“Onlar gitti ben ve Akayaka öksüz kaldı”

Çocukluğunda annesi tarafından “Komünistler gelip seni kapacak” diye korkutulan Hamdi Yücel Gürsoy, Eskişehir Cezaevi’nden Bursa Cezaevi’ne nakledilirken çocuklarla birlikte ürkerek izlemeye gittiği Nazım Hikmet’in mahpusane arkadaşı ve yoldaşı Nail V. Çakırhan’ın yıllar sonra en yakın dostu olmuş. Gürsoy, Muğla’nın tanınmış bir iş insanı olmasına karşın çevresi ve dostları Türkiye’nin bir dönemine damga vurmuş sol, sosyalist kimlikli aydınlarından oluşmuş. Nail V. Çakırhan, Halet Çambel, Oktay Akbal, İlhan Selçuk ve Bedia Akarsu ile yaz aylarındaında onları buluşturan kişi olan Gürsoy, “Onlar gidince ben çok yalnız, öksüz gibi kaldım” diyor.

Miyase İlknur-Cumhuriyet Pazar

Hamdi Yücel Gürsoy

"Hamdi Yücel Gürsoy da kimmiş?” diyerek internet ortamında kısa bir gezinti yaptığınızda karşınıza Muğla’da hastanesi, Akyaka’da oteli ve kereste fabrikası olan bir işinsanı portresi çıkar karşınıza. İşinsanı olmanın yanında futbolcu ve Muğlaspor Başkanlığı nedeniyle spor camiasında da bilinen bir isimdir. Ama bizim onunla söyleşi yapmamızın gerekçesi, ne onu başarılı bir işinsanı olarak tanıtmak ne de sporculuk ve spor yöneticiliği geçmişiydi. Kuşkusuz bu alanlarda da yaptıkları, ettikleri kayde değer işler. Ancak Hamdi Yücel Gürsoy’un en kayda değer yönü, onun Türkiye’nin bir dönemine damga vurmuş aydınları ile dostluğu ve yaz aylarında herkesin tanışmak, birkaç kelam etmek için imza günlerini ya da panellerini beklediği bu isimlerle çoğunlukla Akyaka sahilindeki otelinin terasında ya da Azmakbaşı’ndaki meyhanelerde kurulan sofralarda onlarla tadına doyulmaz muhabbetlerin değişmez konuğu olmasıdır. Akyaka denilince ilk akla gelen kişi elbette Nail V. Çakırhan ve eşi Halet Çambel’dir. Hamdi Yücel Gürsoy’u diğer dostlarla tanıştıran ve o dünyanın kapısını aralayan da Nail V. Çakırhan’ır aslında. Nail. V. Çakırhan’la tanışması hayli eski olan Hamdi Yücel Gürsoy’un, ilk başlarda “komünist” diye ürktüğü Çakırhan, ona hem Akyaka sahilinde eşsiz mimarisiyle güzel bir otel sonra da bir ömür sürecek dostlar kazandırmıştır.

Önce Çakırhan veda etti

Artık yaz aylarında kurulan o sofraya önce 2008 yılında Nail V. Çakırhan veda etti, üç yıl sonra da İlhan Selçuk. Onu üç yıl sonra Halet Çambel izledi. Sanki sıraya girmişlerdi o sofranın daimi üyeleri. Halet Çambel’i uğralayalı bir yıl olmuştu ki bu kez Oktay Akbal veda etti. Prof.Dr. Bedia Akarsu da Akbal’ın bir yıl sonrasında gidiverdi. O yaz sofralarının daimi konukları gidince geçici konukları da uğramaz oldu artık Akyaka’ya. Hamdi Yücel Gürsoy, bir başına yapayalnız kalmıştı. Oktay Akbal’ı 96.doğum gününde anmak için gittiğimiz Akyaka’da yine aynı terasta buluştuğumuz Hamdi Yücel Gürsoy, “Çok yalnız kaldım. Eskiden yaz ayları gelsin de bu dostlarımla yine biraraya gelelim diye günleri sayarken şimdi yaz gelsin istemiyorum. Buraya tek başına gelip oturduğumda anılar beynimde uçuşuyor. İşte şu masa, diyorum, Nail Abi hep orda içerdi öğlen kahvesini. İlhan Abi ile Oktay Abi akşam rakılarını şu masada yudumlardı diye iç çekiyorum” diyerek anlatıyor hüznünü. Peki, tamamı komünizm ya da sosyalizm propagandası yapmaktan yargılanmış, bazıları tutuklanmış isimler nasıl olur da bir iş insanıyla bu denli ahbap olurlardı ya da bir iş insanı bu tescilli solcularda ne bulmuştu da günlerini onlarla geçiriyordu diye düşünmeden edemiyor insan. Bunun öyküsünü anlatmak için oldukça geriye, çocukluğuna döndük birlikte.

