Oyunlarım kehanet gibi

Civan Canova siyasetçilerin tiyatroyu “kontrollü bir eğlence” aracına çevirmek için yaptıklarından rahatsız. O yüzden de tiyatroda özgür hissetmediğini söylüyor. “İlk defa bu yıl, metin yazarken dikkat ediyorum. ‘Bu cümle başıma dert açar mı? Yanlış anlaşılır mıyım’ dediğim işler oluyor” diyor.

cumhuriyet.com.tr

Civan Canova tiyatrocu, yazar ve yönetmen. Bu yıl tiyatro sahnelerinde yazdığı üç oyun birden sahneleniyor, ikisini de kendi yönetiyor. Canova, Karadayı dizisinde de kötü bir gazete patronunu da canlandırıyor. Yazdığı oyunların birer kehanet olduğunu söylüyor, belki de ne yazarsa onu yaşıyor. Oyunlarında kadınların ve delilerin gözünden dünyayı anlatmayı seviyor. Günümüzde de gerçekleri delilerin gördüğünü söylüyor.

- “Düğün Şarkısı”, “Kızıl Ötesi Aydınlık”, “Evaristo.” Bu oyunların ilk ikisini hem yazdınız hem yönettiniz, diğerini ise yazdınız ama yönetmiyorsunuz. Tek sezonda üç oyun. Nasıl oldu bu iş?

- Hepsi farklı dönemlerime ait, hepsi hayatımın özeti. Tesadüf bu yıla denk geldiler. “Düğün Şarkısı”nı 14 yıl önce yazmıştım. “Kızıl Ötesi Aydınlık” daha da eski. Yalnızca “Evaristo” bugün yazıldı.

- “Hayatımın özeti” dediniz, nedir hikâyeleri?

- “Kızıl Ötesi Aydınlık” çok alıştığımız yargısız infazlardan biri. Yaşadığımız sosyal paranoyanın hikâyesi. Bu oyunu yıllar önce, 30’lu yaşlarımda, bugünü hedef alarak yazmıştım. Tam 25 yıl önce hiçbir şeyin değişmeyeceğine dair bir kehanette bulunuyordum. “Değişmiyoruz, kabulleniyoruz” diyordum. Görüyoruz ki kehanetim tuttu! Ümitsizlikle yazmıştım bu oyunu, şimdi o ümitsizlikle yaşıyorum. “Düğün Şarkısı”nı da evliyken ve büyük bir aşk yaşarken kaleme aldım. Hayatın bizim planlarımıza nasıl çomak soktuğunu bir kadının gözünden anlatıyordum. Önce mutluluk sonra hüzün... Hayatım da yazdığım oyundaki gibi gitti o da ayrı. Oyunlarım kehanet gibi.

- Ya Evaristo?

- Evaristo’da da yersiz yurtsuz deli bir kadının İkinci Dünya Savaşı’ndan bu yana gözlemlerini aktarmayı denedim. Kadınların ağzından ve gözünden dünyayı anlatmayı seviyorum. Bir de gerçeği yalnızca deliler söyler, yazarlar da onlara sığınır.

- Tiyatro metni yazmak ne menem bir iş olmalı. Sizi buna iten neydi?

- Kolektif üretimden kaçma isteği beni buna zorladı. Tiyatroda mutlu değildim. Oyuncular rollerini, yönetmeni beğenmiyordu, mutsuzdu. Ben ise yalnızca oyuna inanıyordum. İdealist tiyatroda kaybettim, o yüzden yazmaya başladım. Çoğu oyunumu okuduktan sonra içimden yırtmak geldi, tekrar okuyamadığım da oldu. Üretimde bulunmak dürtüsü sancılı bu yüzden. Tabii babam da benim için büyük bir modeldi. İlk şansım Mahir Canova’nın oğlu olmaktı. Tiyatro dünyasının içine doğdum. İkinci şansım da Kartal Tibet’ti. O da annemin ikinci eşi ve kardeşlerimin babası. Babam sağ iken hep isyan ettim ona ama zaman ilerledikçe özellikle tiyatro ile ilgili söylediklerinin çok doğru olduğunu anladım. Keşke onu daha çok dinleyebilseydim.

- İlkokul yıllarında, elinizde Karaoğlan’ın kılıcıyla dolaştığınızı okumuştum! Sıra dışı bir çocukluk yaşadınız sanırım.

