Oyunumuz direnenlere

Genco Erkal aile yadigârı üç yüz yıllık Ali Paşa Hanı’nda Nâzım Hikmet’in 50. yıldönümü için uyarladığı "Yaşamaya Dair - Bursa Cezaevi'nden Mektuplar"ı sahneliyor. Bu oyunun zamanı da önemli. Çünkü Türkiye büyük bir cezaevine dönüştürülmeye çalışılıyor. Şiddet de her geçen gün artıyor. "İşte bu oyun yalnızca Nâzım için değil, parmaklıklar arkasında ve önünde mahkûm edilen herkes için" diyor Erkal.

cumhuriyet.com.tr

Genco Erkal 75 yaşında. Haftanın yedi günü sahne aldığı da oluyor. Çünkü bu onun hayata ve baskıya karşı direnci. Şimdilerde tiyatro sezonunun bittiği dönemde yeni bir sezon açmanın heyecanını yaşıyor. Aile yadigarı tam üç yüz yıllık Ali Paşa Hanı’nda Nâzım Hikmet’in 50. yıldönümü için uyarladığı “Yaşamaya Dair - Bursa Cezaevi’nden Mektuplar”ı sahneliyor. Ne de olsa Nâzım Hikmet’i ondan dinlemenin keyfi de anlamı da büyük. Erkal, içindeki dinmeyen fırtınasında tek bir sorunun cevabını alamadığı için üzülüyor o da Nâzım Hikmet’e “Bir şiirini ona okuyup; ‘ne diyorsun, nasıl buldun?’ diyememek!”

- Türkiye keskin virajların ülkesi, şimdi de önemli bir dönüm noktasındayız. Herkes kendi devrimini bir şekilde yaşıyor. Sizin ve tiyatronuz adına da zor bir yıldı. Peki, Eminönü Ali Paşa Hanı Tiyatrosu’ndaki macera nasıl başladı?
- Çok zor oldu! Demek ki bıçağın kemiğe dayanması gerekiyormuş. Muammer Karaca Tiyatrosu’ndan kovulduk, 23 yıllık evimizden... Ailemizden ayrıldık, dile kolay. Dostlar Tiyatrosu demek Muammer Karaca demekti. Muhalif olduğumuz için önce oyunlarımızın sayısı düşürüldü, sonra da doğru dürüst gerekçeler olmadan bizi kapı dışarı ettiler. Teknik sorunlar olduğunu söylediler ama bilimsel raporları görmedik.
- Muhalefeti susturmak, özgürlüğü buharlaştırmak için bilimsel rapordan farklı şeyler gerekiyor çünkü...
- Amaç oranın tiyatro kimliğini unutturmaktı. Emek Sineması’nda olduğu gibi oradan nasıl daha çok rant kazanırlar onun derdindeydiler. Beş yıldızlı otel mi AVM mi? Rantsal dönüşüm heyecanıyla yaşıyorlar, kültür sanat umurlarında bile değil. Biz de kovulunca göçebe olduk. Tüm İstanbul’u gezdik, sonra da Türkiye’yi... Güney’de Mardin’e, Kuzey’de Rize’ye kadar her yerde sahne aldık.
- Peşpeşe her gece haftada altı oyun oynadınız! Dile kolay. Nasıl bir enerji bu?
- O kendimle bir inattı, “bana ne yaparsanız yapın ayaktayım” direnciydi! Yedi gün yedi ayrı oyunu oynayabilecek olmak 75 yaşında hiç fena değil sanırım. Ezberim hâlâ iyi, gerçi gündelik hayatta unutuyorum bazı şeyleri. Ben kendimle yarışıyorum. İddialı tarafım bu. Bana verilebilecek en büyük ceza unutmak, belleğine güvenememek olur.
- Şimdi de herkes sezon kaparken siz açtınız?
- Evet, herkesin sezonunun bittiği dönemde yeni bir sezon açtık. Tam üç yüz yıllık Ali Paşa Hanı üstündeki ölü toprağını savurdu. Bu bir yaz tiyatrosu, ilgi çok büyük. İnsanlar orayı bulup, keşfedip geliyorlar. Ben ilk başlarda kötümserdim ama ilk günden bu yana her gece kapılı gişe oynadık. Zaten hanın yaşanmışlığı da çok sahici. Aslında oranın bir tiyatro sahnesi olması hep aklımdaydı, ailede pek kabul görmezdi bu fikrim. İşin özü bu benim gerçekleşen rüyam oldu. Oyunumuz Temmuz’un ilk haftasına kadar sürecek, Eylül’de tekrar başlayacak. Havalar iyi olursa Ekim’de de oynarız. Eğer sahnemizin üstünü kapayacak bir sistem kurabilirsek sıkıntı yok, yoksa mekânlarda göçebeliğe devam.
- Ali Paşa Han’ı aileden yadigâr dediniz. Anılarınızda nasıl yer alıyor?
- Çocukluğum hanın odalarında geçti. Tabii o zaman orası cıvıl cıvıldı. Lokumcular, akide şekercileri, nazar boncuğu dökme atölyeleri, tel kadayıf fırınları, bakırcılar, demirciler. Tam karşısında da eski İstanbul Hali vardı. Orası taşınınca buradaki hayat da durdu. Kiracılar teker teker gitti, biz orayı depo olarak kullanıyorduk. Şu an iki dükkân çalışıyor bir de çay ocağı var. Umarım bu hareketle hanımız bir sanat merkezine dönüşür.
- Nâzım Hikmet’le özdeşleştiniz. Siz biraz Nâzım’sınız, belki de o biraz siz. Bu ruhsal buluşma nasıl oldu, ilk nerede tanıştınız?
- İlk 1975 yılında Şişli’de Ümit Tiyatrosu’nda “Kerem Gibi”yle başladı. Sonra devamı geldi. Tabii daha öncesi de var. Lisedeyken hep duyardık; “Vatan haini Moskova’da toprağı öptü” cümleleri dolaşırdı zihnimizde. Gazete manşetleri de kıyamet gibiydi. Bir gün edebiyat hocamız bir şiir okudu ve şairini sormayın dedi. Mısralar ruhundan döküldü, ağlayarak bitirdi. Biz de bakakalmıştık, soramamıştık “kimdi bu şair, kimindi bu şiir?”diye. Meğerse o şiir “Mavi Gözlü Dev”, şair de Nâzım Hikmet’miş. Nâzım beni sarstı, hiç dinmeyen bir fırtına başlattı içimde. Onu ilk tanıdığımda babam yaşındaydı, sonra aynı yaşa geldik, şimdi ondan 13 yaş daha büyüğüm. Tek derdim beni dinlememiş olması. Bir şiirini ona okuyup; “ne diyorsun nasıl buldun?” deyip cevabını almak isterdim.

