Prof. Dr. Ümit Özlale: Cumhurbaşkanı’nın ekonomiyle ilgili her konuşması Türkiye’nin dış borcunu 112 milyar TL artırdı

Prof. Dr. Ümit Özlale: Sorunlu krediler ihtiyatlı bir yaklaşımla bile 650 milyar liraya yaklaştı. Bu da bankaların ayırmaları gereken zarar karşılığını artıracak. Artık büyümenin banka kredileriyle olamayacağını söylemek kehanet değil.

Şehriban Kıraç

İYİ Parti Kalkınma Politikaları Başkanı Prof. Dr. Ümit Özlale, bu ayın sonunda sorunlu kredilerin ihtiyatlı bir yaklaşımla bile 650 milyar TL’ye ulaşacağını vurgulayarak “Sorunlu krediler nedeniyle bankaların ayırmaları gereken zarar karşılığı da artacak. Bu da banka kârlarını azaltacak ve kredi verme alanlarını daraltacak” ifadesini kullandı.

“Kur ve faizin aynı anda düşmeyeceğini garanti edebilirim” diyen Prof. Dr. Ümit Özlale ile ekonomideki son gelişmeleri konuştuk.

- Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın faiz indirimiyle ilgili son açıklamasından sonra dolar 8.80 TL’yi görmüştü. Olası bir faiz indirimi sonrası piyasada neler bekliyorsunuz?

İlk önce TCMB’den bir faiz indirimi beklemediğimi ifade edeyim. Sonra da TCMB’nin politika faizlerini indirmesinin iş dünyası için daha önemli olan orta ve uzun vadeli faizler üzerinde olumsuz etki yapacağını da ilave edeyim. Bu açıdan gerçekleşme ihtimalini düşük gördüğüm faiz indirimi hem faizleri arttırır hem de Türk Lirası’na değer kaybettirir.

Bununla beraber sayın Cumhurbaşkanı’nın haklı olduğu bir konu var: Türkiye’de faizler çok yüksek. Kendisiyle anlaşamadığımız nokta ise bizim bu yüksek faiz ortamına bizzat kendisinin neden olduğunu düşünmemiz. Bugün Türkiye gelişmekte olan ülkeler arasında en yüksek faiz oranlarından birine sahipse bunun nedeni yüksek enflasyonun yanı sıra ülke ekonomisinin taşıdığı yapısal risklerdir. Bu risklerin başında da Cumhurbaşkanı’nın ciddiyetten uzak keyfi tutumu ve tabii ki de bu yönetim sistemi geliyor. Cumhurbaşkanı Erdoğan'ın açıklamalarının bu ülkeye maliyetini basit bir analizle anlatalım. Cumhurbaşkanı’nın ekonomiyle ilgili konuştuğu televizyon programları sonrasında TL’nin değer kaybına baktık. Son üç senede şahsının ekonomiyle ilgili her televizyon programından sonra Türk Lirası dolar karşısında ortalama 25 kuruş değer kaybetmiş. Çok basit bir hesapla şahsının her konuşması Türkiye’nin dış borcunu yaklaşık 112 milyar TL arttırmış. Bir başka deyişle Sayın Cumhurbaşkanı’nın ekonomi programlarının dış borç maliyeti kişi başı 1.350 TL. 

- Merkez Bankasındaki başkan değişikliklerin çoğunun arkasında Cumhurbaşkanı Erdoğan'ın her fırsatta dillendirdiği “faiz sebep, enflasyon neticedir” söyleminin yattığını görüyoruz. Bu söylem gerçekten para politikasıyla ya da iktisat politikalarıyla örtüşecek bir söylem mi?

