Oynadığı roller de hayatı gibi

Demet Gül, “Ulan İstanbul” dizisinin Maşuka’sı olarak kısa süre önce girdi hayatlarımıza. Daha uzun süre de ekranlarda olacağa benziyor. Yakında bir de Ömer Faruk Sorak’ın çektiği sinema filminde çıkacak karşımıza. İstedik ki izlemekle kalmayalım, sizi onunla tanıştıralım da...

Esra Açıkgöz / Cumhuriyet

Çoğunuz henüz adını bilmiyor olabilirsiniz. Muhtemelen siz onu şimdilik “Ulan İstanbul” dizisinin çılgın kadını, Alamancı Maşuka olarak tanıyorsunuz. Demet Gül, Maşuka’yla hayatımıza hızla girdi. Daha da kalacağa benziyor. Onu yakında Ömer Faruk Sorak’ın “Sekiz Saniye” filminde de göreceğiz. Peki bugüne kadar nerede miydi? Almanya’da! Yani dizideki o kırık aksanı rol icabı değil, gerçek. Konuşurken ara ara, “Türkçem çok kötü bilmiyorum, anlıyor musunuz?” diye sorması bundan. Ama bu konuda net; Türkçesini geliştirip aksansız rollerde de çıkacak karşımıza. Şimdilik Almanya ve Türkiye arasında parçalı bir hayat sürüyor Gül, Almanya’ya tiyatro oyunu için gidiyor. Ayrıca senaryo ve yapımcılık çalışmaları da var. Hatta senaryosunu ve yapımcılığını üstlendiği, aynı zamanda oynadığı ilk filmi “Kuintet”in dünya prömiyeri geçen hafta Saraybosna Film Festivali’nde yapıldı. Biz de Gül’le, oyunculuğu ve hayatı konuştuk.

- Maşuka, çok kısa sürede, çok sevilen, konuşulan bir karakter oldu. Böylece siz de hızla hayatlarımıza girdiniz. Oysa sizi hiç tanımıyoruz; kimsiniz siz?

- Stutgart’ta doğdum büyüdüm. İki çocuklu bir ailenin en büyük çocuğuyum. Oyuncuyum. Münih’te konservatuvar bitirdim. Okurken tiyatrolarda  oynamaya başlamıştım, devam ediyorum. Okulu bitirdikten sonra ilk filmimin teklifini aldım; “Almanya’ya Hoşgeldiniz” Bayağı festival gezdi, 20 ülkeye satıldı. Sonra kendi senaryomun da içinde olduğu bir filme yapımcılık yaptım. Şimdi de “Ulan İstanbul” dizisinde oynuyorum.

- Ailenizin yolu Almanya’ya ne zaman, nasıl düşmüş?

- Annem ve babam 1960’ların sonunda Almanya’ya gitmiş, çalışmaya. Orada tanışmışlar. Sonra da gördüğünüz gibi ben çıktım. Bir de altı yaş küçük bir kardeşim var.

- Oyuncu olmayı hep istiyor muydunuz?

- Tam tarih söyleyemem. Sadece okulda tiyatro oynamayı çok seviyordum. Herkes okulunda tiyatro oynamıştır tabii ki, bu bir şey anlatmıyor. Ama bana sınıfta sen sınıfın palyaçosusun derlerdi. Hep komik şeyler yapardım. Başkalarını sevindirmeyi çok seviyordum. Sonra bir gün oyuncu olmak istiyorum, dedim. Annem doğru düzgün bir iş yapamaz mısın, dedi. Hayır, anne kesinlikle istiyorum, dedim. Kararlı biriyimdir, bir şeyi istersem peşine düşerim. Sonra konservatuvara başvurdum. Oraya girmek Maşuka eğlenerek oynanacak bir rol zordur. Kazanınca annem “Tamam, bundan sonra seni kesinlikle destekleyeceğim” dedi. Sonra en büyük desteğim oldu.

- Tamam, ama neden oyuncu olmak istediniz, oynuyor olmanın size verdiği haz nedir?

- Farklı karakterlere bürünmeyi ve özellikle de onlara dönüşürkenki süreci çok seviyorum. İnsanlara daha farklı bakıyorsun. Karakterleri inceliyorsun. Herşeyin arkasına bakıyorsun. Daha ne olsun. Oynarken eğleniyoruz

- Ulan İstanbul dizisine dahil olma hikâyeniz nasıl gelişti?

- D Yapım benden bir proje için deneme videosu istemişti. O ara, yapımcılığını üstlendiğim film için de çalışıyordum. Bayağı stresteydim. Video çekimini yapayım mı, yapmayayım diye kararsız kaldım. Sonra gönderdim. Benimle tanışmak istediler. Ancak projedeki kadın 40-45 yaşlarındaydı, uymadı. Sonra ajansımı, Renda Güner’i arayıp, benimle kesinlikle çalışmak istediklerini, şu an başka projeye çalıştıklarını, bir karakter olduğunu ve onun özelliklerini bana uyduracaklarını söylemişler. Böylece “Ulan İstanbul”a dahil oldum.

- Maşuka, biraz da siz düşünülerek geliştirildi yani. Siz de doğaçlamalarınızla onu geliştirmeye devam ediyorsunuz.

- Evet, doğaçlama çok var. Zaten en çok sevdiğim şey, doğaçlama yapmak. Ekip arkadaşlarım da öyle. Mesela yengemi oynayan Zeynep Kankonde’yle doğaçlamalar yapıyoruz. Hocamız da izin veriyor, ne mutlu ki. Bir projede böylesi bir serbestlik büyük şans oyuncu için. Bazen senaryodaki lafları değiştiriyorum. Özellikle deyimler de. Almanya’da yaşayan birinin bilmesine imkân olmadığını düşündüğüm deyimleri değişitiriyorum. Ama çok da abartmıyorum.

