Onur Ünlü: 'Telaşa mahal yok, logos laiktir!'
Yeni romanı “Hesabım Var”da ‘bir zamanların namlı boksörü’ eski imam Selman Bulut saz çalarak ekmeğini kazandığı pavyondaki kızlardan biri öldürülünce kendi yeni bir maceranın içinde buluyor. Tarikatlar, uyuşturucu, yangınlar derken tarifsiz bir aşka da düşüyor Selman Bulut, eline silah alıp kızının canına kast edenlerin peşine de… Cumhuriyet Pazar okurları için Onur Ünlü’yü sorguya çektik biz de…
Emrah KolukısaTuhaf adam şu Onur Ünlü… Tuhaf şeyler düşünmesiyle ünlü… Bir bakıyorsun içinde hiç diyalog olmayan bir film yapmış, bir bakıyorsun internette bir site açıp hayatını satmaya başlamış (hayatimisatiyorum.com), sonra bir bakıyorsun Türk Stand-up’ları Enstitüsü’nü kurup ödüller dağıtmış (Yılın Nuri Bilge Ceylan’ı Ödülü’nü Emin Alper’e vermiş örneğin, Yılın Emin Alper’ini de Emin Alper’e layık bulmuş bu arada…). Bir yandan da “Kişiye özel film çekeceğim, sadece o kişi alıp izleyecek” diyor, sonra da ekliyor: “Hatta kişiye özel roman da yazmayı planlıyorum. (gülüyor) Hep bir şeyler kuruyorum işte böyle kafamda.”
Onur Ünlü’nün kafasında kurdukları bitmez, onları hayata geçirdikçe yeni söyleşiler yapmak boynumuzun borcu olsun dedik ve biz asıl konumuza “Pandemi sırasında 71 günde yazıp b itirdim” dediği polisiye romanı “Hesabım Var”a odaklandık. Selman Bulut’un sinemada izlediğimiz “İtirazım Var” adlı macerasının bir nevi devamı aslın da “Hesabım var”. Kitabın hemen girişinde de “Teoman Gülaç’a” diye bir atıf var. Boşuna debelenmeyin, ben kurtarayım sizi zahmetten, yok öyle biri. Onur Ünlü hep Teoman adını bir yerde kullanmak istermiş, burayı tercih etmiş… Bu da benim size kıyağım olsun.
Fotoğraflar: Kaan Sağanak
- Hesabım Var”ın ilk sayfasındaki bir şey beni yıllar öncesine götürdü. Selman Bulut’un en sevdiği satranç ustaları Alekhine, Tal ve Fisher olarak sıralanıyor. Bilmiyorum önemli bir tesadüf mü ama Alekhine ve Tal’ın tüm zamanların en önemli satranç şampiyonları olduğu fikri bende 14 yaşımdan beri yerleşmiş bir şey. O yaşlarda her yaz Kıbrıs’a anneannemin yanına giderdim, tatil için ve bir seferinde orada, henüz üniversitede öğrenci olan Ulus Baker ile tanışmıştım. Hemen her konuda son derece yetkin ve deli dolu bir gençti. Çantasında kalın kalın Rusça satranç kitapları olurdu ve ne zaman elime alıp bir partiyi sorsam ezbere tüm hamleleri sıralardı. Yanılmıyorsam o yaşta bile IGM ünvanı vardı, bana imzaladığı bir satranç kitabına imzasının yanına böyle yazmıştı. Bana satrancı sevdirmiş, Alekhine (Alyohin derdi o, mükemmel telaffuzuyla) ve Tal’ın sayısız hikâyesini anlatmıştı. Nereden nereye… Sorum şu (alakasız gelecek belki ama), Ulus Baker’i tanır mıydın, hiç yollarınız kesişmiş miydi?
Seni duygulandırdığım için özür dilerim öncelikle :)
Hayır, Ulus Baker’i şahsen tanımadım fakat efsanesine elbette yetiştim. Öğrencilerinin arasından arkadaşlarım oldu. Onlar bana çok anlattılar kendisini. İnsanlar üzerinde yarattığı etkiyi, o arkadaşlarım üzerinden gayet iyi biliyorum.
Onu merak edip araştırdım. Onun kafa yorduğu şeylerin bazıları üzerine ben de aklım kestiğince düşünmeye çalıştım. Hiç tanımadığım bir insanla bu kadar çok vakit geçirmiş olduğumu görünce, ben de şaşırıyorum şimdi :)
- Bergman yarım yüzyıl önce ‘ölüm’ ile satranç oynatmıştı “7. Mühür”deki şövalyeye. Sen de Selman Bulut’a Allah ile satranç oynatıyorsun (en azından be onun Allah olduğunu düşünmek istedim, belki de başka bir şey vardı aklında; hatta Azrail de olabilir ama Bergman zaten onu yapmıştı) ve üstelik kazanıyor da Selman. Mat ediyor rakibini.. Bundan ne çıkarmalıyız, sende özel bir karşılığı var mı bunun?
