Osmanlı Geçmişinin Nesi Bu Çağda Yaşayabilir
Osmanlı’nın herhangi bir çağına dönmek olanaksız. Osmanlı ülkesi yok. Anadolu’nun nüfusu 19. yüzyılın on katı. Vahdettin dönemine dönmek istiyorsanız İstanbul’a İngilizleri, İzmir’e Yunanlıları getirmek anlamına gelir. Abdülhamit çağı Rusların Bakırköy’e gelmesi korkusu ile birlikte olmalı.
Doğan Kuban/CumhuriyetKanuni dönemini istiyorsak Macaristan’dan Cezayir’e asker göndermek gerek. Araba, gökdelen, televizyon, telefon sahipliğinden vazgeçirebilirseniz, yeni köylü kulları da köylerine geri döndürmek gerek. Bu alay konusu şeyler söz konusu olmadığı için Osmanlı bizim için nerede, sorusuna yanıt vermek gerek.
Avrupa’nın çağdaş kültürü, Antikiteye uzanan bir piramidal birikime dayanıyor. Fransız ya da Almanlar monarşiyi geri getirmeyi akıllarına getirmiyorlar. Ama tarihlerini iyi biliyorlar. Politik kurumlar, üretim teknikleri, eski imgeler değişmiş. Fakat bilimin piramidal birikimi 17. yüzyıldan sonraki sistematik gelişme üzerinde oturuyor. Tarihi kentlerini büyük bir özveri ile koruyorlar. Onun için kentleri daha insancıl ve güzel. Yeni Türk kentleri ise kaktüs dolu çöllere benziyor. Otomobiller neredeyse çekirgeler gibi duvarlara tırmanacaklar.
Avrupalılar geçmişlerini bildikleri için sahip çıkıyorlar. Müzeler Avrupa’da güncel yaşamın bir parçası. Bu biliçlendirilmiş birikim Avrupalının yeniyi yaratmak için vazgeçmediği bir miras. Bizdeki ne olduğu belirsiz gelenek otomobil parkları, alışveriş merkezleri gibi bir yerlerde saklı olmalı.
Bilim, teknoloji ve tarihi birikim olarak Batıyı egemen kılan bütün performansların bizde olmamasının tek bir açıklaması olabilir. Geçmişimizde bugün işe yarayacak bir şey üretip biriktirememişiz. Elif’i Be’den ayıramayan birileri bu yargıya kızar ama, cehaleti yüz kızartıcıdır ve cehaleti oranında küstahtır. Bu gözlemleri yinelemek can sıkıcıdır. Fakat İslam tarihini neden hâlâ Batılılılardan öğrendiğimizi, Osmanlı tarihinin neden bizden önce Zinkeisen, Hammer gibi Avrupalılar tarafından yazıldığını, Üniversitelerimizde neden İngilizce öğretim yaptığımızı, ders programlarını neden yabacı kataloglara bakarak hazırladığımızı, teknolojiyi neden ithal ettiğimizi, İstanbul’un Fethinden bu yana ne öğrendiğimizi, ne ürettiğimizi düşünmezsek bunlar değişmeyecek.
ANLAMAKTA ZORLANIRSAN SÜRÜNÜRSÜN
Osmanlı ana ve babanın oğlu ve bir tarihçi olarak bu sorunları hep düşünmek zorunda kaldım. Benim gibi sayısız Türk de bunu düşünmüştür. Sorun çok boyutlu. Osmanlı’ya dönmek diye bir şey yok. Toplumların Ortaçağdaki gibi yaşamaları sadece en fakir toplumların ilkellikten kurtulmamış katlarında söz konusu. Müslümanların sürünme nedeni, bunu anlamakta zorlanmaları! Fakat bu gözlemler 600 yıllık tarihin yok olduğu anlamına gelmiyor. Bursa Ulu Camisinde namaz kılıyoruz. Topkapı sarayını geziyoruz. Halılarımız, kumaşlarımız, çinilerimiz, şairlerimiz var. Bunlar anlayanları duygulandırıyor. Gerçi, Avrupalılar gibi, bunları günlük yaşama entegre edememişiz. Bu sadece kurumlaşma yokluğundan değil kavramlaşma yokluğundan kaynaklanıyor. Bunun adı CEHALET.
Türkiye’de tarihi çevre kurullarının, tarihi çevre korumanın halini bir düşünün. Müze sorununu Avrupa ile karşılaştırın. Hâlâ uygar gibi görünen bir şeyler varsa yatıp kalkıp Cumhuriyet’e teşekkür etmemiz gerek. Kavramlaşamayan toplum kültürü, kaldığı ortaçağda yaşar. İthal ettiklerinizi takıp takıştırmak bizi çağdaş yapmıyor. Gelenek gevezeliğini bırakıp, tarihin toplum kültürünü zenginleştirici varlığını nasıl kullanacağımızı öğrenmek sorundayız. Bu varlığın günümüzde yaşayan öğeleri var. Bunlar öğrenilir ve çağımızın perspektifleri ve duyarlılıkları içinde yaşatılırsa, eskiden esinlenerek değil, yeni yorumlarla, ve bir insanlık deneyimi olarak, çağın insani boyutunun zenginleştirecek amaçlarla bu tarihi birikimi günümüzle bütünleştirme olanağı var.
