Prof. Dr. Engin Kara, 'Ekonomi büyük bir sis bulutu içinde hareket etmeye çalışıyor'

CardIff Üniversitesi Öğretim Üyesi Prof. Dr. Engin Kara: Türkiye ekonomisinin durumu, sürücü hataları nedeniyle sürekli kaza halinde olan bir arabadan farklı değil. Böyle bir ekonomiye yatırımcılar yatırım yapmak istemiyor.

Şehriban Kıraç

Birleşik Krallık’taki Cardiff Üniversitesi Öğretim Üyesi Prof. Dr. Engin Kara, ekonomiyi bir arabaya benzeterek Türkiye ekonomi yönetiminin, sürekli gaza basarak, sadece önüne bakarak ve hiçbir kurala uymadan yoluna devam etmek istediğini söyledi. Kara, “Yaşanan kazaların sayısı artıkça artan risklerle, sigorta risk primleri artıyor. Kazalar nedeniyle de araba epey hasar almış durumda” dedi.

Geleceğe ilişkin beklentilerin bu kadar erozyona uğradığı bir dönemde, bir iki makroekonomik ayarlamayla sorunların çözümünü beklemenin aşırı iyimser bir yaklaşım olacağına dikkat çeken Prof. Dr. Engin Kara ile Türkiye ekonomisinin yaşadığı krizi ve çözüm yollarını konuştuk.

FATURA YURTTAŞA

- Yurtdışında yaşayan bir akademisyen olarak Türkiye ekonomisinin geldiği noktayı nasıl değerlendiriyorsunuz? Türkiye'yi anlatırken en çok hangi alanlarda zorlanıyorsunuz?

Toplumsal olaylar karmaşıklaştıkça, olayların nedenlerini belirlemek zorlaşır. Sosyal bilimlerin temel bilimlere göre dezavantajı, deney ve gözlem olanaklarının kısıtlı olmasıdır. Ekonomistler, ekonominin bir sosyal bilim olmasının dezavantajını, simülasyon teknikleri gibi temel bilimlerin tekniklerini kullanarak aşmaya çalışır. Ülke ekonomisinin prototipi olarak nitelendirebileceğimiz ekonomik modeller bir laboratuvar olarak kullanılır ve simülasyon tekniklerinden yararlanılarak, ülke ekonomisi analiz edilir.  

İnsanın önemli olduğu ülkelerde, uygulanması düşünülen ekonomik politikalar bu yöntemler kullanılarak birçok teste tabi tutulur. Bu testler sonunda ekonomi politikalarının uygulamaya konulup konulamayacağına kararı verilir. Bu yöntemlerle amaç, mümkün olduğunca doğru politikaları seçmek ve yanlış politikaların yaratacağı maliyetlerin önüne geçmektir. Çünkü yanlış politikalardan doğacak politikaların faturasını vatandaş ödeyecek.    

Türkiye ekonomi yönetimi, ülke ekonomisini bu anlayıştan farklı bir anlayışla yönetiyor. Tabir yerindeyse, ekonomi yöntemi, ‘80 milyonluk ülke ekonomisini devasa bir laboratuvar olarak görüyor ve kullanıyor. Bu laboratuvarda çoğu zaman hiçbir teori dayanağı olmayan politikaların test edildiğine şahit oluyoruz. 

Ülkede, bir gün Demokrasinin ekonomi için önemi, demokrasiyi rafa kaldırarak test etmeye çalışılırken; başka bir gün, yer çekimine karşı çıkarcasına en az 300 yıllık geçmişe ve birikime sahip ekonomi biliminin dikte ettirdiğinin aksine, faizleri düşürerek enflasyonun düşürüp düşürülememeği test ediliyor. 

Tam işler düzeliyor, yapılan hatalardan ders çıkarılmaya başlandı diye düşünmeye başlarken Merkez Bankası Başkanı, Merkez Bankası yasasına aykırı bir şekilde, gece yarısı yayınlanan bir kararname ile görevden alınıp ülkenin en önemli kurumlarından birinin itibarını yok etmenin ekonomik etkileri ölçülüyor.       

Bu deneylerin sonucunda ortaya çıkan fatura haliyle vatandaşa kalıyor. 

İşin ilginç yanı, bütün bunlar da herkesin gözü önünde oluyor.  Türkiye hükümetinin deneylerini ve deney sonuçlarını çevrimiçi ders gibi hep beraber sosyal medya aracıyla takip ediyoruz. 