Türkiye büyük bir cezaevine dönüştü

- Nâzım Hikmet’in 50. yıldönümü için uyarladığınız ve Tülay Günal ile birlikte aynı sahneyi paylaştığınız “Yaşamaya Dair – Bursa Cezaevi’nden Mektuplar” inanılmaz bir oyun. Nasıl bir kurgu süreci yaşadınız?
- Bunun müzikli bir gösteri olmasını istemiştim. Doğumun 111, ölümün 50. yılı şenlikli ve umutlu olmalıydı. Dinleyenler şiirlerini mırıldansın, bestelenen şarkılarını söylesinler istiyordum. Cezaevindeyken yaşadıkları, kadınına duyduğu özlem ve güneşin sofrasında dostları ile buluşmasıyla bitiyor oyun. Oyunun zamanı da önemli. Oyun hapishanede geçiyor ama zaten Türkiye büyük bir hapishaneye dönüştü. Şiddet her geçen gün artıyor. Kim yürüse, kim hakkını arasa, kim eleştirse kellesi vuruluyor. İşte bu oyun yalnızca Nâzım için değil parmaklıklar arkasında ve önünde mahkûm edilen herkes için. Cumhuriyet’in tüm kazanımları birer birer yok ediliyor. Her alanda değişimi gerçekleştirmek için çok çalışıyorlar. Yeni tiyatro yasası da tiyatrolar için bir ölüm fermanıydı, onun için yürüdük, izin vermediler. “Milli olan tek şey biber gazı” artık.
- Ama artık sokaklarda mücadele var, kimse korkmuyor...
- Baskı ve şiddet olduğu sürece daha çok bilinçlenecek. Artık kaybedecek şeyimiz de kalmadı, o yüzden de herkes sokakta. Sanatçılar daha etkin olmak zorunda, maaşını alıp susmak çok onur kırıcı.
- Ülkenin aydını, sanatçısı olarak yalnız kaldığınızı düşündüğünüz zamanlar oldu mu hiç?
- Olmaz mı? Çok yakınımda bildiğim, aynı düşüncede olduğumuzu zannettiğim pek çok arkadaşımı kaybettim. Toplum ortadan yarıldı, artık aramızda dev bir uçurum var. Hepsi karşı tarafta kaldı. Bugüne kadar savunduklarından vazgeçtiler onlar, iktidara biat etmelerini görmek acıklı, yıpratıcı. Kim bilir daha neler göreceğiz? Ama gençler, işte onlar yok mu onlar! Beni hayata yeniden bağlıyorlar...
- Sözleşmeleri gereği susanlara ne demeli?
- Çok korkunç! Evet ekmek parası tamam ama çok onursuzca bu ürkeklik. İnsan kendini kendi gibi ortaya koyduğunda gerçek olur. Kaypak sanatçı olmaz. Ben yarım asırdan uzun bir süredir özgür bir adam olarak yaşıyorum. Tiyatrodan da hiç uzak kalmadım, umarım da hiç olmaz.

Nâzım’a dair her şey

Genco Erkal’ın, Nazım Hikmet’in ölümünün 50. yıldönümü için uyarlayıp yönettiği “Yaşamaya Dair – Bursa Cezaevi’nden Mektuplar”da; Erkal’a sahnede Tülay Günal eşlik ediyor. Ozanın, Bursa Cezaevi’ndeki yaşamını, eşi Piraye Hanım’a olan tutkusunu anlatan oyun; Hikmet’in sürgün yılları ve vatan hasretine odaklanarak, destansı yaşamından izlenimlerle izleyiciyi o yıllara götürüyor. Piyano ve viyolonsel eşliğinde sahnelenen oyunda; Fazıl Say, Zülfü Livaneli, Cem Karaca, Tarık Öcal, Edip Akbayram, Tolga Çebi, Nadir Göktürk, Timur Selçuk gibi bestecilerin Nazım şarkıları da seslendiriliyor. Oyunun giysi tasarımını Özlem Kaya, ışık tasarımını Yüksel Aymaz, koreografisini de Sernaz Demirel üstleniyor. Yiğit Atalay’ın piyanosuyla, Deniz Doğangül’ün de viyolonseliyle şarkılara eşlik ettiği oyunda; yakaladığı karelerle, o anları ölümsüzleştiren isim ise Burcu Yetiş.