Orwell ayağa kalkıp neyi alkışlardı?
Cumhurbaşkanlığı Ödülleri gölgesinde ‘Hayvan Çiftliği’ ve ‘Bin Dokuz Yüz Seksen Dört’
Celâl Üster/Cumhuriyet Kitap EkiOrwell ayağa kalkıp neyi alkışlardı?
George Orwell’in iki başyapıtı, “Hayvan Çiftliği” ve “Bin Dokuz Yüz Seksen Dört”, yayımlandıkları 1940’lı yıllarda çok tartışılmıştı.
“Hayvan Çiftliği”, salt Stalin’in Sovyetler Birliği’ndeki uygulamalarını taşlamak için mi yazılmıştı?
“Bin Dokuz Yüz Seksen Dört” karşı-ütopyası, belirli bir ülkeyi ya da toplumu mu hedef alıyordu?
Bugün, Orwell’in “Hayvan Çiftliği”nde aslında ne yapmış olduğunu görmek, sanırım yayımlandığı yılların “sıcak” ortamına oranla daha kolay.
Her şeyden önce, kitabın, Koca Reis, Marx mıydı; Napoléon, Stalin miydi; Snowball, Troçki miydi gibi sorularla gelen güncel ve dolaysız bağlantıların çok ötesinde derinlikler taşıdığı açık.
Yoksa bu denli kalıcı, farklı ülkelerde yaşayan farklı kuşaklardan insanları bu denli etkileyebilen bir yapıt olamazdı.
Bir kere, domuzların çiftliğin yönetimini ele geçirerek kurdukları baskı düzenine yöneltilen keskin yergi, Orwell’in yıllarca savunduğu sosyalizmin kendisini değil, Stalin’in devrimi yolundan saptırmasını hedef alan bir taşlama sayılmalı kanımca.
Sonra, “Hayvan Çiftliği”, daha insanca, daha eşitlikçi, daha ileri bir toplum düzenini amaçlayan sosyalizmin yolundan saptırılmasının yerilmesiyle sınırlı bir kitap da değil.
Yapıt, belirli bir siyasal öğretinin “inanç gözlüğü”yle değil de, serinkanlı, dingin bir bağımsızlığın “nesnel gözlüğü”yle okunmaya çalışıldığında, Orwell’in, domuzların yönettiği çiftliği ortadan kaldırmak isteyen “dış dünya”ya, yani çevre çiftlikleri yöneten insanlara yönelttiği taşlamanın daha hafif ve etkisiz olmadığı görülür.
Orwell’in, iki başyapıtından biri olan “Hayvan Çiftliği”ni, hayvanların eski efendileri insanlar ile yeni efendileri domuzların Çiftlik Evi’nde bir şölen sofrasının başında toplandıkları o unutulmaz sahneyle bitirmesi, boşuna olmasa gerek.
Dışarıdaki hayvanlar, yüzlerini cama dayayıp şölen sofrasında olup biteni izlerken, domuzların yüzlerinde bir tuhaflık sezerler:
“İçeride on ikisi de öfkeyle bağırıyor, on ikisi de birbirine benziyordu. Artık domuzların yüzlerine ne olduğu anlaşılmıştı. Dışarıdaki hayvanlar, bir domuzların yüzlerine, bir insanların yüzlerine bakıyor, ama birbirlerinden ayırt edemiyorlardı.”
Swift’in “Gulliver’ın Gezileri”ndeki döneme ilişkin pek çok siyasal göndermenin bugün artık unutulmuş olmasına karşın, Swift’in başyapıtının, tarihsel ve yöresel sınırları aşan evrensel izlekleriyle dil, din, ulus ayrımı tanımadan tüm okurları derinden etkileyebildiğini söyleyebiliriz.
“Hayvan Çiftliği”ne de benzer bir açıdan baktığımızda, Orwell’in bu benzersiz yergisinin kalıcılığının gerçek nedeniyle baş başa kalırız.
Bugün yarım yüzyıldan fazla bir zaman öncenin anıştırmalarını bir an için bir yana bıraktığımızda, Marx’ı, Stalin’i, Troçki’yi, İkinci Dünya Savaşı’nın bağlaşmalarını hiç bilmeyen bir okur bile, Orwell’ın yalın bir anlatımla kaleme aldığı bu yapıttan insanlık dersleri çıkarabilir, diye düşünüyorum…
Orwell’in bir başka başyapıtına, “Bin Dokuz Yüz Seksen Dört”e gelirsek.
“Bin Dokuz Yüz Seksen Dört” de, okuyucuyu, geçmişin, belleğin, düşünmenin, dilin, başkaldırının, aşk ve erotizmin yok edildiği bir toplumda yaşanan insanlık karabasanıyla yüz yüze getirdiği içindir ki, yazıldığı ve yayımlandığı dönemin güncelliklerinin çok ötesinde bir yapıt.