Sorunuza dönecek olursak, Türkiye’nin bugün hâlâ cevaplarını aradığı soruların cevaplarını Avrupa’nın yüzyıllar önce bulmuş olması Türkiye’nin sorunlarını Avrupalılara anlatmayı kolaylaştırıyor. Avrupa’da, demokrasi, hukuk ve sağlam bir kurumsal altyapı olmadan ekonomik zenginliğin olmayacağı çok iyi biliniyor. Faiz ve enflasyon arasındaki bağlantıya gelince; David Hume, para politikasının kısa ve uzun vadeli etkilerini tartıştığı kitabı yayınladığında yıl 1792 idi. Hume’un kitabında anlattıkları buğun öğrencilerimize anlattığımız modern para politikasına çok benziyor; etkilenmemek mümkün değil. 

Türkiye’nin sorunlarını anlatmak kolay ama onca çabaya rağmen bugün Türkiye’nin, bu tür 3. Dünya sorunlarıyla uğraşıyor olmasını kabullenmek zor. Sorunları anlatırken, Turgut Uyar’ın “sevgim acıyor” derken ne hissettiğini çok daha iyi anlıyorum. 

ARABA SÜREKLİ KAZA YAPIYOR

- Yükselen döviz kuru, yüksek enflasyon, yüksek faiz, düşük büyüme ve yüksek işsizlik... Türkiye ekonomisi bu noktaya nasıl geldi?

Bu sıraladığınız sorunların birçok nedeni var. Önemli gördüğüm 2 nedeni burada kısaca özetlemeye çalışacağım. 

Birinci neden, az önce de anlatmaya çalıştığım gibi ekonomi yönetiminin el yordamıyla 80 milyonluk büyük bir ekonomiyi yönetmeye çalışması. 

Bu anlayışın bir sonucu olarak ekonomi politikalarının amacının ne olduğu konusundaki kafa karışıklığı var. Türkiye ekonomi yöntemi, ekonomi politikalarının amacını her hal ve koşulda yüksek ekonomik büyüme olarak görüyor. Ekonomi yönetiminde, yüksek büyüme hızını elde etmek için her şeyin mubah olduğu görüşü hâkim. 

Bu anlayışlarla da ülkedeki hayat kalitesini artırmak olası değil; olmadığını da görüyoruz zaten. Sermaye birikimi zaman alan bir süreç ve bu birikimin oluşabilmesi için ülkede belirli koşulların olması gerekiyor. Bugünün Türkiye’sinde bu koşullar yok. 

Bu söylediklerimi bir örnekle anlatmaya çalışayım. Eğer ekonomiyi bir arabaya benzetirsek, Türkiye ekonomi yönetimi sürekli gaza basarak ve sadece önüne bakarak ilerlemek istiyor. Trafik kurallarını engel olarak görüyor ve hiçbir kurala uymadan yoluna devam etmek istiyor. 

Oysa, doğru ekonomi politikası her zaman hızlı büyümek değildir. Eğer yolda engeller varsa, zaman zaman gaz pedalından ayağını kaldırmak, sürekli dikiz aynasını ve yan aynaları kontrol etmek gerekiyor. Kuşkusuz, trafik kuralları da yola güvenle uzun süre devam etmenizi sağlar. 

Şoför bu anlayışta olmayınca, arabanın sürekli kaza yapması kaçınılmaz oluyor. Yaşanan kazaların sayısı artıkça artan risklerle birlikte, sigorta risk primleri de artıyor. Kazalar nedeniyle de araba epey hasar almış durumda. 

Türkiye ekonomisinin durumu, sürücü hataları nedeniyle sürekli kaza halinde olan bir arabadan farklı değil. Böyle bir ekonomiye yatırımcılar yatırım yapmak istemiyor. Borç verenler, artan riskler nedeniyle, daha fazla faiz talep ediyor. Bütün bunlar da yatırmaları olumsuz etkiliyor, işsizliği artırıyor. 

Ekonomi yönetimin direksiyon kabiliyetine güven azalınca geleceğe ilişkin beklentiler kötüleşiyor; fiyatların artacağı ve Türk lirasının döviz karşısında değer kaybedeceği beklentisi oluşuyor. Bu beklenti de enflasyona neden oluyor. İngiltere’de markete gittiğinizde alacağınız ürünün fiyatının bir sonraki alışverişinize kadar artmasını beklemezsiniz. Ayni şeyi Türkiye için söylemek mümkün değil.  

Böyle bir ortamda, sağlıklı bir ekonomik yapıdan ya da sağlıklı bir ekonomik büyümeden bahsedebilmek mümkün değil.

