Prof. Emre Erdoğan: Altındağ, 6-7 Eylül olaylarını hatırlatıyor

Bilgi Üniversitesi öğretim üyesi Prof. Dr. Emre Erdoğan, Altındağ’da yaşanan gerginliği Cumhuriyet'e değerlendirdi.

İpek Özbey

Neden Prof. Emre Erdoğan? Yer, Ankara’nın Altındağ ilçesi, Battalgazi Mahallesi... Suriyeli bir grupla kavga sonucu yaralanan Emirhan Yalçın’ın hastanede hayatını kaybetmesinin ardından büyük gerginlik yaşandı... Kalabalık bir grup yürüyüşe kalktı, hedef Önder ve Battalgazi’deki Suriyelilerin evleri ve dükkânları oldu, “mülteci istemiyoruz” sloganı stadyumlara kadar ulaştı. AKP’nin kalesi olarak bilinen Altındağ’da bir linç ortamı oluşunca bize de Türkiye’de kutuplaşmanın boyutları ve milliyetçilik üzerine birçok çalışmada imzası bulunan Bilgi Üniversitesi öğretim üyesi Prof. Dr. Emre Erdoğan’a sormak kaldı.

- Türkiye’nin içinde bulunduğu koşulları yaratanlar Suriyeli mülteci sorununu yarattılar, ancak Suriyeli mültecilerin bu süreçte bir dahilleri olmadı, kabullenip öfkeyi doğru kişilere yöneltmekte yarar var.

- Yaşadığımız yoksullaşma ve bir gelecek tasavvuruna sahip olmamamız, öfkemizi pekiştiriyor. Popülist politikacılar, aşırı uçlar -sağ, sol fark etmez-, demagoglar günah keçisi bulmakta çok mahirler.

- Siyasal kültürümüz, evdeki halimiz bu hoşgörüsüzlüğü, ayrımcılığı besliyor. Böyle bir ülkede 4 milyondan fazla olduğu söylenen mültecileri ağırladığınız zaman bazı “kaşınmaların” olması kaçınılmaz.

- AB’den gelecek fonlar karşılığında mültecileri ülkede tutmayı tercih eden, bunu da tabanına “Ensar” söylemiyle “satan” bir iktidarın; mülteci karşıtı söylemleri teşvik etmesinin farklı sebepleri olabilir.

- Birincisi, tabanında olabilecek mülteci karşıtlığının “gazını almak” ve oy kaybı yaşamamak, ikincisi, AB ile pazarlık yaparken “Tabanım istemiyor, ikna etmek için koza ihtiyacım var” demek için olabilir.

- Üçüncüsü, Millet İttifakı ve HDP ortaklığında birtakım çatlaklar açmak da isteniyor olabilir ama o ittifakın varoluş nedenlerine bakıldığında bu çatlakların büyüyeceğini düşünmek iyimser bir bakış.

- 6-7 Eylül olaylarını hatırlatıyor, dükkânları yağmalamak için kentin çeperlerinden kamyonlarla adam taşındığı söylenir. Altındağ’da da olan, suça meyilli kişilerin araç olarak kullanıldığı izlenimi uyandırıyor.

    • Türkiye geçen haftayı yangın ve sel faciasının ardından Altındağ’da yaşanan olayların gölgesinde geçirdi. Linç kokan olayları tetikleyen unsurları açar mısınız?

Altındağ’da yaşanan olaylar hakkında hâlâ yeterli bilgiye sahip değiliz. Bir bakış açısı, olayların yerli halkın Suriyelilere verdiği bir reaksiyon olduğunu söylerken bir başka bakış açısı da olaylara karışanların daha önce başka suçlara da dahil olduğunu öne sürerek organize bir hareket, bir tür provokasyon olduğunu iddia ediyor. Her iki olasılık da olumsuz: Birincisi Türkiye’de bireylerin mültecilere tahammüllerinin kalmadığına işaret sayılabilirken; ikincisi bazı “mihrakların” bu yarayı kaşımaktan çıkar elde etmeyi umduklarını gösteriyor. Türkiye’de mültecilere ve daha çok yabancılara karşı tahammülün ya da hoşgörünün düşük olduğunu, mülteciler gelmeden önce de biliyorduk.

