‘Pers ordusuna karşı 30 Spartalıyız’
Kaç Bize Gel, beyaz yakalılara “Sendika sensin, süpermen seni kurtarmayacak” diyor. Her şeyin birlikte çay içerek başladığına inanıyorlar...
PINAR ÖĞÜNÇ“Ofis ve plaza işçileri çok mutsuz. Sebebi de görüp adını koyamadıkları sınıf çelişkisi” diyor Hikmet. Dört yıl önce bir araya gelen Kaç Bize Gel (www. kacbizegel.com/), çekirdekte on kişinin işlere koşturduğu yüz kişiye yayılan bir dayanışma ağı. Beyaz yakalılara yaptıkları çağrı öncelikli olarak sendikalaşmaya yönelik; sonra da yaratıcı zekâyı, eğlenceyi de içeren bir dayanışmaya.
“Önümüzdeki her tür pratik engelin farkındayız ama mücadele böyle bir şey. Yoksa diğer seçenek antidepresanlarla geçecek bir hayat. İnsanlar mücadele deyince bunun çok zor olduğunu zannediyor. Biz ‘Her şey bir çayla başlar’ diyoruz. Çay içen, beş dakika konuşan insanların çok şey değiştirebileceğine inanıyoruz”.
Nasıl sendika sorusu da önemli. Aslen mavi yakalı işçileri örgütlemek üzere kurgulanmış, birikimleri, yöntemleri buna göre olan sendikaları eleştirmekle birlikte aynı esnada boş durmamaktan yanalar.
Bir şirkette herkesi hasta eden bir klimanın değişmesi için yapılan imza kampanyasını, sonra alkış eylemini anlatıyorlar; klima değişmiş. “Sendika sensin diyoruz. Süpermen gelip seni kurtarmayacak. Sıkıntın varsa hayatına dair bir şey yapacak olan sensin”. Bu aslında yaklaşımlarının temelini oluşturuyor.
Neoliberalizm iş bulamamayı yahut kendini geliştirmeyerek, tam odaklanamayarak işini koruyamamayı, çalışanın başarısızlığı sayıyor. Bunu hissettiriyor. Onlar örgütlenememenin bir beyaz yakalı başarısızlığı olarak algılanmasına karşı çıkıyorlar.
‘Süpermen gelmeyecek’
Lojistik alanındaki işinden çıkarılan İbrahim, “Maslak plazalarındakiler kadar mütedeyyin bir aileden gelen Esenler’deki muhasebeciye” de ulaşabilmek için jargona özen gösterdiklerini, ne seçkinci ne de sol kalıplara sıkışmış bir dil aradıklarını söylüyor. Metin yazarı Şirin, kendi alanının trüklerini sosyal medya kampanyalarından çizgi romanlı broşürlerine aktarmaya çalıştıklarından bahsediyor. “Reklamcılık gibi kreatif alanlarda örgütlenme sıkıntılı. Onlar kendilerini zeki, entelektüel görerek bu söylemleri çok eski buluyorlar. Üstenci tavırları yüzünden onlara ulaşmak birçok beyaz yakalıya ulaşmaktan daha zor. Gezi’yle biraz kırılsa da böyle” diyor.
Hukuk Bürosu Çalışanları Dayanışma Ağı’yla bu “işlere” giren avukat Hikmet’in de camiasına eleştirileri var: “Bir avukatın hiçbir sosyal hakkı yoktur, kıdem tazminatı alamaz, fazla mesai hak getire, SSK primleri ödenmez, ağır sömürü ve ciddi mobbing altında çalışır. Her şey patron avukatın iki dudağı arasındadır. Ama avukatlar arasında sınıf bilinci çok yoktur”.
‘Çay içmekle başlıyor’
Umut barındıran heyecanlı cümleler kuruyor üçü de. İbrahim, “Sistemin milyonluk Pers ordusuna karşı 30 Spartalıyız biz” diyor. Şirin, geçen yıl gündelik bir sorunla başlayan huzursuzluğun ardından İstanbul Kalkınma Ajansı’nda nasıl birden herkesin sendikalı olup greve çıkıldığını anlatıyor. Beyaz yakalı mücadelesinde önemli bir grev bu.
İbrahim için en ilham vericisiyse 2000 yılındaki Boeing işçilerinin grevi: “SPEEA diye sendikaları vardı ama aslında toplanıp briç falan oynuyorlardı. Teknisyenlerle toplusözleşme yapılıp mühendislerle yapılmayınca birden herkes beyaz iş önlüklerini çıkarıverdi, kimse ne olduğunu anlamadı. Gerçekten birlikte çay içmekle başlıyor inanın. Bir bakarsınız herkes kravatını çıkarmış, plazanın önünde...”
‘Siz 29 Mayıs’ günü Gezi’nin geleceğini tahmin edebilir miydiniz? Kapitalizmin krizi sürdükçe emek eksenli bir Gezi her an gerçekleşebilir’ diye araya giriyor Hikmet. Ona göre mühim olan böyle bir anda ne yapılacağı: ‘Sorun biz buna hazır mıyız? Birleşik Beyaz Yakalı mücadelesini inşa edebilir miyiz?. Üç-dört sendika ve var olan bağımsız örgütlenmelerin sesi cılız kalıyor. Bir program ve metotla bir araya gelmemiz gerekiyor. Sistemin saldırıları karşısında dayanma şansı yok. Yoksa biz de dağılırız.’ |
35 yaşındaki Fatma Tulum da, 2003’te böyle bir yerde, bir bankanın çağrı merkezinde çalışmıştı. Şu anda ise DİSK’e bağlı Dev İletişim-İş Sendikası’nın başkanı olarak aynı masadayız. Tulum, ekonometri okumuş, yeni mezun çok kişinin yolu geçtiği gibi, birkaç arkadaşından feyz alarak çağrı merkezine girdi. Tahmin ettiğinden de yorucu ve stresli buldu işi, bir sene dayanabildi.