İkinci neden ise Türkiye’nin tercih ettiği büyüme modeli. Türkiye’de büyüme, yurt dışından sağlanan ‘ucuz’ kredilerle finanse edilir. Nispeten iyi günlerde, yurt dışından elde edilen krediler inşaat sektörüne ve tüketime harcanır. Bu sayede, ülkede ekonomik büyüme sağlanır. 

Sorunlar, kredilerin geri ödeme zamanı gelmesiyle başlar. Dış borcun milli gelire oranı yüzde 60 seviyesine ulaşmış durumda. İdeal dış borç-milli gelir oranının ne olduğu tartışmaları bir yana, Türkiye ekonomisinin bu oranda bir dış borcu çevirmekte zorlandığı ortada.        

Artan borç geri ödemeleri nedeniyle artan döviz talebi, döviz kurları üzerinde baskı oluşturuyor. Türk lirasının değer kaybı hem ithal girdi maliyetlerini artırarak hem de beklentileri kötüleştirerek enflasyonda artışa neden olan diğer bir faktör olarak karşımızda duruyor. 

SİS BULUTU BÜYÜYOR

- Son 2 yılda gerek Merkez Bankası gerek TÜİK ve ekonomi ile ilgili bakanlıklarda peş peşe görev değişiklikleri oldu. Bu kadar sık görev değişiklikleri ekonomiyi nasıl etkiliyor? Bu durum yurt dışında nasıl algılanıyor?

Kurumsal altyapının güçlü olduğu, kararların belirli kurallar ve yasal çerçevede belirlendiği ülkelerde istikrar ve güven duygularının hâkim olduğunu görüyoruz. Bu duygular ve yerleşmiş düzen ekonomik başarıyı da beraberinde getiriyor. Toplumun uzun vadeli plan ve yatırım yapma kabiliyeti artıyor. 

Kurumsal altyapının güçsüz olduğu, hukukun ikinci planda kaldığı ülkelerde ise tam tersi bir durumun geçerli olduğunu gözlemliyoruz. Bu koşullara sahip ülkelerde, güven ve istikrar duyguların aksine her an her şeyin olabileceği korkusu hâkim. Bu da planlama penceresini günlerle ifade edilebilecek şekilde kısaltıyor. Bu durum da haliyle, uzun vadeli yatırım kararlarını olumsuz etkiliyor.

Görevden almaların yarattığı olumsuz tabloyu, Tüketici Güven Endeksleri’nde görmek mümkün. Son dönemde, bu tür endeksler neredeyse bir aşağıya, bir yukarıya, zikzak çizerek hareket ediyor. Böyle bir ortamda da istikrarlı ve sağlıklı bir ekonomik yapıdan bahsedemeyiz. 

Merkez Bankası özelinden devam edelim. Kapalı kapılar ardında neler olduğunu bilmiyoruz. Merkez Bankası başkanlarının sıkça değişiyor olmasının ardında vermiş oldukları faiz kararları olduğuna inanılıyor.

Modern Para Politikası teorisine göre ülkedeki üretimi belirleyen sadece güncel faiz oranları değil, aynı zamanda, faizlerin gelecekte nasıl bir seyir izleyeceğidir. Bugün faizler oranları yatırım yapmaya uygun olabilir. Ancak yarın, faizlerin ne olacağı belli olmayan bir ülkeye yabancı yatırımcı haklı olarak yatırım yapmak istemez. Nitekim, Türkiye’de net doğrudan yabancı yatırımların, ülke tarihinde ilk kez negatife düşmüş durumda. 

Kısaca, ekonomi büyük bir sis bulutu içerisinde hareket etmeye çalışıyor. Sis bulutunun boyutu da her geçen gün artıyor. 

FAKİRLEŞME CAN YAKICI

- Şu anda Türkiye ekonomisinin temel kırılganlıkları, en can yakıcı sorunları nelerdir? Çözüm için neler önerirsiniz?

En can yakıcı sorunlar şüphesiz fakirleşme ve zaten bozuk olan gelir dağılımının daha da bozulmasıdır. Krizler, gelir dağılımı, dar gelirliler aleyhine bozar. Devletin, müdahale ederek, bu gelir dağılımını düzenlemesi gerekiyor. Böyle bir çaba görmüyoruz, maalesef. Tabii, bir sorunu çözmek için önce sorunu kabul etmek lazım.   

Bu dönemde yakın gelecekte ortaya çıkabilecek ekonomik sorunları açıklıkla konuşmamız gerekiyor. Son günlerde, ‘bu da geçer, bir şey olmaz” anlayışının sonuna geldiğini gösteren olaylardaki artış bu gerekliliği doğrular nitelikte. 

