almaya yönelmişti. Bugün bir yorgunluk seziyor musunuz halkta?
Doğru, yordu. Şu anda insanlarda barış umudu pek yok. Bunun nedeni de ifade ettiğimiz gibi beklentilerin karşılanmaması ve sürekli umut pompalanarak yaşanan süreçlerin onları yorması. Ama şunu da söylemek lazım; gerek benim Cumhurbaşkanı olmamla gerek Akıncı’nın Cumhurbaşkanı olmasıyla, artık insanlar çözüm isteyen liderlere kendi arzularını devrettiler. Onlar uğraşsın, onlar hazırlasın barışı dediler. Çünkü insanlar sürekli hareketli olamaz. Sürekli meydanlarda olamaz. Ne zaman insanlar meydanlara çıkar? Eğer çözüm arzusu varsa ve bunu engelleyen kendi liderleriyse o zaman sokaklara dökülür. Ama onu engelleyen karşı tarafın liderliğiyse bu tarafta sokağa çıkmanın hareketli olmanın bir anlamı olmaz. Neyi protesto edeceksin?
Geçmişte bunu yaşadık. Yani 2002, 2003, 2004 yıllarındaki devasa eylemler bundandı. Liderlik 2003 sonuna kadar çözüme karşıydı. Çözümü engelliyordu. BM’den gelen önerileri reddediyordu. O nedenle insanlar sokaktaydı, hareketliydi. Şimdi çözümü isteyen liderleri getirdiler iktidara. Liderler uğraşıyor, Talat ve Akıncı. Ama çözüme ulaşılamıyor. İnsanlarda büyük umut kırıklığı yarattı bu. Sanırım benim dönemimde de umutsuzluk vardı ama bu boyutta hiçbir zaman olmadı.
Umut çok fazla yoktu ama zirve toplantılarıyla umutlar yükseldi. Ben ondan korkuyordum. Yükselen umutlar çökünce büyük gürültüyle çöker, hasarla çöker. Öyle oldu. İnsanlar umutlandı önce, “Bakın zirve toplanıyor, garantörler de var.” Benim hep söylediğim şuydu: Türkiye ve Yunanistan eğer müzakere sürecine yardımcı olursa daha kolay çözeriz sorunu. Ben buna hep inandım. Dolayısıyla böyle zirveler umutların en yüksek olduğu zirveler olur aslında. Biz de “Belki” dedik, ama olmadı.
‘ESKİDEN RUMLARIN UZLAŞMAZLIĞI GÖLGEDE KALIYORDU’
İnsanların hareketliliği aslında dünyaya da bir mesaj vermiyor muydu?
Elbette veriyordu. Türkiye’ye de, dünyaya da... O mesajlar sonuçta burada iktidarın değişmesine yol açtı. Çözümü sağlayamadı ama iktidar değişince “Çözümü yapacak yeni liderler göreve geldi” umudu doğdu. Hep öyle olur zaten. Bakın geçmişte Denktaş’ın cumhurbaşkanlığı bitene kadar Rum tarafının çıkardığı engeller dünya tarafından hiç görülmedi. Görülemezdi zaten çünkü Denktaş Bey onları kamufle ediyordu. Kendisi o kadar uzlaşmazdı ki, Rumların uzlaşmazlığı gölgede kalıyordu. Dünya bunları görmedi hiçbir zaman. Dünya ne zaman gördü? Benim Başbakanlığı’mda. Zaten ben Başbakan olduktan sonra iktidarda bir denge oluştu. Hatta müzakerelerin sonuna doğru Birkenstock’a vardığımızda ve referandum yapıldıktan sonra artık Cumhurbaşkanı köşesine çekildi. Denktaş Bey bize bıraktı her şeyi. Dolayısıyla bütün dünya çözümü kimin istediğini gördü. O zaman “acaba” sorusu Kıbrıs konusunda düşünen insanların beyninde yeşermeye başladı. “Acaba bunlar Denktaş Bey döneminde de mi uzlaşmazdı da biz bunu göremedik.” Ama bunun önemi yok. 2004’ten sonra dünya gördü ki uzlaşmaz olan Kıbrıslı Türkler değilmiş. Ve bu da hukuki bir şey doğurmuş olmasa bile Kıbrıslı Türklerin dünyadaki imajını değiştirdi.
