Osmanlı Hayranlığı ve Vakıf Kurumu
cumhuriyet.com.trİşte, bugün de, hâlâ aynı “kafada” olan, “O güzelim imparatorluğu Cumhuriyet ve Cumhuriyetçiler yıktı” diyen “Osmanlı hayranları” var. Bu takım, Osmanlı’nın, o görkemli döneminde ortaya çıkan uygarlık ürünlerini, kültürü, edebiyatı vb. anarak, hasretlerini, yeniden o hayata dönmekle gidereceklerini düşünüyorlar.
Rahmetli hocam Prof. Tunaya ile Tanzimat Fermanı ile başlayan “ıslahat” çabalarını konuşurken, birden durdu ve “Osmanlı büyük devlettir” dedi. Şaşırmıştım; inançlı bir Cumhuriyetçi olan hoca acaba ne demek istemişti? Söyleşi biraz sonra bu “yargıyı” açıklığa kavuşturdu: Tunaya hoca bu sözle geçmişe özlemi dile getirmiyordu. Söylediği geçmişe ait bir tespitti: Geçmiş, geride kalmış bir dönemde, Osmanlı devletinin görkemli, güçlü ve zamanın kültürü olan donanınmış yapısını anlatıyordu. Bunun ardından gelen de, o zamanki koşullara göre “mukadder” olan çöküştü.
Bunu anlamayan, anakronik bir siyasal yapının zorunlu reformlar yapılmadığı takdirde yıkılacağını bilmeyen bazı “gafiller”, bu yıkıntının vebalini Cumhuriyete mal etmeye kalkmışlardır. İşte, bugün de, hâlâ aynı “kafada” olan, “O güzelim imparatorluğu Cumhuriyet ve Cumhuriyetçiler yıktı” diyen “Osmanlı hayranları” var. Bu takım, Osmanlı’nın, o görkemli döneminde ortaya çıkan uygarlık ürünlerini, kültürü, edebiyatı vb. anarak, hasretlerini, yeniden o hayata dönmekle gidereceklerini düşünüyorlar.
Osmanlı’nın olumlu yüzü
Şunu bir kez daha belirtmek gerek: Gerçekten, “küffara seferler”, “fethi mübinler” gibi askeri başarıların yanı sıra imparatorluğun yaşamında “Osmanlının olumlu yüzü” diyebileceğimiz (tabir rahmetli Ç. Gülersoy’undur) bir kültür ve uygarlık yapısı da vardır. Ne ki, bu “yüze” bakarken, bir de “olumsuz yüze” dikkat etmeliyiz. En çarpıcı örnek, sanırım, eşsiz bir uygarlık kurumu olarak anılan vakıflardır. Gerçekten vakıflar, hem “kamu hizmeti” mahiyetinde işler gören kuruluşlar olarak, hem de “hayır-hasenat” işleri yapıp bir çeşit sosyal dayanışma kurumu işlevleri olan kuruluşlar olarak, imparatorluğun en olumlu yapıtaşları sayılmıştır. Vakıflar, varlıklı bireylerin yol, su, köprü yapımından yoksul kızlara çeyiz düzmeye kadar çeşitli konularda hizmet sağlamak üzere, kişisel malvarlıklarından tahsisler yaparak kurdukları -eski deyimle- “hayır müesseseleridir”. Bunların gücü, bugün Medeni Kanun’a göre kurulan birçok vakıf örneğinden farklı olarak, sadece vakfedilen bireyin kişisel servetine ve gelirine dayanır. Bugünkü örneklerde sıkça gözlendiği gibi, bir grup “hayırsever”(!)in ticaret yoluyla gelir sağlamak ya da cenazelerde teneke çiçek kiralamak türünden işlerle bağış toplamak için birleşerek vakıf kurmaları gibi bir olguya Osmanlı vakıflarında rastlanmaz.