Türkiye’nin şu anda cevap bekleyen sorularından bir tanesi dış borçların sürdürülebilirliğidir. Merkez Bankası’nın rezervlerinin kısa bir sürede tüketilmiş olması döviz ihtiyacının ne kadar yoğun olduğunu gösteriyor. Merkez Bankası’nın rezervlerinin tükenmiş olması da aynı zamanda, borç geri ödemelerinde sıkıntı yaşama ihtimalini artıyor.

Türkiye hükümeti bu tehlikenin farkında olmalı ki yabancı Merkez Bankalarıyla ‘swap’ arayışlarını hızlandırdı. 

Bu noktada önemli bir konuya dikkat çekmek istiyorum. Döviz ihtiyacını karşılamak için swap anlaşmaları tek çare değil. Döviz finansmanı IMF de sağlayabilir. IMF’in kuruluş amacı bu zaten. IMF anlaşmasıyla ve swap anlaşması arasındaki temel fark; IMF’in vereceği her bir doların arkasında hükümetten yapmasını isteyeceği bir yükümlülük olacak. Swap anlaşmalarında, alınacak borç miktarından doğacak finansal maliyet dışında bir yükümlülüğü yok. Kurallarla hareket etmeyi sevmeyen Türkiye hükümeti, swap anlaşmalarını tercih ediyor. 

Dünya geneline baktığımız zaman, 1990 ve 2010 yılları arasında Arjantin, Pakistan, Irak, Rusya ve Moldova gibi ülkelerde toplam 81 kamu borcu yeniden yapılandırması olmuş. Bu yapılandırmalar sonucunda, borç verenlerin ortalama kaybı yüzde 50 civarında. 

128 MİLYAR DOLAR YARIN HİÇ GELMEYECEKMİŞ GİBİ HARCANDI

-  Döviz kurunu kontrol altına almak için, Merkez Bankası’nın 128 milyar dolarlık rezerv tüketildi. Bu ne tür sonuçlar doğuracak?

Maalesef, 128 milyar dolar yarın hiç gelmeyecekmiş gibi kısa sürede harcandı. 

Şu anda, Merkez Bankası’nın döviz cinsiden yükümlükleri, döviz cinsinden varlıklarından yaklaşık 50 milyar dolar daha fazla. Bu da net rezervlerin 50 milyar dolar ekside olduğu anlamına geliyor. 

Bazı ülkelerde, bu durumda olan özel şirketler ‘batık’ olarak sınıflandırılıyor. Merkez Bankaları daha farklı bir statüye sahip ve batmaları söz konusu değil; çünkü para basma yetkileri var. 

Covid-19 salgınından da gördük. Hayat kötü sürprizlerle dolu. Bundan sonraki oluşacak döviz ihtiyacında, yükümlüklerini karşılamak için Merkez Bankası para basmak durumda kalabilir. Bu durum da Türk Lirasının döviz karşısında değer kaybetmesine ve enflasyona neden olabilir. 

Merkez Bankası’nın rezervlerinin ekside olması enflasyon anlamına geliyor.  

FAİZ İNDİRİMİ KAOS YARATIR

- Türkiye ekonomisinin bir kurtuluş reçetesi yok mu, acil olarak atılması gereken adımlar nelerdir?

Sorunların kolay çözümü yok, maalesef. Ülkede, siyahın tonları arasında gidip gelen bir karamsarlık hâkim. Geleceğe ilişkin beklentilerin bu kadar erozyona uğradığı bir dönemde, bir iki makroekonomik ayarlamayla sorunların azalacağını beklemek aşırı iyimser bir yaklaşım olur. 

Enflasyonu ele alalım. Beklentilerdeki bozulma, son dönemdeki enflasyonda yaşanan artışın en önemli nedeni. Firmalar girdi fiyatlarının artmaya devam edeceğini bekliyorlar ve fiyatlarını bu beklentiye göre belirliyorlar. Bu dönemde, faizlerde bir artışın bu beklentileri iyileştirmeye yeteceğini sanmıyorum. Hatta, faizlerdeki bir artış beklentisi, maliyetleri artıracağından enflasyonda artışa neden olabilir. Faizlerde bir düşünün yaratacağı kaosu düşünmek dahi istemiyorum. Kısaca, para politikası tıkanmış durumda. Normal dönemlerde geçerli olan makroekonomik ilişkiler, kriz dönemlerinde geçerli olmayabilir. Ekonomik analizler bu gerçeği dikkate alınarak yapılmalı. 