 Çene aşağı çene yukarı!

Hamdi Bey, 1940’da Tokat’ta bir memur çocuğu olarak dünyaya gelir. İlkokulda iken annesi ince hastalığa yakalanır. Babası Cezaevi Müdürü olmasına karşın imkanları kısıtlıdır. Tokat’ta Cumhuriyet savcısı olarak görev yapan Zülfü Livaneli’nin babası Mustafa Livanelioğlu Eskişehir’e tayini çıkınca, çok sevdiği bu Cezaevi Müdürü’ne mektup yazarak “Eskişehir’de çok iyi hastaneler var. Sen de Eskişehir’e tayin isteğinde bulun. Eşini burda daha iyi koşullarda tedavi ettirebiliriz” deyince Gürsoy ailesi yollara düşmüş. Eskişehir’e geldiklerinde küçük Hamdi’yi o zamanlar yeni yapılan Yunus Emre İlkokulu’da kaydetmişler. İlk ders günü doğal olarak öğretmen ve arkadaşlarıyla tanışma faslıyla başlamış. Öğretmen nereden geldiklerini, babasının ne iş yaptığını sorduktan sonra nerde oturduklarına sıra gelmiş. Tokat’tan gelen Hamdi. O yörenin aksanıyla başlar evini tarif etmeye: “Öğretmenim şu çeneyi döndükten sonra...” diye başladım sınıfta toplu bir kahkaha. Öğretmen, arkadaşlarıma “Çocuklar Anadolu’a köşeye çene derler” diye susturdu. Ama benim lakabım ‘çene’ kalıp gitti. ‘Çene geldi’, ‘ çene gitti’ böyle sürüp gidiyor. Özgüveni zayıf bir çocuktum. Okula gitmek istemiyorum. Babam zorla okula göndermek istiyor, ben ise hergün bir mazeret uyduruyorum. O yıl sınıf bitti tatil başladı. Babam, ‘oğlum sen artık büyüdün biraz bir şeyler yap’ dedi. Babam bir gün sabah beni yanına aldı, Eskişehir haline gittik. Halde bir hamal tuttu ve sırtına bir kasa domates koydu. Domatesle birlikte biz pazar yerine geldik. Orda herhalde tanıdığı bir yaşlı pazarcı vardı. Beni ona emanet etti ve bana ‘Oğlum paraya ihtiyacımız var bu domatesleri sat’ dedi. Bana bir simit alıp verdikten sonra çekip gitti. Ben simitle oynamaya başladım. Derken pazar yeri açıldı. Her satıcı bağırıyor ‘Kabak, patlıcan, biber!’ diye. Babamın beni emanet ettiği yaşlı pazarcı ‘Oğlum sen de domates var, diye bağırsana’ diyor ama ben içimden bağırıyorum ve kimse beni duymuyor. Akşam üstüne doğru pazar biraz sakinleşti. Domatesler orda duruyor, babamın hayali karşımda... ‘Ne yapmam lazım?’ diye bir düşünce aldı beni. İşte o zaman, avazım çıktığı kadar “domates, domates!” diye bağırmaya başladım. Bu cayırtıyı duyan kadınlar toplandı ve beş dakika içinde benim domatesler bitti. Parayı koyacak yer bulamıyorum. Ben akşam eve kahraman gibi geldim. Parayı babama verdim. Babam, ‘Bu yaz sen pazarda domates satacaksın, ne lazımsa onları satacaksın’ dedi. Ben o yaz pazaryerinin yıldızı oldum. Birçok tecrübeli pazarcılar mallarını satamadıklarına bana getirirler. ‘Aman oğlum bir bağırıver sat şunları’ derlerdi. Bu pazarcılık deneyimi bana müthiş bir özgüven kazandırdı. Bana ‘çene’ diyen çocuklara haddini bildirmeye başladım. Bu bir yerde iyi bir yerde kötü oldu. Artık ben hep liderliğe oynamaya başladım. Okulda hiçbir zaman başarılı olamadım.”