Son Başkan değişikliğinin arkasında Cumhurbaşkanı’nın kendisi dışında kimsenin inanmadığı “faiz sebep, enflasyon neticedir” söyleminin yattığını düşünmüyorum. TCMB’nin ülke ekonomisine 128 milyar Dolarlık bir maliyeti olan şaibeli para politikası döneminin üstü kapalı da olsa “araştırılmak” istenmesinin son Başkan değişikliğindeki en önemli önemli faktörlerinden biri olduğunu düşünüyorum. “Faiz sebep, enflasyon neticedir” safsatasını bu satırlara taşımak başlı başına zaman kaybı. Bunu AKP politikalarını karakterize eden “post-truth” kavramı çerçevesinde değerlendirmek gerekir. AKP somut bir veriye ya da bilimsel bir açıklamaya dayanmadan gerçekliği silikleştirmenin ve böylece de toplumu etkilemenin peşinde. Cumhurbaşkanı’nın faiz-enflasyon söylemi de bu örneklerden sadece biri.

KURUMSAL EROZYON ÖNLENMELİ

- TÜİK mayıs ayı enflasyon verilerinde kurum içi bir çalışmanın sehven yayınlandığını, veri tabanına aylık yüzde 0.89 yerine yüzde 1.44 artış yansıtıldığını duyurmuştu. Buradan da hareketle açıklanan resmi veriler halkın gerçeklerini yansıtıyor mu?

Enflasyonun en temel belirleyicilerinden biri enflasyon beklentisidir. Merkez bankaları enflasyon beklentilerini iyi yönettikleri sürece başarılı olurlar. Vatandaş ve iş dünyası uzunca bir süredir enflasyonla ilgili beklentilerini oluştururken TÜİK’in ya da ilgili diğer kurumların yaptığı açıklamaları ve istatistikleri dikkate almıyorlar. 

Öte yandan TÜİK’in sehven yaptığı bu hata, açıklanan haliyle bile çok yüksek olan enflasyondan kadar tehlikeli. Türkiye’nin en önemli problemlerinden biri devlet kurumlarının itibarını kaybetmesi. Devlete itibarını yeniden kazandırmadan atılacak politika adımlarının etkisinin çok sınırlı olacağını düşünüyorum. Tam da bu yüzden ekonomide istikrarı sağlamak için ilk yapmamız gereken bu kurumsal erozyonu önleyip herkesin yeniden devlete güven duymasını sağlamak olmalıdır. 

HOŞNUTSUZLUK ZİRVEYE ÇIKTI

- Türkiye ekonomisi bu noktaya nasıl geldi?

İYİ Parti Kalkınma Politikaları Başkanlığı olarak hayat pahalılığı ve işsizliğin neden olduğu bir hoşnutsuzluk endeksi geliştirip Türkiye’nin zaman içindeki seyrine baktık. AKP dönemini de Sayın Cumhurbaşkanı’ndan referans alarak çıraklık, kalfalık, ustalık ve büyük ustalık dönemi olarak dörde böldük. Türkiye’de ekonomiden hoşnutsuzluğun en yüksek olduğu dönem şahsının büyük usta damadının da çırak olduğu dönem. Türkiye’yi diğer gelişmekte olan ülkelerle kıyasladığımızda ülkemizin son 10 sene içinde hoşnutsuzluğun en fazla arttığı ülke olduğunu görüyoruz. Bu üzücü olmakla beraber şaşırtıcı değil. 

Peki biz bu noktaya geldik? Küresel kriz sonrasında ortaya saçılan paranın diğer gelişmekte olan ülkeler gibi Türkiye’ye de gelmesiyle AKP kredi genişlemesine dayalı bir büyüme modeli uyguladı. Odağında inşaat sektörü ve artan borçluluk, uzağında ise verimlilik ve istihdam olan bu modelin sonuçları da şaşırtmadı. Çok elverişli koşullar olmasına rağmen Türkiye’nin çözmesi gereken uzun dönemli problemler es geçildi. Mesela kur ve enflasyon arasındaki ilişkiyi kıracak bir üretim yapısı oluşturulamadı, ekonomik büyüme ve istihdam arasındaki bağ iyice zayıfladı. Bütün dünya sürdürülebilir, kapsayıcı bir büyüme modeline nasıl geçebiliriz diye düşünürken biz yoksulluğu, fırsat eşitsizliğini, toplumsal çürümeyi ve çevre katliamlarını konuşur olduk. 