- Üvey babam Kartal Tibet beni setlere götürüyordu, sihirli bir dünyaydı orası. Hayati Hamzaoğlu’nu hiç unutamıyorum. Bir sahnede yanlış bir şeyleri fark ettiğimi düşünüp çok heyecanlanmıştım, gittim yanına “aynadan kamera görünüyor!” dedim o da “aynanın kamerayı görmesi önemli değil, kameranın ayna görmesi önemli” demişti. Haylazdım da çok, setlerde, sahnelerde oynarken okulda çaktım mesela.

- Yılmaz Güney’in “Arkadaş” filmi 19 yaşında ilk oyunculuk tecrübeniz. Nasıl hatırlıyorsunuz o günü?

- İlk set günüm, 1974 yılının Temmuzu. Kumburgaz’da çekiliyordu film. Yazlığımız da yanındaydı hemen. Setçilerden biri eve ya da kumsala gelip haber verirdi “çekim var” diye. Ben de kalkıp sete, iki ev öteye giderdim! İlk günkü sahne evin hizmetkârı yani ben bahçe hortumunu takarken uzaktan kendisini izleyen Azem’i yani Yılmaz Güney’i görür ve tedirgin olurdu, hem de epey tedirgin! Gençliğin verdiği heyecanla zaten tedirgindim. Yılmaz Güney efsane, “şu gençlere öfke dolu bak” diyor. Nasıl bir öfke ile baktıysam artık iyi bir sahne çıkarmıştım. Kameranın arkasında Yılmaz Güney, asistanı Şerif Gören ve bizi izleyen tüm mahalle. Sonra alıştım sete. Ağustos ayı başında Yılmaz Ağabey tutuklandı. Adana’ya gidip yeni filme başlayacaktı, üçüncü filminde de beni oynatmayı düşünüyordu. Ben ise kamera önünde olmaktan haz almaya başlamıştım. Tüm bunlar olurken babam konservatuvara girmemi hiç istememişti.

- Neden?

- O tiyatronun acısını da çekmişti. Herkes oyuncu olmuyor, olamıyor. Derbeder olup, kaybolup gidenler de çok. Ben de 20 yıla yakın bir zamanı savrularak geçirdim, çok dağıttım hem de çok. “Boş boş geziyor bu adam” dedikleri dönemde belki de ben dolu dolu biriktirdim. Fırtına yaşamasaydım durulmazdım.

Tiyatroda özgür hissetmiyorum

- Çiçek Taksi ve taksici Celal’diniz yıllarca.

- Taksiler bedava götürdü o dönem beni hep; sonra şoför dergilerine kapak oldum. Herkesin beni tanıyor ve “ünlü” değil de mahallesinden biri gibi görüyor olması benim gibi çekingen biri için büyük nimetti. Televizyon izleyicim tiyatromdan hiç haz etmedi mesela ama televizyon bu çağın gerçeği. Tiyatro televizyon sayesinde çok şey kazandı. Televizyondan tanınan oyuncular tiyatroya seyirci çekiyor. Bizim de dizilere büyük katkımız var. Dizilerden kazanılan tiyatroya yatırılıyor. Ben bu tuhaf ikilemi seviyorum. Ben de taksici Celal ve Fatmagül’ün avukatından sonra şimdi de Karadayı’daki kötü adam, gazete patronuyum.

- Devlet Tiyatroları’nı ve tiyatronun üstündeki baskıyı nasıl yorumluyorsunuz?

- Devlet Tiyatroları ateşten gömlek; içi seni dışı beni yakar. Siyasetçiler tiyatroyu gereksiz görüyor. Eğlence aracı olarak kalmalı onlar için, “kontrollü eğlence”. Tiyatronun medeniyet olduğunu bilmek istemiyorlar. Tiyatroda özgürlük hissetmiyorum.

- Yalnızca tiyatroda mı?

- İlk defa bu yıl, metin yazarken dikkat ediyorum. “Bu cümle başıma dert açar mı? Yanlış anlaşılır mıyım?” dediğim işler oldu ve yazmayı bıraktım. Zihnin kapıları kapanıyor artık. Tabii ki kimse bana “yazma” diye bir zorlama yapmadı ama emsaller korkuyu yayıyor. “Ya benim de başıma gelirse?” dedi mi insan kendine artık bir daha özgür olamaz. Otosansürü benimsiyoruz hızla. Umutsuz değilim o da ayrı. Hiç ummadık yerlerden patlamalar olur, olacak. Kuşaklar arası çatışma bu açından gerekli. Bundan sonra da böyle gitmez, yetiştirmek istedikleri çocuklar yetişmeyecek. Charlie Caplin’in dediği gibi “Biz doğruları büyüklerimizin yaptığı yanlışlardan öğrendik.”