Bunun kolay olmadığını, köyün kente hücumunda öğrendik. Etkisini her alanda görüyoruz. Fakat Rönesans’dan bu yana gelişen Avrupa bir örnek olarak önümüzde. Geçmiş birikim her zaman dinsel, kültürel, politik, ideolojik amaçlarla yozlaşabilir. Örneğin Nazizmin etkili olduğu dönemde ikinci ulusal denen mimari üslup dayatılmıştı. Bugün yapılan neo-Selçuk, neo-Osmanlı komedilerinin örneği de gözümüzün önünde.
Fakat bu yozlaşmaya gerek yok. Geçmişimizi kendine özgü bir deneme dönemi, insan duyarlığının özel bir gösterisi olarak değerlendirir, ve onu bugünün duyarlığı ile yorumlarsak onu çağımıza taşıyabiliriz. Bunun yapacak sanatçılarımız, yazarlarımız var. Geçmişi yinelemek lüksümüz yok, ama geçmişi silmek gibi bir lüks de yok. Fakat öğrenmek gibi bir sorumluluk var. Bu doğrultuda bir örnek dile getirmek istiyorum.
ANILARDA İSTANBUL KİTABI
1997 yılında Almanya’da yaşayan entelektüel ve sanat yollarına açılmış bir doktora öğrencim bana bir kitaparmağan etti. Anılarda İstanbul. Kitap Alman ressam Schranz’ın Boğaziçi için yaptığı güzel suluboya siluetleri ve o siluet üzerinde yine Almanya’da yetişen ressam Hanefi Yeter’in günümüz inşaat ve estetik rezaletini yansıtan desenlerini, ve onlarla birlikte, Yahya Kemal’in İstanbul şiirlerini kentin kimliğinin parçası haline getiren Münir Nureddin’in şarkılarını içeriyordu. Şarkıları güzel sesli yorumcu Sema seslendirmişti. Kitaba O’nun bir CD’sini eklemişlerdi. Çalan müzisyenler Almandı. Bütün bildiğim melodiler, resimler, olgular ve özellikle Geç Osmanlı Dönemi şarkılarının çağdaş yorumu ve Sema’nın olağanüstü duyarlılığı beni neredeyse büyüledi. Cerrahpaşa’da, Beylerbeyi’nde eski ahşap evlerde, Boğaza bakan balkonlarda bu şarkıları dayılarımdan, teyzelerimden çok dinlerdim. Sema beni Osmanlı İstanbul’una götürdü. (Ahmet Doğan, Hanefi Yeter. Anılarda İstanbul, Librairie Pera, İstanbul- Ex Orente Lux, Berlin, 1996) Çağdaşlığı bir uygarlık görevi olarak gören, ve uygarlığın çağdaşlık dışında olamayacağına inanan biri olarak, Osmanlı’yı günümüzle buluşturmanın modalitelerini aramanın önemli bir sorun olduğunu vurgulamam gerek. Bu Osmanlı birikimini çağdaşlaştırmak diyebileceğimiz bir yeni süreci tanımlamak anlamına geliyor. Zor ve uzun fakat çok önemli ve bu kültürel çabanın Osmanlılık ya da Osmanlılaşmak gibi politik damgalarla içeriğini boşaltmamak gerekir. Kaldı ki bu tür sloganlar genel tarihi süreç içinde bir yere oturmazlar. Türkiye’de bilim, felsefe, edebiyat, sanat, teknoloji üzerine yeniyi bina edecek bir birikim yok. Osmanlının bu boyutu İslam dünyası ile, hemen hemen ortaktır.
Tarih yazmak, yok olan şeylerin entelektüel kurgusudur. Belgeler üzerine kurulur. Fakat bunun yanında bir de anılar var. Bunlar kişisel gerçeklerdir. Şiir ve şarkılar gibi. Bunları bize ulaştıran kişisel deneyler, anılar, romanlar, tiyatrolar, destanlar, otobiyografiler, dilsiz tarihe dil kazandırırlar. Dil, maddi artifaktlar ve mimari yapıtlar geçmişimizi kişi boyutunda anlatan araçlardır.
İnsanın tarihi toplumsal tarih ile kişisel tarihin ortak örgüsüdür. Türk geçmişinin destanları var, Yunus’u, Fuzuli’si, Dadaloğlu’su, Yahya Kemal’i var. Bunlar toplumu anlamak için, en az resmi tarih kadar anlamlı. İnsan duyarlığı bağlamında günümüzle örtüşebilecek ve yaşamımıza katılabilecek insanlık öğeleri geçmişimizde de var. Körfezdeki durgun suya bir bak, göreceksin Mehtap, iri güller ve senin en güzel aksinVelhasıl o rüya duruyor yerli yerinde. (Sema’nın şarkılarından)Tarihçi ve coğrafyacıların hiç biri Kanlıca Körfezini bu dizeler gibi anlatamaz:
Yahya Kemal Osmanlı akıncılarını anlatıyor: Bin atlı akınlarda çocuklar gibi şendik Bin atlı akınlarda dev gibi bir orduyu yendik. Akıncı birlikleri ile ilgili ne öğrenirseniz öğrenin, Yahya Kemal’den daha öğretici olamaz. Bunlar bizim mirasımız ve geleneğimiz. Çağdaş yorumlar günümüz kültürünü zenginleştirebilir.
Sevgili Okuyucular, Bizim üniversitelerin donmuş entelektüel yaşamına ağlamak için Katip Çelebi’nin ‘Mizanü’l-hak fi ihtiyarı’lehak (En doğruyu seçmek için hak terazisi) adlı kitabını okuyun! (Orhan Şaik Gökyay çevirisi, Kabalcı, İstanbul, 2008)