Tabii ki gelinen bu noktanın tek sorumlusu AKP’nin beceriksizliği ya da devlet yönetme terbiyesinden nasibini almaması değil. Hemen herkes suçlu. İş dünyasını ele alalım. 2018 Ağustos’unda Berat Albayrak lise öğrencisinin bile yapmayacağı amatörlükte bir ekonomi sunumu yaptığında iş dünyasının anlı şanlı temsilcileri programı övmek ve sonrasında da vergi cezalarının inmesini talep etmek için sıraya girmişlerdi. Daha geçenlerde Türkiye’de ticaretin durmasına neden olan skandal bir karar daha imzası kurumadan iş dünyasının en tepesindeki yöneticiler tarafından sevinçle karşılandı. Pandemi sürecinde onca yıllık birikimini ve ruh sağlığını kaybeden, iflas eden esnafın hakkını iş dünyasının çatı örgütlerinin koruyabildiğini söyleyebilir misiniz? İki aydır her Pazar sabah 7.30’da devletin itibarı biraz daha aşınırken iş dünyasından rüşvet ve yolsuzluğun önlenmesi, hukukun yeniden tesis edilmesiyle ilgili bir açıklama duyduk mu? Bu ülkede muhalif sesler hukuksuz bir şekilde susturulurken başka yöne bakıp ıslak çalanların sesi her geçen gün artmıyor mu? İşte bütün bu soruların cevaplarını düşününce bu noktaya gelinmesinden sadece AKP’nin sorumlu tutulmaması gerektiğini düşünüyorum. 

BORÇ YÜKÜ YURTTAŞA KALACAK

- Bankacılık sektörünün yakın izlemedeki kredi tutarı ve batık kredi miktarı artıyor. Batık krediler açısından ne tür riskler görüyorsunuz? Bankaları, şirketleri ve vatandaşı bu anlamda nasıl günler bekliyor?

Bankacılık sektöründe 2017 yılı sonunda 64 milyar TL olan Tahsili Gecikmiş Alacak (TGA) tutarı 160 milyar TL’ye yükseldi. Öte yandan, TGA ve ikinci grup kredilerin toplamı olarak nitelendirdiğimiz sorunlu kredi tutarı ise 2017 yılı sonunda 190 milyar TL iken 565 milyar TL’ye ulaştı. Buraya kadar anlattıklarımız sorunlu krediler açısından maalesef buz dağının görünen kısmı. 2020 yılında uygulanan ve bankacılık sektörünün altına dinamit yerleştirmekten farksız olan aktif rasyosunun sayesinde bankacılık sektörünün kredi hacminde 920 milyar TL’lik bir genişleme yaşadık. İşte bu kredilerin sorunlu kredilere yansıması devamlı öteleniyor. Peki bu Haziran ayının sonunda sorunlu kredilerin ne olmasını bekliyoruz? İhtiyatlı bir yaklaşımla bile 650 Milyar TL’ye ulaşacağız gibi duruyor. Bu da bankacılık sektörünün kredi hacminin yüzde 20’sine denk gelen bir sorunlu kredi tutarı demek.

Bildiğiniz gibi, bankalar kredilerin takibe uğrama dönemleri ve ödeme kapasitelerine göre zarar karşılığı ayırıyorlar. Sorunlu kredilerin toplam krediler içindeki oranının bu derece yükseldiği bir dönemde bankaların ayırmaları gereken zarar karşılığı da doğal olarak artacak. Yine ihtiyatlı bir yaklaşımla, Haziran ayında bankaların mevcut durumdan yaklaşık 30 Milyar TL daha karşılık ayırmalarını bekliyoruz. Bu da banka karlılıklarını önemli ölçüde azaltacak ve kredi verme alanlarını daraltacak bir gelişme. Peki bu durumda bankaları elinde tutan holdingler ya da kamu sermaye arttırarak kredi genişlemesi için alan sağlar mı? Bunu mevcut durumda özel bankalardan beklemek aşırı iyimserlik olur. Kamu bankaları tarafını ise bilemiyoruz zira geçen sene üç kamu bankasına toplam 21 milyar TL’lik bir sermaye enjeksiyonu yapılmıştı. Yani işin özeti şu: mevcut durumda ekonomik büyümeyi bankacılık sektörünün kredi genişlemesiyle sağlamaya çalışmak neredeyse imkansız gibi. Bu imkansızı başarmanın yakın gelecekteki maliyeti ise büyük olur. 