    • Nereden biliyorduk?

Yapılan karşılaştırmalı çalışmalar Türkiye’nin yabancılara karşı, özellikle başka dinden, milletten veya kendisiyle aynı ahlaki değerleri taşımayan kişilere karşı hoşgörü düzeyi en düşük ülkelerden biri olduğunu gösteriyordu. Belki de yetiştirilme biçimimizden, belki de ülkenin yaşadığı hızlı toplumsal ve iktisadi değişime ayak uyduramamaktan dolayı, yabancıyı seven bir toplum değiliz. Hele Suriyelilerin ülkemize yoğun şekilde gelmeye başladığı 2010 sonrasında bu hoşgörüsüzlüğümüz daha da ayyuka çıktı, toplumun çoğunluğu Suriyeli mültecileri görmüyor, görmese de ne komşu olmak ne beraber iş kurmak ne de akrabalık ilişkisine girmek istiyor. Birlikte bir gelecek kurmaya yönelik bir heves yok. Ülkenin ardı ardına yaşadığı siyasi ve iktisadi krizler, bunların sonucu olan işsizlik, yoksulluk ve umutsuzluk, bu hoşgörüsüzlüğü iyice artırmış durumda. İnsanlar yaşadıkları olumsuz koşulların sorumlusu olarak bir günah keçisi arıyor, çok da uzağa gitmelerine gerek kalmadan birileri de Suriyelileri gösteriyor.

    • Göçmen karşıtı politikacıları mı kastediyorsunuz?

Kadim hoşgörüsüzlüğe rağmen Türkiye’de göçmen karşıtı politikaları seslendiren politikacılar çok destek almadı. 2019 seçimlerinde bazı yerel örnekler gördük, seçimleri kaybettiler ya da şimdi bazı siyasiler kendilerini Suriyeli karşıtlığından beslemeye çalışıyorlar ama çok da başarılı oldukları söylenemez. Toplumda böyle tahammülsüzlük varken bugüne kadar Batı’daki örnekleri gibi göçmen karşıtı politikacıların başarılı olmamaları bir araştırma konusu olabilir. Ancak bu ülkenin en popülist ve en muhafazakâr olarak bilinen siyasi partisinin, yani AK Parti’nin “ensar” söylemiyle halihazırdaki politikalara sahip çıkmasının bir tür “tampon” işlevi olduğunu düşünüyorum. MHP liderliğinin de bu konuya çok dahli olmaması koalisyonun iç dinamiklerinden. Bu yüzden Suriyeli karşıtlığı siyaseti muhalefete kalmış durumda ancak Meclis tutanakları ya da parti raporları incelendiğinde CHP’nin ya da HDP’nin son derece kapsayıcı, hak temelli yaklaşımları savunduklarını görüyoruz. CHP tabanı en Suriyeli karşıtı taban gibi gözüküyor, liderliği de zaman zaman ayrımcı dil kullanabiliyor. Yine de bu açıdan bir kilitlenme var, iktidar ve muhalefet almaları gereken pozisyonları almamış durumdalar. Şimdi, bugün, birileri Türkiye’de Suriyelilere yönelik pogromlar yoluyla siyasi hareketlenme yaratabileceklerini düşünüyorlarsa; bu düşünceye varmalarının altındaki nedenleri iyice araştırmalı ve öğrenmeliyiz. Muhtemelen bahsi geçen kilitlenmenin çözüleceğine dair bazı ipuçlarına sahip olduklarını düşünebiliriz.

    •  “Aman dikkat” denecek noktada mıyız?