Okurların -ve öncesinde seyircilerin- birçoğu da, Sayın Bulut’un satranç oynadığı kişinin kimliği üzerine tahminde bulundular. Bununla epey de eğlendiler sanıyorum. Bu beni de çok keyiflendiriyor.
Karakterin bir imam olması, yani tabirci caizse ‘yukarısıyla’ doğal bir ilişkisinin bulunması, satranç oynadığı kişinin Allah ya da Azrail olduğunun düşünülmesini kolaylaştırıyor elbette. Ama gerçekten böyle olsaydı, o zaman bizim hikayemizin de fantastik bir hikaye olması gerekirdi. Oysa değil. Selman Bulut’un satranç oynadığı ‘gerçek’ bir kişi var elbette. Ama onun kimliğinin ne zaman ortaya çıkacağını ben de bilemiyorum.
- Bilinen ünlü bir parti mi oynadıkları, yoksa sadece bu roman için senin yarattığın bir oyun mu?
Ben bir satranç oyuncusu değilim. Satranç oynama fikri beni cezbediyor fakat hayatımda hiç satranç oynamadım. Temel kuralları biliyorum, hatta zaman zaman kitaplardan ya da internet üzerinden oyunlar da inceliyorum. Fakat bir oyun kuracak kadar vakıf değilim meseleye. Kitaptaki oyunu benim için öğrencilerim Muhammet ve Ecem tasarladılar. Ve anladığım kadarıyla epey de ince çalıştılar bu işe. Buradan onlara bir kere daha teşekkür etmiş olayım.
- “İtirazım Var”daki karakterlerin bir kısmı burada da karşımıza çıkıyor. Ben polisiye bir roman okumuş olmaktan çok memnunum doğrusu ama yine de merak ettim, neden film değil de romanda devam etti Selman Bulut’un maceraları?
Aslında “Hesabım Var”ın senaryosu hazırdı. Şu anda benim de hatırlamadığım bir boşlukta yazmıştım senaryoyu. Hatta onu filme çekmek için büyük bir şirketle son aşamaya kadar da gelmiştik. Sonra olmadı. Piyasanın malum koşulları işte.
“Hesabım Var”ın senaryosunu bir polisiye romana çevirmek, hatta devamında mümkünse buradan bir polisiye seri çıkartmak kafamda vardı zaten. Pandeminin başında baktım ki bu evde kalma işi uzayacak; oturdum senaryoya baka baka yazdım romanı.
- “Hesabım Var”ın filmi de gelir mi peki?
Olabilir tabi… Senaryo orada duruyor sonuçta…
- Aslında şunu da düşündüm okurken, film değil de belki 8-10 bölümlük çok güzel bir dizi olur… Ne dersin?
Bunu da düşünüyoruz, evet. Dur bakalım ne olacak…
- Şu ev kirası meselesi çok acayip gerçekten. Selman Bulut’un inanç dünyasında önemli bir yeri var. Nedir sence bu ev kirasından çektiği insanoğlunun?
Ev kirası, insanın insana zulmünün en saf halidir. Kendi seçimimizle gelmediğimiz bu gezegende ayakta kalabilmek için, türdeşlerimize boyun eğmemiz gerektiği fikrini meşrulaştıran en rezil uygulamadır. Sağcılığın doğduğu, solculuğun da öldüğü yerdir ev kirası. Öyledir, çünkü sermayeyle ilişkisi doğrudandır. Ve öyledir, çünkü direnç kırar.
Dünyanın herhangi bir yerinde, kendisine devlet diyen herhangi bir organizasyonun, vatandaşına bilabedel ve eşit koşullarda barınak sağlayamaması, acıklıdır, utanç vericidir.
‘Bana bir ev bile veremiyorsan, bu neyin artistliğidir?’ diye sorarlar adama. Neyse ki sormuyorlar :)
- Ama en azından senin bu dertten kurtulduğunu düşünüyorum.
Hayır, kurtulmuş değilim. Benim bir evim yok. Sonsuza kadar da kiracı olarak kalacakmışım gibi duruyor.
- Şunu itiraf edeyim, romanda kullandığın ‘Ya da onun gibi bir şey’ kalıbı okuduğum en etkili klişe kullanımlarından biri olmuş. Farklı versiyonlarıyla birkaç defa çıkıyor karşımıza ve her seferinde de yumruk gibi oturuyor insanın böğrüne. Ama bu sanki senin gündelik hayatında da kullanmayı sevdiğin kalıplardan sanki, değil mi?