Nazım Hikmet’le karşılaşması

1950’li yıllarda “komünizm” kelimesi halk arasında insanüstü bir yaratık çağrışımı yapardı. Küçük Hamdi’yi de yaramazlık yaptığında annesi, “Komünistler seni alıp götürecek” diye korkuturmuş. O yaşına kadar hiç komünist görmeyen Hamdi’nin, Türkiye’nin en ünlü komünisti ayağına kadar gelmesin mi? Cezaevi müdürü olan babası bir akşam sıkıntılı bir şekilde eve gelir ve başlar eşiyle dertleşmeye. “Hapisaneye bir mahkum getirildi. Çok ünlü biriymiş. Bunu hücreye atmamı istiyorlar. Hapisanede bir kabahatii olmadı nasıl atayım hücreye.” O ünlü komünist Nazım Hikmet’ten başkası değildir. Çok kısa bir süre sonra Nazım Hikmet’i Bursa Cezaevine nakil kararı gelir. Bir gün sokakta “komünist geliyor” diye bir feveran başlayınca diğer çocuklar gibi Hamdi de o komünisti seyrana çıkar. Tozlu yollardan mavi çizgili elbiseler içinde eli kelepçeli bir adam jandarmaların kolunda yürüyor. Hamdi ve diğer çocuklar da merakla inceliyorlar, komünistler nasıl oluyormuş diye. Onun Nazım Hikmet olduğunu o gün bilmiyor tabii. Yıllar sonra babasıyla o anıyı konuşunca öğreniyor Nazım Hikmet olduğunu. Yıllar sonra Akyaka’da Nazım’ın yoldaşı ve mahpusane arkadaşı Nail V. Çakırhan’la tanışıp ömür boyu dost olacaklarını iblmediği gibi.

Futboldan iş dünyasına

Hamdi Yücel Gürsoy, İlhan Selçuk ve Coşkun Özdemir'le birlikte...