Aslında çok uzun zamandır “aman dikkat” denecek noktadayız. Daha önce bahsettiğim gibi ülkemiz yabancıya karşı çok hoşgörülü bir ülke değil, bazı yabancıları görmeden de ve görmediği için sevmeyebiliyor. Siyasal kültürümüz, evdeki halimiz bu hoşgörüsüzlüğü, ayrımcılığı besliyor. Böyle bir ülkede dört milyondan fazla olduğu söylenen mültecileri ağırladığınız zaman bazı “kaşınmaların” olması kaçınılmaz.

    • Tam tersi bir söylem de var, “Bizim milletimiz misafirperverdir” deniyor...

Öyle, bu hoşgörüsüzlükten bahsettiğimiz zaman, bazı otoriteler, “ne alakası var, bizim milletimiz misafirperverdir” diye yanıt veriyorlardı, hatta duyulmasını da istemiyorlardı. Zaman içerisinde daha gerçekçi bir noktaya gelindi. Resmi makamların söylem ve politikalarında “sosyal uyum”, “sosyal içerme” kavramlarını daha fazla duyar hale geldik. Vatandaşların duyduğu/duyabileceği rahatsızlığın “yönetilmesi” gerektiğine dair bazı politikalar geliştiriliyor. Yine de bu hassasiyetin devletin her kademesinde olduğunu söyleyemeyiz. Sıradan mültecinin nasıl bir ayrımcılıkla, sömürüyle karşılaştığının ve yerel otoritelerin nasıl bu durumu hoş gördüğünü biliyoruz. Bu hacimde bir mülteci grubuna ev sahipliği eden ülkedeki vatandaşların duyacağı rahatsızlığın farkına varılması ve bu yönde politikalar geliştirilmesi aciliyet taşıyor.

    • Bu öfke bir yerde sabitlenir mi?

Öfke duygusu insanı harekete geçiren ve kendi nesnesini arayan bir duygu. Başınıza kötü bir şey geldiğinde onun sorumlusunu arıyorsunuz. Çok da sağlıklı, ince eleyip sık dokuyan bir arayış değil, en yakınınızdakini “günah keçisi” olarak gösterenler olduğunda da kolaylıkla ikna oluyorsunuz. Yaşadığımız yoksullaşma, hayallerimizi yitirmemiz ve bir gelecek tasavvuruna sahip olmamamız, öfkemizi pekiştiriyor. Popülist politikacılar, aşırı uçlar -sağ, sol fark etmez-, demagoglar günah keçisi bulmakta çok mahirler. Eğer kamunun öfkesiyle ilgilenmeyi bu kişilere bırakırsak daha da olumsuz olaylarla karşılaşabiliriz. Ekonomideki daralma, işsizliğin artması, yoksulluğun yayılması sona ermedikçe de öfke ve öfkenin kendisine bir günah keçisi arayışı sona ermez.

    • Aslında tüm dünyada mülteci karşıtı hareketler ivme kazanmış gibi siyasette bir karşılığı var mı bu yaygınlığın?

Türkiye’de bu kadar çok mülteci varken, ülkedeki siyasal kültürün ne kadar zenofobik ve dışlayıcı olduğunu bilirken mülteci karşıtlığının siyasi bir harekete dönüşmemiş olması şaşırtıcı. Bu konuya yatırım yapan bir iki siyasetçi de hayal kırıklığına uğradı. Bence bunun en önemli sebebi, tanım gereği mülteci karşıtı olması gerekenlerin, yani muhafazakârların ve aşırı milliyetçilerin mülteci karşıtı eğilimlerinin, bu görüşlere sahip olan kişilerin partilerinin iktidarda olması ve halihazırdaki politikaları yürütmesi. Bunu “ensar” ya da misafirperverlik söylemi altında gerçekleştiriyorlar, bu da sanırım bir tür frenlemeye yol açıyor. Öte yandan iktidarın mültecilerle ilişkili politikalarına karşı olanların bir kısmı da mülteci karşıtı duygulara sahip değiller, politikaların gerçekçi ve yeterli olmadığını savunuyorlar. Dolayısıyla kuru kuruya bir mülteci karşıtlığı söylemi bu kesimleri ikna etmez, daha ilerici politikaları savunuyorlar çünkü. Öfkeliler kalıyor geriyor, özellikle iktidarın iktisadi politikalarından mağdur olanların bir potansiyel oluşturduğunu görüyoruz. Onlara seslenen bir siyasi parti zaten var, İYİ Parti zaman zaman mülteci karşıtı bir söylemi seslendiriyor. Ancak onun da oy potansiyelini ikiye ya da üçe katlayacak bir fırsat alanı yok. Dolayısıyla ülkede mülteci karşıtlığı hâlâ marjinal bir akım olarak kalmış durumda, ana akımlaşması kolay gözükmüyor.