Romanda bu kalıbı, olası dramatik, hatta giderek romantik etkiyi kırmak için kullandım. Sonuçta bir polisiye metnin içindeyiz ve rasyonelle olan bağlantımız mümkün mertebe zedelenmemeli. Bu hem okur için, hem de romanı yazan için böyle olmalı. Haddinden fazla duygusallık, polisiyenin ruhuna zarar verebilir.
Ben de romanın yazarı olarak, kendimi karaktere ve onun iç dünyasına fazla kaptırdığımı hissettiğimde, bu histen kurtulmak için bu tür yollara başvurdum. Yani ‘Evet, yaşamak çok zor ve duygu yüklü bir şey ama duygulara kapılıp gidersek düşünme kabiliyetimizi de kaybedebiliriz’ gibi…
Sinemada da benzer şeyleri yaparım zaman zaman. Mesela filmin müziğinin filmi ele geçirmeye başladığı noktayı hissettiğimde tak diye keserim müziği. O, seyircide bir irkilme yaratır. Arada irkilmeliyiz ki, yaşadığımızı anlayalım…
- Selman Bulut “ülkesinin adalet sistemine olan inancını tamamen yitirmiş” biri. Yitirmemiş biri kaldı mı diye sorayım mı?
Bana sorma :)
- Yine romanda Şeyh Davut’un konuşmasında Dostoyevski’den alıntı yaptığını ama “kalabalıktaki hiç kimse bunu anlayamayacağı için, söz konusu şeye alıntıdan ziyade çalıntı demek belki daha doğruydu” diye düşündüğünü görüyoruz Selman’ın. Çok doğru bir tez ama bunun bir yandan da senin yazdığın bir kitapta yer alışı ironik… Senin filmlerinde yer alan alıntılara karşı temkinli yaklaşmayı öğrendik artık. Okuru/izleyiciyi (bir anlamda hakemi?) yanıltmaya yönelik bu hareketlere ne demeli?
Bizim dönemimizin ilkokul kitaplarının ünite sonlarında ‘Biraz Da Gülelim’ adında bir bölüm vardı, hatırlarsın. İşte bunlar, onlar. Biraz da gülelim… Bundan kimseye zarar gelmez…
Ama galiba bundan zarar görenler oluyor. Sinemayı -ki aslında kendini- haddinden ziyade ciddiye alan bir ekip var. Onlar, bu ‘Biraz Da Gülelim’ kısımlarına eni konu alınıyorlar. Halbuki eğlenmek bizim de hakkımız değil mi?
Ben “Manyak” adında bir film çektim mesela. Bir “Gerçek Kesit” uyarlamasıydı bu. Senaryoyu özellikle Cahit Abi’nin yazmasını istedim. Cahit Kaşıkçılar, biliyorsun “Gerçek Kesit” serisinde Sarı Bıyık adıyla ünlenen bir oyuncu. O serinin birçok bölümünü de bizzat kendisi yazmış. Onun yazdığı ve mümkün olduğu kadar onların koşullarıyla çekilen bir film yapmak istedim [Gerçi o da tam olmadı. Onlar 2 günde bir bölümü çekiyorlarmış. Biz filmi 4 gün günde bitirebildik].
Bu mesela, tamamen bir Biraz Da Gülelim eylemiydi. Hep beraber, hepimizin çok sevdiği kült bir diziyi, o ekibin kendisiyle yapmak, kusura bakmayın ama çok az insana nasip olabilecek bir şey.
Fakat bu kadar mutluluğu bize çok gördüler. “Manyak” adlı filmi “Psycho” ile kıyaslayıp burun kıvıran mı ararsın? Senaryo boşluklarına kafayı takan dramaturgi mütehassıslarından inciler mi istersin? Bu yaptığımız şeyi sinema sanatına saygısızlık olarak görenleri mi sorarsın?
Yahu sinema dediğin şeyin ruhu, bir tane filmle zedeleniyorsa, dönüp inandığın şeye bir daha bak o zaman… Benim eğlencemin içine etmeye niye uğraşıyorsun? Git bir köşede kendi kendine somurtarak delir. Biz eğleniyoruz. Yıkıl git.
- Romanı okuyunca dine dair ilgin, bilgin ve fikirlerin net bir şekilde görünüyor. Dinin bu kadar hayatımızın her alanına sokulmaya çalışılması sende nasıl bir duygu yaratıyor? Özellikle Aya Sofya hadisesinin yaşandığı günlerde?
