Orhan Kemal'in Çukurovası

Kapıya bir kamyonet yanaşıyor. Kulübesinde uyuklayan bekçi kalkıp kapıyı açıyor… Sonra… Sonra o bekçi birden ‘Murtaza’ oluveriyor! Zaman hızla geriye sarıyor.

Zafer Doruk/Cumhuriyet

Üzerinde çalıştığım kitap için eski Adana’nın izini sürüyorum. Çevresinde eski fabrika kalıntılarının bulunduğu mahallede, Milli Mensucat Fabrikası’yla yüz yüze bakan kahvehanenin bahçesine oturuyorum. Mahalle sakinleri taşları masaya vurarak okey çeviriyorlar…

Fabrikanın bir bölümü şimdi tekstil atölyesi olarak kullanılıyor. Oturduğum kahvehane eskiden işçilerin bekleme salonuymuş. Kapıya bir kamyonet yanaşıyor. Kulübesinde uyuklayan bekçi kalkıp kapıyı açıyor… Sonra… Sonra o bekçi birden ‘Murtaza’ oluveriyor! Zaman hızla geriye sarıyor.

Sessizlik, yerini, sağa sola koşuşturan şalvarlı, kasketli köylülerin, kadınlı erkekli işçilerin, traktörlerin, kamyonların devinimine bırakıyor…

Sonra onu görüyorum!.. Gülümsemesinin ardında kendiliğinden ince bir kederle, elinde bir defterle gelip yanımdaki masaya oturuyor. Onu hayranlıkla inceliyorum. Önünde bisikletli bir genç duruyor. “Akşama Giritlinin Meyhanesi’nde parlatır mıyız Raşit Abi” diyor.

“Parlatalım valla Kemal! Kadere kırk beş! Güllü kızıma selam söyle!”

Çaycının, “Çaylaaar!” diyerek getirip masasına koyduğu çayı karıştırırken “Çukurova’da nereye dokunsan hikâye fışkırıyor” diyor. Kafamı kaldırıp bakıyorum: Gitmiş!.. İşçilerden biri koşar adım gelip sağa sola bakınıyor. Çaycıya, “Bizim kâtip nereye kayboldu” diyor.

“Komünist Kemal mi?”

“Heye!”

“Az önce buralardaydı.”

Gözüm masadaki not defterine ilişiyor. İç cebimdeki defterin tıpkısı. Masada bıraktığı ses konuşmayı sürdürüyor… Eski Adana’dan görüntüler akıyor… Amerikan menşeli lüks taksilerin şoförleri havalı giyiniyor, koltuklarında çeyrek açıyla oturuyorlar. Sivri burun, yumurta ökçe ruganları ışıl ışıl parlıyor. Arabanın içinde lavanta kokusu, ön ve arka camlarda püsküllü perdeler, kenarlara sıkıştırılmış fotoğraflar, başı topuzlu vites koluna asılı tespihler…

At arabaları arkalarından yoğun bir toz bulutu salıyorlar... Faytoncuların atları kuyruklarını kaldırıp altın sarısı dışkılarını yola lap lap bırakıyor, idrarlarını hortum suyu gibi fışkırtıyorlar. Faytoncular ince kırbaçlarıyla, dar koltuklarında rahat ve yaygın oturuş biçimleriyle; kasket, yelek, çizgili mintan, siyah şalvarlarıyla şehrin renkli figürleri…

Seyyar çay ocaklarının etrafında alçak tabureler, sehpalar. Çayları ‘adamı osurtacak’ kadar demli, bardakları ince belli. Ocağın sürekli müdavimleri: Esrarcılar, mahalle aralarında karı satanlar, oğlancılar, cinayet ve hırsızlıktan dışlanmışlar, sabahçılar, horozcular, kuşçular, tombalacılar, maraşotu çiğneyip oraya buraya tükürenler...

Aşlamacı Tintin Amca sırtında aşlama güğümüyle, kalaylı bakır tasını takırdatarak sıcaktan bunalanları serinletiyor. Bicici Burhan, bicinin üzerine buzdan karsambaç rendeleyip üzerine kırmızı şurup döküyor… Âlemciler kumarda ütünce kahvehanenin arka bahçesine geçiyor, birer buçuk Adana kebapla, acılı şalgamla, kavunla, peynirle rakı faslına başlıyorlar.

Kasketli, ayağı aksayan bir adam kapıda görünüyor. “Aha Topal Nuri geldi” diyorlar. “İti an, çomağı eline al!” Kubar esrarla sarılan cıgara en sona bırakılıyor. Oradan kalkıp şırdancıya takılıyorlar.

Göbekli, esmer şırdancının önlerine koyduğu şırdanları kimyona bulayıp süs biberi turşusuyla yedikten sonra tatlıcıya gidiyor, ‘kerhane tatlısı’ da denilen sarı Adana burmasından yiyorlar. Gecenin fenerini bol sirkeli kelle paçayla söndürüyorlar, kurdukları her üç cümlenin birinde Allah kitap sövüyorlar…

İşçiler mangaldan dumanlar tüten ciğerci tezgâhının başında şişlerinden sıyırıp doğranmış yağlı pidelere sardıkları kuşbaşı ciğerleri pul biberle, kimyonla, ezme, karışık ve soğan salatayla kahvaltı niyetine yiyor, üstüne de ikişer bardak demli çayla birer sigara içip fabrikaya öyle giriyorlar…

Kadınlar çamaşırlarını leğendeki sodalı suyla çitiledikten sonra yemeklerini gazocağında pişiriyor, damlara cibinlik kuruyor, çoluk çocuk çaylarını orada içip radyo tiyatrosu dinliyor, konu komşu birlikte gittikleri yazlık sinemalarda günebakan çekirdeği çitleyip geleceğe dair siyah-beyaz düşlerini tazeliyorlar…

“Ağabey, yağmur başladı, ıslanıyorsunuz!”

Dönüyorum: Çaycı bardakları topluyor. Bahçede benden başka kimse kalmamış… Defteri koltuğumun arasına kıstırıp kalkıyorum…