Bu karabasanın ürkünç dolambacında yolumuzu ararken, içinde yaşadığımız gerçek dünyanın önyargıları, hoşgörüsüzlükleri, bağnazlıkları, baskı ve zorbalıkları, kayıtsızlık ve horgörüleri çıkar karşımıza.
Evet, Orwell’in bu kitabı yalnızca geleceğe ilişkin değil, günümüze ilişkin de bir uyarıdır. Belki de, gelecek şimdi olduğunda artık çok geç olacağına ilişkin bir uyarı.
“Bin Dokuz Yüz Seksen Dört”te anlatılan toplumda, günce tutmak bile tehlikeli bir suçtur. Düşünce Polisi sürekli ensenizdedir. Tutuklamalar her zaman geceleyin yapılır. Ansızın irkilerek uyanırsınız, hoyrat bir el omzunuzu sarsar, gözlerinize ışıklar tutulur, yatağınızı acımasız yüzler çevreler.
Çoğu zaman ne yargılama olur, ne de bir tutuklama raporu tutulur. Ortadan kayboluverirsiniz. Adınız kayıtlardan silinir, yaptığınız her şeyin kaydı yok edilir, bir zamanlar var olduğunuz bile yadsınır, sonra da tümden unutulur. Kökünüz kazınır, külünüz havaya savrulur; onların deyişiyle “buharlaşırsınız”…
Duvarlara asılı posterlerdeki Büyük Birader’in gözü hep üstünüzdedir. Ama yalnızca posterlerden bakan o yüz değil. Her eve yerleştirilmiş olan tele-ekranlar, aynı anda hem yayın yapabilir, hem de görüntü ve sesleri kayda alır. Tele-ekranın görüş alanı içinde bulunduğunuz sürece hem işitilebilir, hem de görülebilirsiniz.
Gel gör ki, ne zaman izlenip ne zaman izlenmediğinizi anlamanız olanaksızdır. Düşünce Polisi’nin, kimi ne kadar sıklıkla izlediği bilinemez; alıcıyı istedikleri zaman çalıştırabilirler.
Daha da ürküncü, söylediklerinizin her an işitilebileceği, karanlıkta olmadığınız sürece her hareketinizin görülebileceği varsayımı içgüdüsel bir alışkanlık olup çıkar, artık hep bu varsayımla yaşamak zorundasınızdır ve yaşarsınız da...
“Bin Dokuz Yüz Seksen Dört”te gözler önüne serilen toplum düzeni, bir “büyük gözaltı”dır. Güç ve iktidarın sınırsızca uygulandığı, bellek, düşünce, dil, dahası aşk’ın iğdiş edilerek özgürlüklerin tümden ortadan kaldırıldığı bir “büyük gözaltı”…
Erich Fromm, bu kitabın, bir “ruh halinin dile getirilmesi” ve bir “uyarı” olduğunu yazmıştı. Fromm’a göre, dile getirilen ruh hali, insanoğlunun geleceğine ilişkin neredeyse bir umarsızlıktı.
Fromm’un vurguladığı uyarı ise tarihin akışı değişmediği sürece dünyanın dört bir yanındaki insanların en insani niteliklerini yitirecekleri, üstelik bunun ayırdına bile varmayacakları uyarısıydı…
Geçenlerde, Cumhurbaşkanlığı Kültür ve Sanat Büyük Ödülüne “değer” görülen bir yazarın, Cumhurbaşkanı Erdoğan için “Orwell bugün olsa ile sizi ayakta alkışlardı” dediğini okuyunca, yıllar önce çevirdiğim “Hayvan Çiftliği” ve “Bin Dokuz Yüz Seksen Dört”ten kuşkuya düştüm!
Yoksa benim çevirdiklerim ile o yazarın okudukları farklı kitaplar mıydı?..
Ülkenin hukuk düzeniyle dilediği gibi oynayan, tekmil hukuk dışı uygulamaların arkasında duran, düşüncelerini dile getirmek için eyleme geçen gençleri güvenlik güçlerine hunharca ezdirten, kadınları her fırsatta aşağılayan, işçi ve madenci cinayetlerine yıllarca kayıtsız kalan, eğitim alanında çağdışı uygulamaları birbiri ardı sıra yürürlüğe sokan… bir iktidarın başını Orwell ayağa kalkıp alkışlar mıydı?
Düşünüyorum da… Evet, bence de alkışlardı… Ama bunca yıl sonra, şu 2014 yılında, bütün yazdıklarını doğruladığı, gerçek kıldığı için alkışlardı…