Peki vergi mükelleflerini yani vatandaşı ne bekliyor? Vatandaşın durumu politika yapıcıların (böyle yazınca havalı oluyor ama aslında tek bir karar vericiden bahsediyorum) üreteceği çözüme bağlı. Eğer bankaların borçları kamunun borcuna çevrilirse olan yine sadık vergi mükellefine olacak. Yani kapitalizm karın şahsileşip zararın kamusallaştırıldığı çarpık bir sistemden öteye yine gidemeyecek. 

PANDEMİ BİTENE KADAR KÇÖ UZATILMALI

- Kısa çalışma ödeneği (KÇÖ) bu ay bitiyor. Ücretsiz izindekiler günlük 50 liraya geçinmek zorunda, işsizlik vahim boyutlara geldi. Bunun sonu nereye varır?

Pandemi döneminde çalışana ya da esnafa yapılan sınırlı yardımların devletin cebinden değil de devleti yönetenlerin cebinden çıktığına dair bir algı oluştu. Bu yapılan yardımlar yıllardan beri maaşlarımızdan kesilen paraların ve ödediğimiz vergilerin çok ufak bir oranı ile yapıldı ve kesinlikle de yetersiz kaldı. An itibarıyla yaklaşık 1.2 milyon kişi kısa çalışma ödeneği alıyor. Fondan bu çalışanlarımıza ödenen para ise ortalama 1.562 TL. Öte yandan işsizlik ödemesinin ortalama aylık miktarı 1.403 TL. Hal böyle iken kısa çalışma ödeneği alamadığı için işsiz kalacak olan vatandaşlarımıza altı ay zaten işsizlik maaşı ödenecek.  Olan bu çalışanımızın ekonomiden, üretimden elinin ayağının kesilmesi olacak. Bugün 1 milyon kişi kısa çalışma ödeneği kaldırıldığı için işsiz kalırsa bunun yol açacağı milli gelir kaybı 30 milyar TL’den az olmayacaktır. İşte tam da bu yüzden kısa çalışma ödeneğinin pandeminin olumsuz etkileri tam olarak geçene kadar uzatılması gerektiğini düşünüyorum.

Bunu söylemekle beraber işsizliğin ve yoksulluğun pandemi öncesinde başladığını not etmek gerekiyor. Dünya Bankası Türkiye’de son 2 yılda mutlak yoksul sayısının 3,2 milyon kişi artarak 10,1 milyon kişiye yükseldiğini söylüyor. Yalnızca son 2 yılda Ankara, Bursa ve İzmir’in toplam nüfusu kadar insanımız yoksulluğun pençesine düşmüş. Sokaktan geçen her 100 kişiden 13’ü mutlak yoksulluk içinde. Bu olumsuz tablo yalnızca pandemi ile açıklanacak bir durum değil. Nitekim TÜİK verilerine göre ortanca  gelirin yüzde 60’ı olarak tanımlanan yoksulluk oranı 2019 yılında, yani pandemi başlamadan önce yüzde 21,3 olmuş. Bu oran geniş ailelerde yüzde 27,7’ye kadar çıkıyor. Pandemi sürecinde izlenen berbat politikalar bu derin bir yoksulluğu daha da arttırdı. Şahsının ve iktidar partisinin ise bütün bu yaşananlara karşı geliştirdiği çözüm inkar etmek, suçu olmayanları şeytanlaştırmak ve vatandaşları çaresiz olduklarına inandırmak. Yani 21. yüzyılda bu bereketli topraklar üzerinde yoksulluğa çare bulamamış, insanlara çaresizliği öğreterek, onlara yoksulluğun kabul etmeleri gereken bir sonuç olduğunu dayatarak iktidarda kalmaya çalışan bir anlayış var.