Maliye politikasının da bu belirsizlik ortamında çalışması beklenemez. Türkiye hükümeti, Kanal İstanbul projesiyle maliye politikalarını devreye sokmaya çalışıyor. Bu ekonomik ortamda bu tür projeler sadece bütçe açığını büyütür. 

Bir dönüşüm gerekiyor. Fırtına dindikten sonra öncelikli olarak yapılması gereken demokrasi kültürünü ve kurumsal altyapıyı güçlendirmek olmalı. Kurumlar, başkan değişse dahi, asli görevleri yerine getirebilecek bir yapıya kavuşturmalı.

Birtakım yasal düzenlemelerle kurumsal altyapıda iyileştirmeler sağlamak mümkün. Ancak bu yeterli olamayacaktır. Kalıcı iyileştirmeler ancak anlayışların değişmesiyle sağlanabilir. Bunun için de eğitim sistemin yeniden düzenlenmesi gerekiyor. Ortalama eğitimin kalitesinde sorunlar olduğu ortada. Mevcut eğitim sisteminin kayıtsız şartsız kadına saygıyı bile öğretemediğini gösteren olayları her gün yaşıyoruz. 

Sadece enflasyon ve diğer makroekonomik göstergeleri düzeltmek üzere tasarlanacak bir programın başarı şansı düşüktür. Bu tür bir programla, belki, kısa vadede birtakım iyileştirmeler sağlanabilir ama bir süre sonra, yine krizin ortasında buluruz kendimizi. 

Kalıcı bir değişim için sosyolojik değişiklikler de gerekiyor. Örneğin, kayıtsız, şartsız kadına saygıyı sağlamayan bir siyasi otoritenin, ekonomik mucize ve başarıdan bahsedemeyeceğinin artık anlaşılması gerek.  

KAPSAMLI PROGRAM ŞART

- Bankacılık sektörünün yakın izlemedeki kredi tutarı ve batık kredi miktarı artıyor. Batık krediler açısından ne tür riskler görüyorsunuz? Bankaları, şirketleri ve vatandaşı bu anlamda nasıl günler bekliyor?

Türkiye ekonomisinde sorunlar her geçen gün zincirin halkaları gibi birbirine eklenerek büyüyor. Zincirin ilk halkalarından biri de özel sektörün borç sorunudur. 

Borç sorunu 2018 yılında Dolar/TL paritesinde yarattığı zıplamalarla göstermişti. Artan borç geri ödemeleri nedeniyle oluşan döviz ihtiyacı Türk Lirasının döviz karşısında değer kaybetmesine neden oluyordu. Bu sayede de Türkiye ekonomisindeki kalitesi, düşük büyüme de bu dönemde görünür hale gelmeye başlamıştı.

Batık kredilerdeki artış, bu borç sorununun kaçınılmaz direkt bir sonucu. Şunu da not etmekte fayda var; 2018 yılında yaşanan mikro yani firma bazlı bir krizdi. O dönemde, devletin müdahale ederek, sorunun daha fazla büyümeden önüne geçilmesi gerekiyordu. Borç özel sektöründü ama makroekonomik sonuçları o kadar büyüktü ki, makro yani tüm ülkeyi ilgilendiren bir sorun haline geleceği açıktı. 2001 kriz tecrübesi bu durumu öngörmeye yeterdi. Ancak kurumsal hafıza yok edilince, geçmişte kazanılan tecrübe de bu hafızayla birlikte yok oldu. 

Türkiye ekonomi yöntemi, o dönemde bu borç sorununun çözümünü bankalara bırakmayı tercih etmişti. Bankaların, bu kadar büyük bir sorunla tek başına baş edebilmesi mümkün değildi. Bir anlamda, sorun bankalara devretmek, sorunun ertelemesine ve ağırlaşmasına neden oldu. 

Ekonomi yönetiminin yaptığı açıklamalardan çıkardığım sonuç, geçtiğimiz yıl, Merkez Bankası’nın döviz rezervlerinin bir kısmı özel sektör borç geri ödemelerinde kullanıldı. 

Geçtiğimiz günlerde, hükümet, devlet bütçesinde, kamu bankalarına kaynak aktarmayı planladığı haberleri vardı. 

Bu çabalar taşıma suyuyla değirmen döndürmeye çalışmaya benzer. Borç sorunu çözülmediği sürece de giderek içinden çıkılmaz bir hal alacak. 

Bu aşamada tek başına borç sorununu ve batık kredileri hedef alan bir programın başarı şansı düşüktür. Sorunların çözümü ülkedeki siyasi ve ekonomik sorunların çözümünü içeren kapsamlı bir programı gerektiriyor.