Renkleri duymak, sesleri görmek

Güher ve Süher Pekinel'in, son albümü "Renkleri duymak, sesleri görmek" algıları tersine çeviriyor. "Geleceği belirleyen görsel medya, internet. Bu süreci yakalayamazsak önümüzü giöremeyiz" diyorlar.

Esra Açıkgöz / Cumhuriyet

Güher ve Süher Pekinel, ilk konserlerini verdiklerinde altı yaşındaydı. Dokuz yaşındayken Ankara Filarmoni’yle çalıyorlardı. Aradan geçen yıllara 22 albüm, binlerce konser, onlarca ödül sığdırdılar. Dünyanın farklı yerlerindeki önemli orkestralarla çaldılar; Berlin Filarmoni, Viyana Filarmoni, New York Filarmoni, İsrail Filarmoni, Londra Filarmoniya, Concertgebouw Amsterdam, Los Angeles Filarmoni, İngiliz Oda Orkestrası, Fransız Ulusal Orkestrası, Tokyo Filarmoni... Şimdi üçüncü uluslararası çapta yayımlanan albümleriyle karşımızdalar. “Renkleri Duymak, Sesleri Görmek”, algıları tersine çeviren bir albüm. Temelleri çok eskilere, küçüklüklerine dayanıyor. “Küçüklüğümüzden beri tüm sanat dallarının aktif birlikteliği bizleri bitmeyen bir yolculuğa da yönlendirdi” demeleri bundan.

Vassily Kandinsky ve Franz Marc’ın 1911’de kurduğu ressamlar birliği Blauer Reiter (Mavi Süvari) akımının etkisi büyük bu albümde. “İç içe geçmiş sanatsal ve sosyopolitik strüktürlerin müziksel belgeseli diyebiliriz bu DVD’mize. Klasik, impresyonist, expresyonist ve modernizmin başlangıcını birleştiren, aralarındaki yakınlık ve değişim akışını gösteren bir program” diyorlar. Bırakalım onlar anlatsın...

- İnsanın alışılageldik algılarını yıkan bir isme sahip albüm; “Renkleri Duymak, Sesleri Görmek”.

- Bu başlık bizler için olduğu kadar CD’yi dinleyen ve DVD filmini görenler için de çok önemli. Her ikisi aynı zamanda piyasaya çıkmış olsa da değişik duygular yaratıyor. Küçüklüğümüzden beri tüm sanat dallarının aktif birlikteliği bizleri bitmeyen bir yolculuğa da yönlendirdi. Bütünlüğü arayan bizler için bu, hiç durmadan akan bir suyun parçası.

- Renkler ve sesler arasında nasıl bir ilişki var sizce?

- İnsanoğlu binlerce yılda geçirdiği evrim ile zannedilenin üstünde içsel bir güce sahip. Bunun bilincine varış ise her şeyden önce kişisel gelişimle mümkün. Müziğin renklerini içimizde duymadan geliştirmemiz mümkün değil. Birlikte çalıştığımızda algıladığımız renkler birbirine benzese de farklı ton duyumlarından yola çıkıyoruz. Beethoven giderek azalan ve zamanla kaybolan duyu yetisini, içsel olarak yarattığı renk duyumu ve sesleri polifonik bir biçimde algılamasıyla abstrakt biçimde beyninde canlandırıyor, aynı zamanda bir nevi görerek kâğıda aktarıyordu. Rembrandt’ın son derece loş, mum ışığı altında yarattığı eserlerindeki ışık algısı; bunun bir başka göstergesi. Goethe’nin Scriabin, Delaunay ve Kandinsky’nin müzikle ilgili renk teorilerinde buluşan yelpaze aslında sanat dallarını birleştiren çok doğal bir oluşum.

- Nedir Blauer Reiter akımına çeken, etkileyen?

- Renkleri duymak aynı zamanda sesleri görmeyi de içeriyor. Lise yıllarında Kandinsky’nin iki kitabından “Punkt und Linie zur Flaeche’’ ve “Das Geistige in der Kunst”tan çok etkilendik. 1911 yıllarında başlattığı resimdeki dönüşüm noktası Almanya’da “Blau Reiter’’ ve “Bauhaus” gibi çok önemli oluşumları beraberinde getirirken; bilindiği gibi Fransa’da yeniliğe susamış değişik akımlar, müzik, resim ve edebiyatta birbirleriyle iç içe yeni oluşumlara temel hazırlıyordu. Her ne kadar sanat tarihi belki de en hızlı değişimini Rönesans döneminde yaşamışsa da, bugüne ulaşan değişim daima vardı. Önemli olan bir sanatçının etrafındaki akımları ne kadar derinden izlediği ve bu akımlardan nasıl etkilendiği ve aktardığıdır.

- 1970 ve 1985 arasında Münich’te yaşadığınız dönemde boş vakitlerinizi resim yaparak değerlendirdiğinizi biliyoruz...