CİDDİ BİR VERİMLİLİK SORUNU VAR

- Şu anda Türkiye ekonomisinin temel kırılganlıkları en can yakıcı sorunları nelerdir?

Türkiye’nin en önemli probleminin devletin itibarını ve kurumların icraat kapasitesini yitirmesi olduğunu düşünüyorum. Politika üretme ve uygulama vasfını yitirmiş bir bürokrasi ve buna yol açan devlet yönetme anlayışı Türkiye’nin önündeki en büyük engel.

Bunun dışında Türkiye’nin küresel ölçekte değişen eğilimleri okuyamaması sonucu her geçen gün daha da fazla büyüyen sorunları var. İklim değişikliğinin yol açacağı sorunlar yıllar öncesinden belliyken hiçbir önlem alınmadı ve tarımı en önemli milli güvenlik sorunu olarak konuşmaya başladık. Yeni bir sanayi devrimine berbat bir eğitim ve sanayi politikasıyla yakalandığımız için hem gençlerimize gerekli olan becerileri sağlayamıyoruz hem de şirketlerimizi ve sektörlerimizi dönüştüremiyoruz. Birbiriyle entegre politikalar oluşturamıyoruz. Sonuç olarak da önemli bir verimlilik ve istihdam sorunu ortaya çıkıyor. Bugün kayıtlı istihdamın dörtte biri kamuda çalışıyor. Yani özel sektör odaklı bir büyüme iddiasıyla yola çıkan iktidar partisi bugün üniversiteleri işsizliği dört seneliğine erteleyen kurumlara, kamuyu da kendilerine yakın çevrelere niteliksiz istihdam garanti eden bir yapıya dönüştürdü. Bunun sonucu olarak da gençlerimizin yarısından fazlası bir fırsatını bulursa yurtdışında yaşamak istediğini söylüyor. Tekrarlamakta fayda var: bugün Türkiye’nin en önemli beka sorunu gençlerin önemli bir kısmının bu ülkede yaşamak istememesidir. 

KUVVETLER AYRILIĞI ŞART

- Türkiye'nin bir kurtuluş reçetesi yok mu, acil olarak atılması gereken adımlar nelerdir?

Kurtuluş reçetesinde ilk sıraya kuvvetler ayrılığını ve hukukun üstünlüğünü yeniden tesis edecek bir yönetim sistemini ve anlayışını koymamız gerek. Daha sonra da devlete yitirdiği itibarını yeniden kazandırmamız lazım. Bu adımları atmadan hayata geçirilecek her politika sakat doğacaktır.

Sonrasında ise Türkiye’nin dünyada değişen dengeleri iyi okuyarak kapsayıcı ve kalkınmayı merkeze koyan bir ekonomi modelini uygulaması gerekiyor. Örneğin, bu dönemin getirdiği teknolojik yenilikleri tarımda verimliliği arttırmak ve bölgesel kalkınmayı desteklemek için kullanmamız gerekiyor. Bu ülkede yeni işleri genç ve küçük şirketlerin sağladığını hatırlayarak sırtını devlete yaslamış hantal şirketleri yüzdürmek yerine genç şirketleri desteklememiz gerekiyor. Genç ve kadın istihdamını arttırmak için güvenceli esnek çalışma modellerini hayata geçirmemiz gerekiyor. Önceki sanayi devrimlerinin sunduğu fırsatları kaçıran bu ülkenin bu dönemi de es geçmemesi için eğitim kurumlarını ve şirketleri yeni dönemin ihtiyaçlarına göre dönüştürmemiz, verimliliği sağlamamız gerekiyor. Fırsat eşitsizliğiyle ve yoksullukla mücadele etmek için sosyal devlet anlayışına göre hareket etmemiz, sosyal yardımları bu anlayışla yeniden düzenlememiz gerekiyor. Bilime yeniden hak ettiği saygıyı göstermemiz; eğitim kurumlarında, araştırma merkezlerinde üretilen bilimi toplumun yararına artı bir değer yaratacak şekilde kullanacak arayüzleri kurgulamamız gerekiyor. 