Gürsoy,  küçük yaşta annesini kaybeder. Okulda da bir türlü dikiş tutturamaz. Kendisini topa vermiştir. Futbol onun sığınağı olmuştur. 1954 yılında Antalya’ya tayini çıkar babasının. Oğlunun haytalığını gören babası, artık onun okumayacağına kani olmuştur. O zamanlar köy gibi olan Antalya’da ne gider diye küçük bir araştırmadan sonra oğluna mobilyacı dükkanı açmaya karar verir. O dönem Antalya’sının tek mobilyacı dükkanı olma hüvviyetinde olmasına karşın dükkan işlemez ve futbol sahalarında top peşinde koşan Hamdi’nin, mobilyacı dükkanı da bir süre sonra topu diker. Hamdi Yücel Gürsoy’a yeniden okul yolu görülmüştür. Babası liseye yazdırır ama her sınıfı çift dikiş giden Hamdi, sonunda ite kaka liseyi bitirir. Onun gözü ne okulda ne iştedir. Varsa yoksa futbol. Konu futbola gelince tevazuyu elden bırakıyor Hamdi Bey: “Okulu zar zor bitirdim ama bu arada iyi futbol oynamaya başlamıştım. Profesyonel futbolcu lisansım vardı. Bana para veriyorlardı. O küçücük yaşlarda gittiğim takımlarda kaptan oluyordum. Ama tabii Anadolu olduğu için İstanbul takımlarının beni keşfetme gibi bir durumu yoktu. İstanbul’da olsaydım belki büyük takımlarda oynayabilirdim.” 1959 senesinde Muğla’ya çıkar babasının tayini. Muğla’da futbolculuktan iş insanlığına geçiş öyküsünü şöyle anlatıyor Hamdi Yücel Gürsoy: “Muğla çok küçük bir yer. Antalya’daki gibi otel burda da yok. Bir iki ay bir handa kaldık. Trenle eşyaların aktarmalı gelişi bir iki ay sürerdi. Bizim de eşyamız Aydın’a geldi önce. Bir ay sonra da Muğla’ya geldi. Ben lise sondaydım. Arkadaşlardan hayli yaşlıydım. Sınıfta çok kaldığım için hem yaşlı hem tecrübeliydim. Futbol takımına girdim. Muğla Gençlik Klübü’nde futbola başlayınca iki üç ay içinde tanınmış oldum. Liseden sonra Orman Dairesi’nde işe başladım. Orman Dairesi’nde çok iyi yazı yazar, iyi resim yapar ve on parmak daktilo yazardım. O zamanlar on parmak daktilo yazmak çok önemli bir avantajdı. Orman Dairesi’nde de yol planlamada çalıştım. Bu bölgedeki dağların yol planları çoğunlukla benim elimden geçmiştir. Babam bir gün, “Oğlum bu memlekette oduncu yok , oduncu. Gel sana bir oduncu dükkanı açalım” dediğinde itiraz ettim. ‘Baba ben futbolcuyum. Sokağa çıktığımda kızlar arkamdan geliyor. Ben oduncu olursam fiyakam bozulur” dedim. Babam itirazlarımı dinlemeyip benim adıma oduncu dükkanını açtı. Bir tane usta ile beraber. Benim odun dükkanına gidip geldiğim yok. Ben yine topun peşimdeyim, ormanda memur havalarında. Babamın görüşü ise memurluktan bir şey olmayacağıydı. Ne uzanır ne kısalır misali. Biz de pek dinlemiyoruz tabii. Bir gün babam beni oduncu dükkanına akşam hasılatı almam için gönderdi. Oduncu dükkanına gittim hasılatı aldım 360 lira. Oysa ben memurlukta bir ay çalışıyorum 180 lira alıyorum. Hesabı alınca aklım gitti. Sanki o paranın hepsi bizimmiş gibi. Parayı getirip babama verdim. Ertesi gün yine beni hasılatı almaya gönderdi. Bu kez 550 lira civarında bir parayı alıp getirdim. Fakat ben gidince usta benim gelmemden pek memnun olmadı. Bunu da hissettim. Ertesi gün öğlen vakti orman dairesinden çıktıp oduncu dükkanına gittim. Daha sonra bir daha memuriyet işine gitmedim ve böylece odunculuğa başladık. Bir hızar makinası var. Dağdan kamyonla odun geliyor. Biz hızar makinasında parçalayıp satıyoruz. Muğla’da öyle bir olay oldu ki, 21 tane at arabası vardı ve 21 tane at arabası bizim atelyenin önünde dururdu. Bütün Muğla halkı odununu bizden temin ederdi. Eskiden katırlarla dağdan getirilirmiş. Yarıcılarla kesi için anlaşılırmış. Şimdi hazır odun dükkanı olunca halka da çok cazip geldi. Biz yetiştiremez olduk. Babama kamyon almak için bastırıyorum. O ise ‘ne gerek var’ diyor. Aldık eski bir kamyon. Başladık kamyonla odun getirmeye. Geceleyin 03.00’te kalkıyorum, kamyon şöförüyle birlikte dağa oduna gidiyorum. Bu yörede bilmediğim dağ yoktur onun için. Sabah 10.00 gibi dükkana geliyoruz ve bir yandan odunu indirip, diğer yandan kesip satıyoruz. Bir kamyon yetmez oldu, ikinci kamyon almamız gerek. Ama babam benim askere gitmemi öne sürüp engel oluyor. ‘Sen askere gidersen ikinci kamyonun parasını nasıl ödeyeceğiz’ diyor haklı olarak. “Sen al ben hepsini ödeyeceğim” dedim. İkinci kamyonu da aldık ve altı ay içinde onun borcunu ödeyip askere gittim.” Askerlikten sonra kereste işini geliştirir. O tarihte Muğla’da keresteci olmaması nedeniyle işleri iyi gider. Kereste işini tutturunca sadece Muğla’ya değil İstanbul dahil bir çok vilayete kereste satmaktadır artık. Bir süre sonra da Muğla’nın ilk ihracat yapan iş insanı olur. Başlangıçta küçük olan kereste atelyesi bugün hala oğullarının yönettiği koca bir kereste fabrikasına dönüşür yıllar içinde. Sporculuk hayatı da bir evrim geçirir ve sermaye sahibi olunca Muğlaspor’un Başkanlık koltuğunda bulur kendisini. Artık hem futbolcu hep klüp yöneticisidir.