Artık Türkiye Kıbrıs sorununun çözümsüzlüğüyle suçlanmıyordu. Arada bir Avrupa Parlamentosu askersizleşmeden bahsediyor falan ama yarım ağız… Birleşmiş Milletler tarafından da suçlanmıyor Türkiye. Hatta Avrupa Birliği Türkiye’nin çözüm için çalışmaya devam etmesini tavsiye ediyor. Çok değişti durum 2004’ten sonra. Bu Türkiye’ye çok yaradı, Kıbrıs’a da çok yaradı. Kıbrıs’a şöyle yaradı: Bir kere ekonomik seviyemiz yükseldi. Bakmayın, krizler falan yaşıyoruz ama ekonomimiz daha iyi bir noktaya geldi, büyüme yaşandı. Yüzde 13’ün üzerinde büyümeler yaşandı o dönemde. Bir kısım izolasyon zayıfladı. Türkiye de epeyce kazandı bu işten. Doğrudan dış yatırımlar büyük ölçüde arttı. Türkiye’de AB perspektifinin olduğu o dönemde, şimdi ortadan kalksa da büyük avantajlar sağlandı. Bugün geldiğimiz noktada bütün bu çöküşlere rağmen Türkiye ve Türk tarafı suçlanmıyor. Açıkça Rum tarafı da suçlanmıyor ama ben diplomatlarla konuştuğumda bana çöküşün sorumlusunun Anastasiadis olduğunu söylüyorlar.
‘DÜNYANIN ÇÖZÜM İSTEDİĞİNİ DÜŞÜNÜYORUM’
Peki Kıbrıslılar dünyadan gelen mesajları nasıl algılıyor? Dünyadan beklentileri ne durumda Kıbrıslıların?
Kıbrıslılar dünyanın çok fazla çözüm istediğine inanmış değil. Dünyanın çok umurunda olduğunu da düşünmüyorlar. Çözüm ABD’nin çok da umurunda mı? Sanmıyorum. Biz eğer istersek onlar destek verebilir. Biz istemezsek vermezler. Bir ara destek verdiler. Annan planı döneminde onlar da heyecanlandı. Bana sorarsanız ben dünyanın çözümü istediğini düşünüyorum. Kıbrıs’ta uzlaşmazlık olması kimseye yaramaz. Şöyle düşünün, Kıbrıs sorunu çözülse ExxonMobil arama çalışmalarını hiçbir sorun yaşamadan yapacak. Şimdi sıkıntılarla yapıyor. Bakarsınız yarın vazgeçer. Bu gerginlikleri gördükçe, “Ben bu gerginlikle mi uğraşacağım” der. Sabotajdan korkar, başka şeyden korkar. Vazgeçmesi mümkündür. İtalyan Eni şirketi vazgeçti örneğin.
Bu nedenle onlar da istikrar ister, diye düşünüyorum. Onların da çözümü istemesi lazım. Çözülmemesi kimin işine yarar? Eski yıllarda “Rum mallarının üzerine konan Kıbrıslı Türkler” derdik. Şimdi onlara bile yaramaz. Çünkü onların da çözümle kazanabilecekleri çok şey var.
‘TÜRKİYE’DEKİ GELİŞMELER DEMOKRASİMİZİ ETKİLEMEDİ’
Zorunlu din eğitimi, külliye tartışmaları, medyayla ilgili bazı konular… Sizin görev yaptığınız döneme göre Türkiye’nin gündemleri Kıbrıs’la daha mı içli dışlı olmaya başladı?
Benim görevde olduğum dönemde bu tür girişimler çok daha sınırlıydı. Kıbrıslılar Türkiye’de toplumsal düzeyde yaşananları çok fazla benimsemez. Belki bundan dolayı Kıbrıslılara da benimsetmek gibi bir gayret var. Kolay değil. Bir miktar Türkiye kökenli nüfus olduğu için etkili olabiliyor ama geniş kitleleri etkilemiyor. Dini bütün insanlar var. Hep vardı. Ama dini, yaşam tarzını etkileyecek şekilde kullanma eğilimleri Kıbrıslılara yabancıdır ve çok da benimsemezler. Dediğiniz gibi, imam-hatip türü okullardan bir tane açıldı, Hala Sultan koleji… Bu gibi okullar çok fazla benimsenmez Kıbrıs’ta. Ama sonuçta Türkiye’nin etkisi ihmal edilmez. Türkiye kendi içinde bu sorunları çözemedi, dolayısıyla buraya da yansıması normaldir ama Türkiye’deki kadar keskin değil buradaki ilişkiler. Demokrasimizi, basın özgürlüğünü, ifade özgürlüğünü Türkiye’deki gelişmeler iyi ki etkilemedi, etkileyemedi. Bizde basın üzerinde baskı olabilir ancak bu çeşitli çevrelerden gelir. Bunu bir yaptırıma dönüştürmek, yazarları hapse atmak, gazeteleri kapatmak gibi bir şey kimsenin aklının ucundan geçmez, geçemez. Çünkü bütün bunlar yasalarla koruma altındadır. Diyeceksiniz ki, “Türkiye’de de koruma altındaydı, ne oldu?” Bu belki bir gelenek meselesidir. Kıbrıs’ta bugüne kadar çok kısa sürelerle gazeteciler hapis yatmıştır, o da 1974 öncesinde çatışma dönemlerindedir. 1974 sonrası pek olmadı.
Şimdi size bir şey söyleyeyim, buradaki sivil toplum örgütlerini çağırın buraya, deyin ki, “Bu politikayı seslendirmeyin çünkü bize zarar veriyor.” İnadına onu yapacaklardır. Öyle kontrol altına girebilecek basın ve sivil toplum yoktur bizde.