Son olarak da kulağa basit gelse de gerçekleştirmenin zor olduğunu düşündüğüm bir şey daha var. Bu toplumu vasatlık çukurundan çıkarmamız lazım. Son dönemde toplumun her alanında gördüğümüz yozlaşmayı tersine çevirmemiz ve üretmekten mutlu olmanın, sadece hak ettiğini almanın ve bölüşmenin bize en çok yakışan erdemler olduğunu hatırlatmamız lazım.

KUR VE FAİZ AYNI ANDA DÜŞMEZ

- Yıl sonu, büyüme, işsizlik, enflasyon, faiz, kur öngörüleriniz nelerdir, bu alanlarda ne tür riskler görüyorsunuz?

Türkiye’de sağlıklı öngörülerde bulunmak uzunca bir süredir imkansız. Bu açıdan kur ya da faiz tahmini yapmanın doğru olmadığını düşünüyorum. Bununla beraber kur ve faizin aynı anda düşmeyeceğini garanti edebilirim. Türkiye’de bu iki değişkenin aynı anda düşmesi için gerekli olan reform adımlarını atabilecek bir yönetim anlayışı yok maalesef. 

Bunun yanı sıra enflasyonun TÜİK’in açıkladığı haliyle bile yüzde 20 seviyelerine gelebileceğini düşünüyorum. Bu artıştaki en önemli sebeplerden biri de gıda enflasyonu. Dar gelirli vatandaşların bütçesinde gıda harcamalarının payı yüksek olduğu için karşılaşacağımız enflasyon tablosu ekonomide gelir grupları arasındaki uçurumu daha da arttıracak gibi duruyor. 

Büyüme oranı pandemi sonrasındaki dönemde baz etkisiyle yüksek gelecektir. Burada herkesin sorması gereken soru şu: Bu senenin ilk üç ayında geçen senenin ilk üç ayına göre yüzde 7 zenginleştiniz mi? Satın alma gücünüz bununla paralel olarak arttı mı? Eminim birçok okuyucu bu soruya hayır yanıtını verecektir. O zaman bizler yüzde 7 zenginleşmediysek birileri çok daha fazla zenginleşmiş demektir. Bu da Türkiye’de büyümenin kapsayıcılığını ve kalitesini gösteriyor.

Açıklanan büyüme oranlarının güvenilirliği de başka bir problem. Eğer enflasyonun olduğundan daha düşük gösterildiğine dair kuvvetli şüphelerimiz varsa, ki benim bir süredir var, o zaman reel gayri safi yurtiçi hasılayı elde etmek için kullandığımız fiyat deflatörüne de aynı şüpheyle yaklaşabiliriz. Bu da reel gelir artışını olduğundan daha yüksek gösterecektir.

Son olarak istihdam verileriyle de ilgili konuşmak gerekiyor. Burada da yorumlanması güç hareketler görüyoruz. Zaten bir süredir büyüme ve istihdam arasındaki bağın koptuğunu gözlüyorduk. Özellikle sanayi istihdamı sektöre yönelik büyüme göstergeleriyle uyumsuz hareket ediyor. İstihdamın cinsiyet kompozisyonu da ayrıca sıkıntılı. Yani TÜİK’in özensizliği istihdam verilerinde de kendini gösteriyor. Bu yüzden istihdam ya da işsizlik ile ilgili bir öngörüde bulunmak çok zor. Bununla beraber, Türkiye’de nüfusun üçte birinden daha azının çalıştığını, bu çalışanların da üçte birinin kayıt dışı istihdam edildiğini söyleyebiliriz. Genç nüfusun her fırsatta bir avantaj olduğunu dinlediğimiz bu dönemde genç işsizlik oranın yüzde 25’in üstünde olduğunu, her 10 gençten 3’ünün okula ya da işe gitmediğini de ekleyelim. Böyle bir istatistiğin olduğu bir ülkede suçu ülkeden umudunu kesen gençlerde değil onlara çaresizliği öğretmeye çalışan iktidarda aramak lazım.