    • Altındağ’daki gerginliği haklı bulanlar da oldu, onları ırkçı olmakla suçlayanlar da... Sizce ırkçı bir saldırı mıydı?

Ben saldırı hakkında bilgimizin sınırlı olduğunu düşünüyorum, ancak ne olursa olsun belirli bir grubu sadece milliyetinden dolayı hedef gösterip saldıranlar, kendilerini haklı çıkaracak ne sebepleri olursa olsun ayrımcıdır, ırkçıdır. Faşizm sadece ırka dayalı ayrımcılık yapmaz, bu doğru; ancak Altındağ’da yaşanan tamamen ırka dayanan bir eylemdir, bu nedenle ırkçı adını vermekten çekinmememiz gerekiyor.

    • Peki, çatışmalar neden hep yoksul mahallelerde oluyor?

Çünkü mülteciler yoksul mahallelerde yaşıyor. Ortalama bir Suriyeli mülteci ailesi müreffeh bir yaşam sürmüyor, yoksulluk sınırının üstünde yaşayanların sayısı çok az. Dolayısıyla da bizim “çöküntü alanları” adını verdiğimiz mahallelerde yaşıyorlar, ancak orada ev kiralayabiliyorlar. Bu nedenle de çatışmalar da o mahallelerde gerçekleşiyor. Eğer Nişantaşı ya da Çankaya’da yaşayan Suriyeli mülteci olsaydı; onun saldırıya uğramayacağını söylemek aşırı cesur bir genelleme olurdu, muhtemelen çok farklı saiklerden dolayı onlar da ayrımcılıkla karşılaşıp, belki de saldırıya uğrarlardı.

    • Ekonomik sorunların göçmenlere öfke duyulmasında etkili olduğunu söylediniz, yani fatura onlara mı kesiliyor?

Türkiye 2018’den beri ciddi bir ekonomik kriz ile karşı karşıya, yaşadığımız pandemi dönemi de buna tuz-biber ekti. Yapılan araştırmalar, ekonomik büyümenin ya da küçülmenin iktidar partisinin oy oranını doğrudan etkilediğini gösteriyor. Ekonomi küçüldükçe, işsizlik arttıkça insanlar mutsuz oluyorlar ve iktidar partisinden uzaklaşıyor. Bu momentumu ancak bir tür illüzyon ile kapatmak mümkün. Ekonomik kaynaklı mutsuzluklar, bunun bir haksızlık olduğu algısıyla bir araya geldiğinde öfkeye dönüşüyor. Batı’daki popülist partilerin yükselmesinde ekonomik kayıpların yanı sıra bu kayıpların sorumlusu olarak Avrupa Birliği’ni, siyasetçileri ya da göçmenleri gösterenlerin etkisi çok oldu, Brexit kampanyasından bunu hatırlayacağız. Türkiye’de de insanların yoksullaşmasında, bir türlü hak ettikleri gibi yaşamamalarında sorumluluk kimde diye sormaları gerekiyor. Bu soruya “Suriyeli mülteciler” ya da “dış mihraklar” yanıtı verdikleri sürece, günah keçisi olarak gördükleri sürece Suriyelilere karşı öfkeleri dinmez. Aslında Türkiye’de mülteciler ve Türkiyeliler arasında maddi kaynaklar için aşırı bir rekabet yok, elimizdeki çalışmaların çoğu aynı işe talip bile olmadıklarını gösteriyor. En aşırı mülteci karşıtlarının bir kısmı beyaz yakalı, bir Suriyeli mültecinin beyaz yakalı olarak çalışması imkânsız bu yasal şartlarla. O yüzden bu öfke biraz manipüle edilmiş, biraz şaşırtılmış bir öfke. Türkiye’nin içinde bulunduğu koşulları yaratanlar Suriyeli mülteci sorununu yarattılar, ancak Suriyeli mültecilerin bu süreçte bir dahilleri olmadı, kabullenip öfkeyi doğru kişilere yöneltmekte yarar var.