- Maşuka’yı oynamayı neden istediniz, ne çekti sizi bu rolde?

- Sinopsisi okuduğumda beğenmiştim. Bir çetenin mahalleye girme hikâyesi hoşuma gitmişti. Kendi bölümümü okuyunca çok daha beğendim. Zevkle oynanacak bir karakter Maşuka. Dizi ekibiyle de güzel, büyük bir aile olduk. Çok eğleniyoruz.

- Maşuka rolü daha da genişleyecek gibi. İnsanlar tarafından da sevildi. Neden sizce?

- Onu seyirciye sormak lazım, ama sanırım bazıları tanıdıklarını görüyorlar Maşuka’da. Bir de bana hep aksanına bayılıyoruz gerçek mi diye soruyorlar. Evet, gerçek. Ben Türkçe’yi böyle konuşuyorum. Küçükken geldiğimde, ay ne kadar tatlı konuşuyorsun, diyor, gülüyorlardı. İnsan her seferinde bunu duymak istemiyor.

- Bir oyuncu için aksan dezavantaj. Sınırlı rollerde yer almanıza neden olabilir.

- Tabii. O yüzden Türkçemi geliştirip aksansız rollerde oynamayı istiyorum. İki aydır buradayım, baştakinden daha iyi, ama bugünü saymayalım (gülüyor).

- İstanbul’a yerleşmeyi düşünüyor musunuz?

- Onu henüz planlamadım. Berlin’i çok seviyorum, orada hâlâ evim var. Burada da var. Git gel yapıyorum. Münih’teki devlet tiyatrosunda bir oyunum vizyonda. Ona gidiyorum. Uçakta çok zaman geçiriyorum. Neyse ki çok iyi ezber yapıyorum uçarken. Zamanımın çoğunu setlerde geçirdiğim için buradaki gündelik hayatı pek yaşayamadım.

- Bir de sinema filmine başladınız.

- Evet, Ömer Faruk Sorak’ın “Sekiz Saniye” adlı filminde oynuyorum. Çekimler yeni başladı. Türkiye ve Almanya’da geçecek bir film. Anlatacaklarım var

- Hedefiniz ne?

- Çok farklı projelerde, çok farklı karakterleri oynamak. Farklı yönetmenlerle çalışmak. Ayrıca senaryo yazmaya ve yapımcılığa devam etmek istiyorum. “Kuintet” filmiyle, yazdığım harflerin canlandığını görmek beni çok mutlu etti. Anlatmak istediğim çok şey var. Aslında hep vardı, ama kendim yapabilir miyim, diye hiç düşünmemiştim. Kendime güvenim yoktu.

- Ne değişti de bu güven geldi?

- “Almanya’ya Hoşgeldiniz” filminin prömiyerini Altın Ayı’da yapmıştık. Orada “The Berlinale Yetenek Kampüsü” diye bir workshop var. Dünyanın farklı yerlerinden film yapımcıları, oyuncular, yönetmenler katılıyordu. 2012’de ona katıldım. Bitince oradan iki arkadaşımla, workshopa katılanlar olarak neden bir film yapmıyoruz, dedik. Sonra modern dünyadaki kimlik arayışı üzerine bir şey yapmaya karar verdik, herkese mesaj attık. Bayağı senaryo geldi. “Kuintet” filmi; Zarf İçindeki Ev (İstanbul), Turist (Sarajevo), Polaroid (Aosta), Arkadaş İsteği (Berlin) ve Cuddle Atölye ( New York) isimli 5 kısa hikâyeden oluşuyor. Benim oyunculuğunu yaptığım, senaryosunu Sanela Salketic’le yazdığım bölmün adı “Zarf İçindeki Ev”. Babası ölünce ailesel sorularının yanıtı almak için Almanya’dan İstanbul’a dedesinin yanına gelen Leyla’nın hayatını anlatıyor.

- Neden kimlik konusunu seçtiniz?

- Çünkü biz workshoptayken herkesin doğduğu ülkeyle yaşadığı ülkenin farklı olduğunu fark ettik. Bu zamanlarda kendi kimliğini yaşatabilmek herkes için zor. Bana Almanya’da yabancısın diyorlar; buraya geliyorum, Almancısın diyorlar. Herkesin hayatı kendi kimliğini aramakla geçiyor. Ben aslında kimim? Nereye aidim? Bu benim için çok önemli bir konu.

- Siz bu sorulara yanıt verebildiniz mi?

- Başta nereye ait olduğumu çok düşünmedim. Aslında bunlar dıştan yapılanların yaratttığı sorular. Dışardan gelen tepkiler yüzünden insan ben burada yabancıysam, nereye aidim demeye başlıyor. Ben kendimi melez olarak görüyorum, hem Türk, hem Almanım. Almanya’da doğup büyüdüğüm için oradaki kültürü, yaşamı çok iyi tanıyorum, biliyorum. Yine de buraya gelince çok sıcak hissediyorum, sanki kökler daha çekici gibi. Salman Rüşdie’nin bir lafı var; “Etrafımızda yaşanan her şey bizi etkiler”. Onlar bizi etkilediği an biz kendimizi geliştiriyoruz. Böyle olmalı zaten. O yüzden ben her şeyi akışına bırakıyorum. Nerede olursam olayım, kendimi rahat hissediyorum.