Romancının gelgitli halleri üstüne deneme

Enver Aysever / Kurşun Kalem

Enver Aysever / Kurşun Kalem

1-İlk gençlikte Kafka okunur. (sonra tekrar tekrar okunur) Meraklı okurun yolu bir zaman sonra Hasek’e, “Kahraman Asker Swayk”a yönelir, ardından Kundera’ya gelir sıra. Hepsi Prag merakına dönüşür, fırsat bulunca hemen düşersin yola. Şehirler ve yazarlar arasında sıkı bağ vardır, kimi zaman yanıltıcı da olabilir bu. Meselenin ticarileşmesi, anlamdan, edebiyattan uzak turistik şehir ziyaretini kenara koyuyorum elbette. Konumuz Kundera romancılığı ve komünizm düşmanlığı. Kundera romanlarını seven, özgün bulan biriyim. Romana getirdiği “düşün” boyutu ilgilendiriyor beni. Zaman zaman denemeci olarak girdiği tartışmalar, tarih, bilim, felsefe üzerinden kurduğu dil, biçem heyecan verici. “Varolmanın Dayanılmaz Hafifliği”ni ilk okuduğumda, sanırım yaşla da ilgili, tokat gibi inmişti yüzüme. Sarsıcı, cesur, irkiltici yeni bir roman önermesiydi. Yeniden okuma gereksinimi duydum şimdilerde.

2-Kundera, ülkesinin komünistler tarafından işgal (?) edilmesinden sonra Paris’e yerleşir; edebi evreni bu hasretle derinleşir, öfkesi büyür, bir yanı komünizm düşmanlığıyla bilenir. Bunu tüm romanlarında görürüz. İnsanlığın kaçınılmaz biçimde sosyalizme yöneleceğini gören biriyim, Kundera ile düşünsel olarak aynı yerde değilim. Buna karşın yapıtlarını okumayı seviyorum. “Gülüşün ve Unutuşun Kitabı” benzer izlekli bir roman, biraz alaycı, özünde sert! Yazarın dünya görüşüne bunca uzak olmak, yapıtından haz duymaya engel mi? (Kundera liberal mi? Onu tanıtırken seçilen “son varoluşçu” tanımı ne denli yeterli?) romanlarında görürüz. İnsanlığın kaçınılmaz biçimde sosyalizme yöneleceğini gören biriyim, Kundera ile düşünsel olarak aynı yerde değilim. Buna karşın yapıtlarını okumayı seviyorum. “Gülüşün ve Unutuşun Kitabı” benzer izlekli bir roman, biraz alaycı, özünde sert! Yazarın dünya görüşüne bunca uzak olmak, yapıtından haz duymaya engel mi? (Kundera liberal mi? Onu tanıtırken seçilen “son varoluşçu” tanımı ne denli yeterli?) yazar olarak uyandıklarında, evrensel anlaşmazlık ve sağırlığın günü gelmiş olacaktır.”

3-Kundera, yapıtlarında (çok hoşlandığım) yazmak/yazarlık üstüne türlü önermelerde bulunuyor. “Gülüşün ve Unutuşun Kitabı”nda kendiyle giriştiği tartışma keyiflidir. (Ne zaman yazar konuşur, ne zaman kahraman ayırt edemezsiniz, önemsemezsiniz de ayrıca) “Goethe’nin Doğu-Batı Divanı adlı kitabındaki bir dizeyi anımsattı: Başkaları yaşarken yaşanılır mı? Goethe’nin bu sorusunda, yazarlık eylemenin bütün gizemi saklıdır. Kitaplar yazmasından ötürü insan kendini evrene dönüştürür. (Balzac’ın dünyası, Çehov’un dünyası ya da Kafka’nın dünyasından söz edilemez mi?) ve bir evrenin özelliği tek oluşudur. Başka evrenin varlığı onun özünü tehdit eder.” “Kitaplar yazan biri için söz konusu ya heptir ya hiçtir. (kendisi ve bütün ötekiler için tek bir evren) Oysa, kimseye her şey olma olanağı verilmediğine göre, kitaplar yazan, bizler birer hiçiz. Bizler, iyi tanınmayan, kıskanç, sinirli kimseleriz ve ötekilerden ölümünü dileriz.