    • Yıllar içinde uygulanan kutuplaştırma politikası bu ortamın ortaya çıkmasını ne kadar kolaylaştırdı?

Siyasilerin kullandığı kutuplaştırıcı dil basit bir başlangıca dayanıyor, “biz” ve “onlar” ayrımı. Popülizmle birleştiği nokta bu. Siyasetçi bir “makbul biz” tanımı yapıyor, temiz, homojen, erdemli; bir de bunun karşısına kirli ve ahlaksız bir öteki koyuyor. Kutuplaştırıcı dilde genelde biz, kendi partisine oy verenler; öteki de diğer partilere oy verenler oluyor. İşte mültecilerle ilgili söylem de burada devreye giriyor. Kutuplaştırıcı siyasetçi çok kıvrak bir dille mültecilere karşı olduğunu söyleyerek de ötekiyle arasına bir çizgi çizebilir, mültecileri desteklediğini de söyleyebilir. O andaki konjonktürde hangisi işine gelirse onu yapar. Böylelikle kendisini ve temsilcisi olduğu kesimi ahlaken yüceltir, diğerlerini aşağılar ve bütün hareketlerine meşruiyet kazandırır. Elimizdeki vakada da siyasetçilerin kutuplaştırıcı söylemlerinde mülteci sorununu her iki yönde kaldıraç olarak kullandıklarını görüyoruz.

    • Sınır illerinde her beş kişiden biri mülteci... Bir mahalle düşünün, tamamında Suriyeliler yaşıyor... Gettolaşmanın sebebi kendini güvene almak mı?

Gettolaşmanın bir maddi gerekçesi var. Şu andaki yasal koşullarda, Geçici Koruma statüsünü taşıyan Suriyeliler istedikleri ilde yaşayamıyorlar, kayıtlı oldukları ilde bulunmak zorundalar. O ilin dışına çıkarlarsa da kayıt dışı oluyorlar. Suriyelilerin ne kadar kayıt dışı olduğunu bilmiyoruz, spekülatif rakamlar var. İşte bu kayıt dışı olanlar, gittikleri şehrin istedikleri mahallesinde ev tutamıyorlar, bir yasal engel var. O yüzden de onlara ev kiralamaya istekli kişilerin bulunduğu mahallelere gidiyorlar. Zaten kayıt dışı olmayanların da istedikleri yerde ev tutmaları mümkün değil. Gelirleri karşılayamayabilir, çünkü Suriyeliler ya çok düşük maaşlarla çalışıyorlar ya da kayıt dışı çalışıyorlar, dolayısıyla gelirleri “iyi” bir mahallede ev tutmaya yetmiyor. İki üç aile bir araya gelip, çoğunlukla da çöküntü mahallelerde ya da işyerlerine yakın mahallelerde ev tutup fahiş kiralar ödüyorlar. Bu da bir coğrafi yoğunlaşmaya yol açıyor. En önemlisi, tıpkı Türkiye’den yurtdışına göçenlerin yaptığı gibi eş dost, akrabalarına yakın oturmak istiyorlar; bu onları yabancılık hissinden kurtarıyor, o yaşama uyumlarını kolaylaştırıyor. Sosyal sermaye sahibi oluyorlar, başları derde girdiğinde birileri yardımlarına koşuyor. Başka bir yerde çok yalnız kalırlar. Bu gettolaşma sadece Suriyeliler ya da Afganlar için geçerli değil bizim ülkemizde siyasi görüşe dayanan bir gettolaşma bile var.