Kişisel çıkar hesabı
Ne var ki, Osmanlı’da da vakıf kurumu ile gerçekleşen bu “olumlu yüz”ün arkasında, oldukça büyük orandaki örneklerde kamusal hizmet arzusu ve “hayır-hasenat” amacı değil, “kişisel çıkar hesabı” yatmaktadır. Bunun kısa açıklaması şöyledir: Osmanlı’da (Abbasi döneminden gelen) bir devlet geleneği olarak azledilen ve siyaseten katledilen devlet görevlilerinin meşru olmayan yoldan edindikleri varsayılan servetlerine devletçe el konulurdu. “Müsadere” denen bu yöntem sık sık uygulanırdı. Daha sonraları yaptırım (!) gitgide genişletilerek devlet görevlisi olsun olmasın ve servetinin kaynağı ne olursa olsun, ölen zenginlerin geriye bıraktıkları malvarlıklarına da uygulanmaya başlanmıştır.
Osmanlı tebası olan varlıklı kişiler, tabi olduğu hukuk düzeninde (şeriatta), “mülkiyet ve miras garantisi” bulunmadığı için, servetini korumak ve mirasçılarına bırakmak için müsadere usulüne karşı güvence aramışlardır. Vakfedilen mal “Allah’ın malı” hükmünde olduğundan ve Allah’ın malına da devlet dahil kimse el koyamayacağından vakfedilen servetler, bu yoldan müsadereye karşı zırhlanmıştır. Öte yandan, kurulan vakfın yönetimi ve gelirinin toplanması işini de kural olarak vakfın kurucusu üstlenir. Kendisinden sonra da bu işleri, çocuklarına ve onların soyundan gelecek sonraki kuşaklara bırakır.
Olayın altındakı gerçek
Bunun yanı sıra vakfeden tarafından düzenletilen belgeye (vakıfname), vakfın gelirlerinin nasıl kullanılacağı ve harcanacağı ile ilgili hükümler konur. Bu gelirlerin tamamı “hayır-hasenat” için harcanacak ise bu tür vakıflara “hayrî” vakıf denir. Ama, geliri, vakfedenin kendisi ve ondan sonra da soyu sopu alıp kendilerine harcayacaklarsa, bu tür vakıflar artık “hayrî” değil “zürrî” vakıflardır. Bundan başka bir de kısmen zürrî, kısmen hayrî olan vakıf türü vardır. Örneğin, bir zeytinlik vakfedilip, gelirin yüzde onu köy çeşmesinin bakımı ve onarımı için tahsis edilir, yüzde doksanı ise vakfedene ve soyuna sopuna verilirse, vakıf tipi hem hayrî hem zürrî’dir. Bunlara “yarı-hayri” denilebilir. İşte Osmanlı’nın en önemli “olumlu yüz”ü sayılan, hayır-hasenat örneğine bakarken, olayın altında yatan bu kısa özetteki gerçeği de görmek gerekir. Şunu da eklemek gerekiyor: 17 ve 18. yüzyılda kurulan vakıfların yaklaşık olarak yüzde yetmiş, sekseni “zürrî” ve “yarı-hayrî” tiplerine giren vakıflardır.
Hayır-hasenat kurumu olan vakfın nasıl kullanıldığını göstermek için somut ve çarpıcı bir örnek de vereyim. Şam Valisi Süleyman Paşa “6 konak, 2 hamam, 1 fırın, 2 han, 1 nişasta imalathanesi, 1 ahır, 1 dükkân, 1 zeytin masarası, 16 kıta botsa, 5 bahçe, 2 sulu ekimlik alan, 2 kıta arzdan ibaret” mal tahsisi ile 1735’te kurduğu vakfın gelirlerinden “senevi 60 guruş”un yarı yarıya Mekke ve Medine fukarasına gönderileceğini, üst tarafının ise oğluna ve kızlarına ve onların soyuna verilmesini şart etmiştir. (H.Yüksel, Vakıf-Müsadere İlişkisi, 1992.)
Bu çarpıcı örneğin dayandığı vakıfnameyi günümüzde çoğaltıp, Osmanlı hayranlarına okutmak; bir Osmanlı paşasının, yedi yıllık valilik döneminde edindiği ve konağının dehlizlerine sakladığı (bugünün ölçüleriyle, milyonlarca lira tutan) altın ve mücevherlerinin, ölümünden sonra nasıl müsadere edildiğini anlatmak acaba yararlı olur mu?