Bu konuda hepimiz eşitizdir.” “Çünkü herkes ilgisiz bir evren içinde görülüp işitilmeden yok olup gideceği düşüncesiyle acı çekmektedir. Bu yüzden, daha vakit varken, kendisini sözcüklerden oluşan bir evrene dönüştürmek ister. Ve bir gün (yakın gelecekte) bütün insanlar

4-Yazar, bir tür sürgün dili geliştirmiş, köksüzlük üzerinden, bireyin dünyasına yönelik, üstelik kışkırtıcı tezlerle çıkıyor karşımıza. Cinsel meselelerin davranışlarımızı ne ölçüde etkilediği, ikiyüzlü hallerimizin nasıl da gülünç durumlara düşmemize neden olduğunu sıkça gösteriyor. Her tür inanca mesafeli, adanmışlığı gülünç buluyor hatta! İnsan belli bir yaşa gelene dek deneyimler yaşar, gözler. Düşünce inceldikçe, ömür kısaldıkça, hele bir de yardıma koşan Tanrı fikri yoksa, her tür hesap sertleşir. Kuşkusuz bir ölçüde anlaşılır bu. Ancak iyi insan olma gereksinimi, ölçüsü, yazma tutkusu/itkisi nereden gelir, buna kafa yormak gerekmez mi? Kötü olan ne varsa savaşmak görev değil midir? Ölüm bizden neyi esirger? Sanırım yaşarken yönsüz, duygusuz, ölçüsüz kalmayı. Eğer kuru biçimde önümüze dikilirse ölüm imgesi, orada başıboş savrulma başlar. Adanmışlık değilse de, aydın olma gayreti bununla açıklanabilir. Daha iyi bir dünya düşü, ardına düşme cesareti de bu sorumluluk duygusundan beslenir. Sosyalizm bunun öğretisidir.

5-Bu kaba, biraz da zihni katı kalıba sokan soru hepten haksız değil. Okurken, elde olmadan, zalimce komünizme yüklenen Kundera rahatsız ediyor. Bir yandan yazarın kendini yapıtta bunca açık etmesinden hoşlanmama karşın, ısrarlı vurgu irkiltici oluyor. Olumsuz biçimde elbette! “Komünizmin tezli sanat yapıtlarına sanatçıyı yöneltme” eleştirisi bir ölçüde anlaşılır. Ancak bir tek pratik hem yeterli veri sunmaz, hem de farklı süreçlerde başka başka örnekler verilebilir. Kaldı ki azgın kapitalist saldırı, Sovyet yönetimlerini biçimlendirmiş, korumacı, sert hale sokmuştur. Uzun tartışma konusudur bu.

6-Tüm romanlarında Prag olması, yazarın ne denli şehriyle iç içe geçtiğini gösteriyor bize. Bir şehre uzaktan bakmak/içinden konuşmak üstüne düşünüyorum. Ben de İstanbul’la aynı bağı taşıyorum. Her ne kadar giderek dar alana sıkışsam da (tercih elbette) kurgumu var eden İstanbul ve öyküleridir. O halde yazarla iç içe geçmeden, mesafe koyarak yapıtından haz duymak mümkün. Garip, ikircikli hal bu! Şöyle diyeyim; öncü yazarın, yaşama dair her teşhisi doğru/sağlıklı olmak zorunda değildir. Ya da yazara/ yapıtına kefil olmak gibi bir yükümlülüğümüz yoktur.

7-Kendimle çelişmek pahasına yazıyorum bunları. Bugünü yazan biri, liberal savrulma içinde, siyasal İslamcılara isteyerek ya da kanarak destek verirse, yapıtını ondan bağımsız okuyabilir miyiz?