PAZARLIKTA ELİNİZİ YÜKSELTİYOR

    • Altındağ’daki olayların ertesinde gözaltına alınanların yarısı yağma, yaralama, hırsızlık, uyuşturucu gibi suçlardan sabıkalı. Bu tablo bize ne anlatıyor?

Aslında biraz 6-7 Eylül olaylarını hatırlatıyor, İstiklal Caddesi’ndeki dükkânları yağmalamak için kentin çeperlerinden kamyonlarla adam taşındığı söylenir. Altındağ’da olan, “komşunun komşuya ettiği” bir kötülükten çok, zaten suça meyilli kişilerin araç olarak kullanıldığı bir kampanya olduğu izlenimi uyandırıyor. Bu konuda yapılmış bazı çalışmalar, bu tür fırsatları kullanmak konusunda daha önce suça karışmış kişilerin daha fırsatçı olduğunu gösteriyor. Bizim bu verinin ima ettiği ayrımı iyi yapmamız gerekiyor. “Taşınmış kıtaların” bir eylemiyse, bunu kimin organize ettiğini, ne çıkar elde etmek istediğini iyi anlamamız ve önüne geçmemiz gerekiyor.

    • Bir göçmen politikasına sahip olmayan iktidarın bu olaylar sonrası suçu muhalefete atmasına ne diyorsunuz?

Öncelikle anketlere göre muhalefetin tabanının kayda değer kısmının Suriyeli karşıtı tutumlara sahip olduğunu biliyoruz. Her ne kadar CHP ve HDP’nin parti belgeleri daha kapsayıcı bir söyleme sahip olsa da özellikle CHP ve İYİ Parti liderliklerinin ayrımcılığa varan bir dil kullanıp, kendi tabanlarındaki bu hassasiyete hitap ettiklerine de şahit oluyoruz. Son dönemde de bu söylemin -hangi saikle olduğu bilinmez- arttığını da gözlemledik. Yaşanan olaylar sonrasında, olan bitenin muhalefetin mülteci karşıtı söylemine bağlamak, kolaycı bir iş iktidar açısından. Öncelikle muhalefeti mutedil olmamakla suçlayabiliyorsunuz, radikallere yol açmakla itham edebiliyorsunuz, muhafazakâr bir parti için iyi bir fırsat bu. İkinci olarak, aslında kendisi de pek mültecisever olmayan tabanınıza, “ensar” söylemine sığınarak bir üstünlük duygusu verebiliyorsunuz, bu da iyi bir şey. Ama en önemlisi, bence Batı’da, Afgan mültecileri kabul konusunda pazarlık yaptığınız muhataplarınıza işinizin ne kadar zor olduğunu gösteriyorsunuz, bu da pazarlıktaki elinizi yükseltmenizi sağlıyor.

    • Mesela Almanya’da üç milyon Türk var. Yabancı düşmanı bir Almanın gözünde bir Türkün Suriyeli ya da Afgandan farkı var mı? Ben bunu etrafımdaki insanlara sorduğumda “O başka, Suriyeliler, Afganlar başka” deniyor. Başka mı?

Muhtemelen yoktur. Aslında son 20 yılda Almanya’nın hak temelli yaklaşımlar konusunda çok ileriye gittiğini, kapsayıcılık açısından çok fazla adım attığını söyleyebiliriz. Ama yine de Almanların tamamının bütün göçmenlerin eşit Almanlar olduğuna dair bir algısı olduğunu öne sürmek yanlış olur, öyle olsaydı AfD gibi bir siyasi hareket kayda değer oranda bir başarı sağlamazdı. Orada da Türk vatandaşlarına yönelik ayrımcılık devam ediyor, siyasi doğruculuk ve Almanya’nın kendisine özgü geçmişi bunu politikalara dönüştürmelerini engelliyor. Yapılan araştırmalar Almanya’da nüfusun üçte birinin Müslümanlara ve göçmenlere karşı olumsuz duygular taşıdığını gösteriyor. Bu oran Macaristan’da, Bulgaristan’da yüzde 70’e ulaşıyor, Almanya’da bu ülkelere kıyasla düşük olsa da üçte bir de yok sayılacak bir rakam değil.