Nail Çakırhan’la tanışma

Bir gün kereste dükkanına saçı sakalı birbirine karışmış bir yaşlı adam gelir yanında da ustasıyla birlikte. İşçilerden birini çağırıp sorar “Bu üstü başı perişan, pejmürde adam kim?” diye. Çünkü o pejmürde kılıklı adam her geldiğinde bir dünya kereste alıyor ve parasını da nakit olarak ödüyor. Ne veresiye istiyor ne senet veriyor. İşçi bir süre sonra gelir, “Bu adam Ulalı komünist dayıyımış” der. Komünist lafı irkilmesine ve korkmasına yetip de artmıştır Hamdi Yücel Gürsoy’un. “Aman benimle görüştürmeyin uzak tutun benden” der . İhracat yaptığı için her gün Gökova Körfezi’nde gemilere kereste yüklemek için gelen Gürsoy, bir gün çorba içecek bir yer aramaya başlar ve Akyaka tepelerinde Balıkçı Pala’nın dükkanına doğru yollanır. İçeri girdiğinde bir masada demlenen üç kişiden biri onun dükkanına her hafta gelen işçi kılıklı Nail Çakırhan olmasın mı? Diğer iki kişi de Hamdi Gürsoy’un yakından tadığığı Muğla eşrafındandır. Masaya davet ederler. Ama Hamdi Gürsoy, “Ulalı Komünist Dayı” Nail Çakırhan’ın olduğu masaya oturmak istemez. Israr üzerine ısrar ve sonunda çekinerek oturur masaya. Gerisini kendisinden dinleyelim: “Onlar zorlayınca oturduk Nail Çakırhan’ın yanına. Biz de başladık içmeye. Ha babam de babam muhabbet güzel. Nail Çakırhan az konuşuyor. Ama dikkatimi çekti az konuşması. Ertesi gün yine aynı yere yemeğe gitttim. Sanki sofra hiç bozulmamış, bu üçü yine oturmuş demleniyor. Bu kez daha rahat oturdum. Üçüncü, dördüncü buluşmadan sonra bir gün geldiğimde Nail Çakırhan tek başına oturmuş öğlen rakısını içiyor. ‘Buyur’ edince gidip oturduk. Birlikte içip sohbete başladım. O sırada Çiftçi Hasan diye bir tanıdık geldi. Hasan dedi ki, ‘Nail Bey senin dostların, arkadaşların gelmiş, seni görmek istiyorlar.’ Cennet Restaurant diye yeni bir yer açılmış. Epey ileride. Nail Bey’i arabayla restaurant’a götürdüm. Restaurantın önünde iki tane büyük otobüs var. O zamanlar yolu bile olmayan Akyaka’ya otobüs falan girmezdi. Nail Abi ile birlikte indik. İçeri girince ‘Nail Bey geldi, Nail Bey geldi’ diye bir vaveyla koptu. Herkes masalardan kalkıp sıraya girmeye başladı. Bir tanesi öne çıktı ve ‘Ben Ege Üniversitesi Rektörü Rafet Saygılı. Zatıalinizle sırf tanışmak için otobüsün güzergahını çevirdik. Evinize gittik sizi bulamadık. Bu arkadaş bulurum deyince buraya gelip size haber ettik’ diye kendisini tanıttı. Bir süre profesör Nail Bey’in önnde saygıyla eğilerek kendini tanıtıyor. Gelenler arasında benim İzmir’deki kalp doktorum da var. Ben o hocadan erken randevu almak çin sekreterine rüşvatler veriyorum. O hoca ise benim rakı içtiğim ve hiç önemsemediğim adamı görmek için Akyaka’ya geliyor. O andan itibaren Nail Çakırhan’a farklı davranmaya başladım. Eskiden patron gibi davranıyordum. Yıl 1982 galiba. Ondan sonra biz Nail Çakırhan’la sık sık buluşmaya başladık.”