Çağrı merkezlerinin inatçı direnişi
Kocaman bir salon, yan yana kabinler, günde kaç kez kalkıldığı hesaba tabi koltuklardan bir kulaklık kablosu kadar uzanabilen insanlar... İçerideki uğultu dev bir canlıdan mı geliyor, cansız bir makineden mi belli değil. Işıklı ekranlarda kimin ne kadar satış yaptığı yazıyor belki. Yüreklendirici olduğu varsayılan özlü sözler: Bugün şirketin için ne yaptın? Kabinlerde aynalar var belki, konuşurken kendini gör, sinirlerine hâkim ol, karşıdaki “Robot musun?” desin, sen yine gülerek konuş. Kadınsan taciz riski var, aksanın bozuksa, yani anadilin Türkçe değilse, sorun demek, aklında olsun. 12 saat çalışabilirsin, işitme, görme kaybı, omurga sorunları, stres kaynaklı bilimum hastalık belki yolda. Aynada kendini gör, kendini unutma.
35 yaşındaki Fatma Tulum da, 2003’te böyle bir yerde, bir bankanın çağrı merkezinde çalışmıştı. Şu anda ise DİSK’e bağlı Dev İletişim-İş Sendikası’nın başkanı olarak aynı masadayız. Tulum, ekonometri okumuştu, yeni mezun çok kişinin yolu geçtiği gibi, birkaç arkadaşından feyz alarak çağrı merkezine girdi. Tahmin ettiğinden de yorucu ve stresli buldu işi, bir sene dayanabildi. Çağrı merkezlerinde iki yıldan fazla çalışan bulmanın ne kadar zor olduğunu biliyor musunuz?
Dev İletişim-İş, tüm iletişim sektörünü kapsamakla birlikte, daha çok çağrı merkezi çalışanlarının sendikası olarak anılıyor. Bu da boşuna değil, bir web sitesinden derneğe oradan sendikaya uzanan yolculuk, hakikaten de çağrı merkezi çalışanlarının emeği. Bugün tüm iletişim sektöründe çalışanların sayısı 75-80 bin; çağrı merkezlerinin ise 50 bin kadar kişiyi istihdam ettiği düşünülüyor.
Ankesörlü telefondan çağrı
“Fabrikaya benziyor ama değil, ofis gibi ama tam o da değil. Beyaz yakalı ama onu da tartışıyoruz” diyor Tulum. Her şey www.gercegecagri.org sitesiyle başladı. Kamuoyu çağrı merkezleri çalışanların üzerindeki ağır baskıyı duymaya başladı. Çalışanlara ulaşmak için ankesörlü telefonlardan çağrı merkezlerini arıyorlardı. Karşı taraftaki çalışan görüşme kayıt edildiği için zorlansa da en azından haberdar oluyordu. “Gerçeğe çağrı” hızla yayıldı. Çağrı Merkezleri Fuarı’nda yapılan ödül töreni öncesi kapıda eylem yaparak ilk kez fiziken de kendilerini gösterdiler. İşveren tarafından ciddiye alınacak bir işçi örgütü olabilmek için dernekleşmek önemliydi, bunu yaptılar. Hatta özenip işveren de kendi derneğini kurdu o ara. Daha sonra da sendika... 2013’ün 1 Mayıs’ına kendi pankartlarıyla katıldılar.
700-800 kişi üyeyle toplusözleşme hakkına sahipler ama şu an yüz kişi kadarlar. Bunun en önemli sebebi işverenin sendikalaşmaya engel çıkarmak için çağrı merkezlerini “ofis” olarak göstermesi. İkinci dezavantaj da aslında bir kazanımdan kaynaklanıyor. Hazırladıkları rapor bakanlıktan geçtikten sonra denetimler yapıldı ve çağrı merkezlerindeki “risksiz” olarak geçen çalışma koşulları “az riskli”ye çevrildi. Bu iyiydi. Lakin işveren “az riskli” olmasından doğacak ek sigorta priminden kurtulmak için yine kendisini çağrı merkezi göstermemenin yasal yollarını buldu.
Kiralık işçilik meselesi
Sendikalaşmanın önündeki bir engel de, çalışanların bu işi “geçici” olarak algılaması. Yeni mezunların CV’sine ilk ekledikleri bir geçiş işi... Tulum, Anadolu kentlerindeki çağrı merkezlerinde bu algının değiştiğini, işsizlik ihtimali karşısında çağrı merkezlerinin üniversiteliler açısından saygın ve görece güvenilir bir iş olarak düşünübildiğini söylüyor. Kesin olansa taşeronlaşmanın kemikleşmesiyle koşulların zamanla daha da ağırlaşması. Doğrudan meseleleri olduğundan kiralık işçilik, onları bu sıra en meşgul eden başlıklardan.
Dev İletişim-İş, bugün hem sendika, hem de üyesi olmayan çalışanlar için dernek gibi faaliyet gösteriyor. Direniş hikâyesiyle ilham verici, beyaz yakalıların örgütlenme modelleri üzerine kafa yorarken düşündürücü.