- Evde yalnız müziğe değil, resme de yoğun bir ilgi vardı ve zamanla tutkuya dönüştü. Resim dersleri en sevdiğimiz derslerden biriydi. Kandinsky’yle yoğun olarak ilgilenmemiz Münih’te yaşadığımız dönemle başladı. Blauer Reiter akımı ile Lenbach Haus’a yerleşmiş Kandinsky, Klee, Franz Marc üçlüsünün ayrıca müziksel açıdan da bir trio oluşturması bizleri o günlerde devamlı yapılan etkinlikler ve seminerlere yönlendirdi. Bu arada Kandinsky’den etkilenmiş olan Bartok’un sonradan konçertoya dönüşen sonatını Berlin Filarmoni ve Münih Filarmoni orkestralarının iki değerli perküsyonistleriyle plağa almıştık. Daha sonra New York’ta Juillard School’dan arta kalan zamanımızı cumartesileri “Student Art Legue” resim kursunda geçirirdik. Konserler biriktikçe, ruhumuzu beslediğimiz ve tek kaçabildiğimiz yerler müzeler olmaya başladı. Hatta menajerlerimizi bu yönde etkilemeye başladığımızı sonradan fark ettik. Değişik bir talep olarak görseler de, önemli konserlerden sonra bir gün ekstradan kaldığımız o günler çok verimliydi. Geriye doğru bakınca bu ortamı yaratan tüm oluşumların bizi bugüne taşıdığını düşünüyoruz.

- Bu uluslararası çapta yayımlanan üçüncü DVD’niz. İçeriğini nasıl oluşturdunuz?

- Öncelikle geleceğimizi şimdiden belirleyen; görsel medya, internet. Bu süreci yakalayamadığımız takdirde müzisyen olarak da önümüzü görmemizin zorlaşacağının bilincindeyiz. DVD büyük bir sorumluluk. Olay sadece bir programı belgelemenin ötesinde, dünyaya hangi mesajı vermek istemenizle de yakından ilgili. İç içe geçmiş sanatsal ve sosyopolitik strüktürlerin müziksel belgeseli diyebiliriz bu DVD’mize. Klasik, impresyonist, expresyonist ve modernizmin başlangıcını birleştiren, aralarındaki yakınlık ve değişim akışını gösteren bir program. Mesela Debussy - Bartok ilişkisi, “Bartok, Infante, Saygun üçgeni”; bunlar son derece entresan birleşimler. Etnelog olan Bartok Balkan halk müziğinin gelişimini derinlemesine araştırırken 1936’da Türkiye’ye de gelerek Adnan Saygun’la Anadolu’da Türk halk müziği üzerine araştırmalar yapmış ve 136’ya yakın topladığı halk melodi ve şarkılarının 67’sini seçerek komposizyonlarında değerlendirmiş. Nitekim şu an Türkiye’de Bartok müzesi mevcut. DVD’mizde bunlarla ilgili bizzat yazdığımız bir analiz de bulunuyor. Kısacası, her DVD ve CD çalışmamızda olduğu gibi, dünyaca bilinen Arthaus ve Unitel firmalarıyla titizlikle, araştırarak ve iyi bir ekiple çalışarak kendi belirlediğimiz konser salonlarında bu özel konser çekimlerini gerçekleştirdik. Bu arada DVD’mizde çekimini izleyeceğiniz konserimiz Zubin Mehta eşliğinde, Maggio Musicale orkestrasıyla, İtalya’da yeni açılan, akustiği muhteşem opera salonundaydı.

 

Birikimlerimizi gençler için kullanıyoruz

- Genç müzisyenlere yönelik çalışmalarınızla da takdir topluyorsunuz. Neden önemli genç müzisyenlerin desteklenmesi?

- Almanya ve USA’da okurken, önemli müzisyenlerin yanı sıra devam eden yıllarda menajer ve CD firmalarından da çok büyük destek gördük. Maestro Karajan, Zubin Mehta, Sir Colin Davis gibi alanında saygın şeflerin mentor olarak büyük yardımı hayatımızı müzikal açıdan da çok etkiledi. Bize zamanında verilen imkânları, birikimlerimizi bugün çeşitli projelerle üstün yetenekleri keşfederek ve onları bir dünya ismi olma yönünde yetiştirerek kullanıyoruz. Onlar müziğin geleceğini yönlendirecek ve uluslararası platformlarda Türkiye’nin de varlığını hissettirecekler. Müzisyen olmak, sanatçı olmak büyük bir sorumluluk. Toplumu kültürel olarak en iyi şekilde besleyebilmeleri için her açıdan donanımlı olmaları gerekiyor. Bu donanımı da sağlayabilmek için bizler her türlü zaman, birikim ve ilişkilerimizi devreye sokuyoruz. Alanında bilinen hocalar ve okullara yönlendirmenin yanı sıra en iyi enstrümanlarla çalışmalarını sağlıyoruz. Bu projede kalabilmek için tarafımızdan seçilen yetenekler, her sene uluslararası bir yarışmaya girerek kendilerini kanıtlamak mecburiyetindeler. Böylece isimleri de değişik platformlarda duyulduğundan, geleceklerini belirleyecek beklenmedik fırsatlar önlerine açılabiliyor.