Yücelen Otel doğuyor

Bir gün ben Köyceğiz’e bir ihaleye girmek için giden Gürsoy, dönüşte Akyaka’nın tepesinde dört yol ağzındaki meyhanede demlenirken adamın biri çıkagelir. “Ben yaza kadar iki üç yüz tane bungalov yaptıracağım” diyerek bungalovları yapıp yapamayacağını sorar. Hamdi Bey, “Yaparız” deyince adam bir miktar kaporu verip ayrılır. Fabrikada 150 tane bunglovu bitirince malı teslim etmek için adamın Bodrum Bitez’deki tesislerinin yolunu tutar. Bitez’e vardığında haciz memurları tesise gelmiş ne var ne yoksa el koyduğunu görer. “Eyvah! Şimdi bu bungalovlara da el koyarlar” diyerek gerisin geri döner. Hamdi Yüzel Gürsoy’u “Ben bu 150 bungalovu ne yapacağım” diye alır bir merak. Yolda uğradığım arkadaşına halimi anlatırken, “Yahu ne düşünüyorsun bunlalovları ne yaparım, diye. Git Akaya’da araziler ucuz. Oradan bir yer al koy bungalovları” diye akıl verir arkadaşı. Kamyonla Akyaka’ya gelen Gürsoy, tanıdığı bir kahvede arazi almak için kahveciyle konuşurken okey oynayan insanların hemen hepsi ayağa kalkarak “Benim iyi yerde arazim var” diyerek başına üşüşür. Kahveci Nuri, sonunda biri ile pazarlık yaparı ve bin liraya bugün otelin lobisinin bulunduğu alanı satın almak için anlaştırlar. Ertesi gün adam fabrikaya gelir ve arazi için tapuya gideceklerini anımsatır. Oysa Hamdi Bey akşamki arazi pazarlığını çoktan unutmuştur. Ama zar zor hatırlasa da tapuya giderek araziyi üstüne alır. İlk hafta sonu da ailenin tümünü alarak gerine gerine Akyaka’da aldığı araziyi göstermeye götürür. O yıllarda Akyaka’da sahile inen yol olmadığı için kamyonu yukarıda bırakıp yaya olarak sahile indiklerinde babası, “Yahu burası bataklık. Hangi akla hizmetle aldın burayı. Adam buraya para verir mi çocuğum” diye fırçayı kayar. “Ya akşam aldık işte” diye cevap verir ama kendisi de bu bataklığı nasıl adam edeceği konusunda endişelidir. Tek güvendiği Akyaka’da inşaatlar yapan Nail Çakırhan’dır. “Şimdi Nail Abi ile de tanışıyoruz ya. Nail Abi’ye sahilde bir yer aldığımı söyleyince tarif etmemi istedi. Yeri tarif ettiğimde ‘aa benim evin orası’ dedi gülerek. ‘Gidip bakalım dedi. Ben de ustalar getirdim. Arazideki otları biçiyor, tepeleri falan kazıp düzeltiyorlar. Nail Abi, geldi baktı. ‘Ne yapmayı düşünüyorsun burayı’ diye sordu. ‘Valla aslında bilmiyorum. Elimde bungalovlar var, onları getirip koyacağım’ diye cevap verdim. ‘O zaman şuralarıı şöyle düzelt’ dedi. Tarif etti, biz düzeltmeye başladık. Birkaç saat sonra bir daha geldi. Nail Abi bana ‘Ustan burda mı?’ diye