MİLLET İTTİFAKI VE HDP’DE ÇATLAKLAR AÇMAK İSTENİYOR OLABİLİR

    • “Suriyeliler suç işliyor, cihat istiyorlar...” Genellikle nefretin yabancılara yönelmesinde etkili olan hava böyle, fakat istatistikler suça karışma oranlarının düşük olduğunu söylüyor. Bu algıyı kim yaratıyor?

Medya. Bütün dünyada diğerleri hakkındaki algımızı medya oluşturur. Televizyon, radyo, gazeteler ve tabii ki sosyal medya, diğerlerinin nasıl insanlar olduğunu bize tarif ederler. Türkiye’de de Suriyelilerin medyada hiç de olumlu bir temsili yok. Genelde suçla, fuhuşla birlikte anılıyor, iyi örnekler de “ama...” kalıbıyla kullanılıyor. Bu ayrımcılığı besleyen bir tutum, medyanın kendisini sorgulaması ve bu dilden uzak durması gerekiyor. Ancak bazı mecralarımızın okurları o kadar radikal tutumlar içerisinde ki okuyucu kaybetmek istemeyen, geçimleri tirajdan olan bazı gazete yöneticilerin bu kötücül dili sahiplenmelerine şaşmamalı.

    • Böyle bir ortam iktidarın işine neden yarasın ki?

Kendisi AB’den ve diğer ülkelerden gelecek fonlar karşılığında mültecileri ülkede tutmayı tercih eden, bunu da kendi tabanına “Ensar” söylemiyle “satan” bir iktidarın; mülteci karşıtı söylemleri teşvik etmesinin farklı sebepleri olabilir. Bunlardan birincisi, kendi tabanında da olabilecek mülteci karşıtlığının “gazını almak” ve bu karşıtlık nedeniyle oy kaybı yaşamamak olabilir. Aslında sadece mülteci politikaları nedeniyle taraf değiştirecek Cumhur İttifakı seçmeninin sayısının çok fazla olduğunu sanmıyorum ama sürekli İYİ Parti tehdidi altında olan MHP için bu tür bir tedbir yerinde sayılabilir. İkincisi, AB ve diğer uluslararası kurumlarla pazarlık yaparken bir tür iki düzeyli oyun oynayarak, “bakın benim tabanım da istemiyor, ikna etmek için biraz daha koza ihtiyacım var” demek için olabilir. 6-7 Eylül olaylarının da benzer bir motivasyondan çıktığına dair iddialar var; ülkedeki Rum-Yunan karşıtlığının boyutunu göstermek isteyenlerin teşvik ettiği öne sürülüyor. Bu tercihin orta vadedeki sonuçlarını hepimiz gördük, ama iktidar için akıllıca olabilir. Üçüncüsü, mülteci karşıtlığı söylemine izin vererek Millet İttifakı ve HDP ortaklığında birtakım çatlaklar açmak da isteniyor olabilir ama o ittifakın varoluş nedenlerine bakıldığında bu çatlakların büyüyeceğini düşünmek çok iyimser olabilir.

DOĞRU BİR GÖÇMEN PROGRAMI NASIL OLMALI?

    1- Öncelikle göçmen ve mülteci arasındaki farkı idrak etmemiz gerekiyor. Biz kolaylıkla değiştirerek kullanıyoruz ama göçmenler kendi istekleriyle gelenlerken mülteciler zorunlu olarak ülkelerini terk ediyorlar. Dolayısıyla mültecilerin ülkelerini terk etmelerine yol açan nedenlere kolektif olarak odaklanmak gerekiyor, bu Suriye’de iç savaş, Afganistan’da Taliban olabilir. Bu konularda Batı’nın son derece ikiyüzlü bir tavır sergilediğini hatırlarsak kolektif bir çaba harcamanın zorluğu ortaya çıkar.