Dinin hayatımızın her alanına bu şekilde sokulması, yeni bir şey değil. Bu durum, en iyi ihtimalle, buğday tohumunun ehlileştirilip kontrollü şekilde üretilmesiyle başladı. O üretilen buğdayın depolanması, o deponun birileri tarafından korunması ve onu koruyacak kişilerin de bizzat Tanrı tarafından kutsanması gerekti. Sonrasındaki birkaç bin seneyi de hepimiz biliyoruz işte…
Bugün Türkiye’de bütün bu sürecin çok özel koşullarını yaşıyoruz. Fakat telaşa mahal yok. Yirmili yaşlarımın başında uydurduğum bir vecizemi tekrarlayarak herkesi rahatlatmak isterim: ‘Logos laiktir.’
Son yaşanan Ayasofya tartışmaları sırasında da, zihnimde sürekli Kemal Tahir’in Yorgun Savaşçı romanı döndü durdu. Ben bu kadarını söyleyeyim. Meraklısı araştırsın…
- Yine kitaptaki olaylardan hareketle bir soru: Din uyuşturur mu?
Din, şaşırtır. O andan sonrası sana kalmış.
- Türkiye’de bir İslamofobi var mı sence? Varsa nasıl tezahür ediyor bu ve neden?
Türkiye’de şu anda Devlet eliyle dayatılan İslam, Sünniliğin özel bir yorumudur. Binlerce insanın ortaya attığı binlerce din yorumundan sadece biri. Bunun tek hakikat olarak öne sürülmesi, kendisini Müslüman olarak tanımlayan birçok insanın kalbini kırıyor bence. Türkiye Müslümanlarının iktidarla aynı tarafta olmayan kısmının sorunu o: kalpleri kırıldı. Bu şartlar içinde o kalbin bir daha yapışması da zor görünüyor.
Kendisini Müslüman olarak tanımlamadığı halde İslam’ın kendisiyle derdi olmayan insanlar da, benim görebildiğim kadarıyla, şartlardan dolayı doğrudan İslam’ın karşısında cephelendiler. Entelektüel olarak değil ama sosyolojik olarak buna da gerek yoktu mesela. Çünkü bu toprakların ateistinin de doğrudan İslam nefretiyle dolup taştığını düşünmüyorum. Hani Zizek ‘Ben Hıristiyan bir ateistim’ der ya. Onun gibi... Yani dine inanmayanlar da kültürel olarak bu yapının içinde yuvarlanıp gitmekle çok sorun yaşamıyorlardı. Ama iktidarın önerdiği İslam yorumu, Müslüman hissedenlerin kalbini kırdığı gibi ateistlerin de kalbini kırdı.
Sonuçta ortada kalbi kırık, kafası karışık milyonlarca insan var. Ve işin tuhafı, galiba bu insanların bir kısmı da İmam Hatip Liselerinde okuyor.
Eh, kim soktuysa o çıkarsın…
- Tarikatların şimdiki durumunu ve devletle ilişkilerini nasıl yorumlarsın?
Bayım, bu soruyu Mevlana Celaleddin-i Rûmi’ye sormalısınız.
- Stand-up comedy gösterini Antalya’da izlemiştim. Çok da gülüp eğlendiğimi hatırlıyorum. O işe bulaşmak nasıl oldu?
Şuursuzluk, özel bir hayatta kalma biçimidir. Ve ben bu konuda tahminlerin ötesinde başarılı bir kimseyim. Aklı başında hiçbir insan, kendini durup dururken öyle bir işin içine atmaz. Pandemi sırasında, ortalık biraz sakinleyince, bilhassa düşündüm bunu. ‘Naapmışım lan ben öyle?’ dedim kendi kendime. Ama sonra durur muyum, yapıştırdım cevabı: ‘Lan iyi ki de yapmışım…’
- İstanbul Film Festivali’nde ulusal yarışma bünyesinde gösterilen Topal Şükran’ın Maceraları diyalogsuz bir film. Bu yönüyle pek benzeri olamayan bir film olmuş. Bu fikrin arkasında ne var, nasıl doğdu bu düşünce?
Çok basit oldu. Ben bir hikayenin peşine düşüp, hikayeyi senaryo için madde madde sıralamıştım. Sonra yazmaya başladım. Dört beş sayfa yazdıktan sonra fark ettim ki hiç diyalog yok senaryoda. Dur dedim şunu diyalogsuz yazayım. Başa dönüp hikayeye bir daha çalıştım ve tamamını o şekilde yazdığımda diyalogsuz bir senaryo çıktı ortaya.
- Tek kolunu arkada bağlayıp dövüşen boksörler gibi oluyor biraz, diyalogsuz film çekmek. Ya da Georges Perec’in ’e’ harfini hiç kullanmadan roman yazması gibi.. Buna benzer başka deneysel fikirler var mı yakın gelecekte yapmak istediğin?
Maalesef var :)