    2- Bizim Suriyelileri mülteci olarak kabul etmediğimizi, Geçici Koruma Statüsü altında olduklarını iyice bellememiz gerekiyor. Türkiye, Avrupa ülkeleri haricindekileri mülteci olarak kabul etmiyor ve onlara 2013 yılındaki bir düzenlemeyle özel bir statü tanıyor. Bu statü tanım gereği mültecilikten daha düşük bir statü, çünkü vatandaşlık yolu kapalı ve geri dönüş biraz da ev sahibi ülkenin takdirine bağlı. Bu statü tamamen siyasal tercihlerin bir sonucu.

    3- Bütün mültecilerin ve tabii ki Suriyelilerin sadece mülteci olmaktan kaynaklanan bazı hakları olduğunu kabul etmemiz gerekiyor. Eğitime, sağlık hizmetlerine, barınmaya ve istihdama erişim, mültecilerin doğal hakkı, bizim bir jestimiz, kıyağımız değil. Nasıl insanların insan olmaktan, çocukların çocuk olmaktan, kadınların kadın olmaktan gelen hakları varsa; mültecilerin de mülteci olmaktan kaynaklanan hakları var, bu hakları keyfe keder şekilde kullandıramazsınız. Ülkemizde bu hak temelli bakış açısı ne yazık ki yok, daha çok sadaka söylemiyle davranılıyor. Bu hakların verilmesi yetmez, bu hakların kullanılmasını sağlamak gerekiyor. Bu haklar kâğıt üzerinde verilmiş olsa bile eğitimde, istihdamda, barınmada ve sağlık hizmetlerinde görülen ve görülmeyen o kadar çok engel var ki Suriyelilerin bu haklarından hakkınca yararlandıklarını söyleyemeyiz. Güvencesiz ve güvenliksiz işlerde, çok düşük ücretlerle çalışıyorlar ya da işsizler. Çocuklar eğitime devam edemiyorlar, okuldan çalışmak ya da evlenmek için ayrılıyorlar, akademik olarak, sosyal olarak dışlanıyorlar. Kimsenin yaşamak istemeyeceği evlerde, mahallelerde yaşıyorlar. O mahallelerin birçoğunda zaten suç yaygın, o gettolarda yaşayan çocukların iş bulamazken okula gidemezken ne olmaları bekleniyor ki? Sağlık hizmetlerine erişimde zorlanıyorlar, dışlanıyorlar, bir de hastaneleri işgal etmekle suçlanıyorlar. Bütün bu sorunların çözülmesi beklenirken onun yerine Türkiye siyasetinde araç olarak kullanılıyorlar. Herkes Suriyelilerden nefret eder ve Afganlar hakkında atıp tutarken “durun haklarını yeterince kullanmıyorlar” demek naifçe gözükebilir ancak hak temelli bir bakış açısı aslında hakların kim olduğundan bağımsız olarak kullandırılmasına dayanır. Başka bir deyişle, yarın bizim başımıza gelirse, nasıl davranılmasını isteriz sorusuyla doğrudan ilişkilidir. Zor da olsa bu düşünce egzersizini yapmamız gerekir.

ÖNLEM ALINAMAZSA BU İŞİN SONU NEREYE VARIR?

Daha fazla düşmanlaşma, daha fazla insandışılaştırma ve belki de fiziksel şiddet. İnsanlık tarihi ayrımcılığın basit bir söylem olmadığını, lafta kalmadığını gösteriyor. Anti-semitizm gibi başlayan bir şey, sonuçta soykırıma dönüşebiliyor. Bu nedenle kısa vadeli siyasi çıkarlar için söylemde ayrımcı bir dile yer açılırsa, o dil kendisini daha geniş kitlelerde yankılanırken bulabilir. Dolayısıyla, özellikle lider düzeyindeki siyasetçilerin ayrımcı bir dil kullanmaktan normatif olarak vazgeçmeleri ve tabanlarına itidal tavsiye etmeleri gerekir.