sordu. Ustayı çağırdık. Nail Abi bir çimento torbasının kağıdını aldı eline, noktalar koydu ve ‘bu noktalara birer direk dik. Araları iki üç metre olsun, araları böyle olsun, direkleri dik ve bana haber ver’ dedi. Biz direkleri dikip haber verdik. ‘Bunları böyle bağla’ dedi. Her seferinde gelip anlatıyor. Derken tavanları çaktırmaya başladı. Yer ortaya çıktığında muhteşem bir yer oldu. Şu anda bizim otelin resepsiyonunun olduğu salon öyle çıktı ortaya. ‘Allah Allah!’ deyip şaşırdım kaldım. O tarihlerde ben kerestenin kıymetini ve ondan ne muhteşem eserler ortaya çıkarılabileceğini bilmiyordum. Keresteye sadece para diye bakıyordum. Çıktı, çıktı orayı düzelttik, açtık. Bizim de aşçımız vardı. Muğla’nın en iyi aşçısıydı. Onu da getirip tesisin içine koyduk. Adam çok güzel yemekler yapıyor. Yol yok. Yolu küreklerle açıyoruz. Bir süre sonra namımız duyuldu artık. Ta Marmaris’ten müşteri geliyor. Rezervasyon yaptırıyorlar. On kişi 20 kişi geliyorlar. Akşamlar müthiş bir kalabalık oluyor. Yer bulamıyoruz. ‘Yav bu iş bayağı iyiymiş ya’ demeye başladım. Ondan sonra biz turizm işletmeciliğine ciddi olarak girmeye karar verdik. Nail Çakırhan, burdaki yapıların yine o çimento kağıtlarına veya da bunlara çizerdi, ‘Bunları şöyle yapın’ derdi. Bu şekilde yapıla yapıla Yücelen Otel doğdu. Ama tabi çok sıkıntı çekmeye başladım. Bazen ‘bu kadar borcun altına girdim, ben şimdi ne yapacağım’ diye düşünürdüm. Nail Abi o zamanlar bana, ‘Bak oğlum Hamdi, bura öyle bir yer olacak ki, burayı dünya tanıyacak’ derdi. Ben onun bu sözlerine ‘Adam kafayı bozdu. Burayı daha Muğlalı tanımıyor dünya nerden tanıyacak?’ diye güler geçerdim. Ve neticede hepsi teker teker oldu. Şimdi bu otelde uluslararası toplantılar yapıyoruz, dünyanın her yerinden insanlar gelip gidiyorlar. Yani Nail Çakırhan o günlerden bugünleri görebiliyormuş. Velhasıl Nail Çakırhan sadece bu değil. Bunun yanında Oktay Akballar’la, İlhan Selçuk’larla tanışmamın vesilesi oldu. Nail Abi’den sonra Halet Hanım’la tanıştık. Halet Hanım çok değişik bir kadındı. Hepsinin çok büyük emeği var bende. Çok dinledim onları çok. Sadece dinlemedim hayatı öğrendim, insanları öğrendim, doğayı sevdim. Eskiden ben ağaca kereste, yani para gözüyle bakardım. Şimdi

 

 

Nail Çakırhan

İnönücü Gürsoy ANAP’tan aday

1989 yerel seçimleri gelip çattığında ANAP, Muğla’da iyi bir aday arayışına girer. O tarihte Muğlaspor Başkanı Hamdi Yücel Gürsoy, aynı zamanda turistik tesisi, fabrikaları olana tanınmış bir işadamıdır. Aynı zamanda aileden CHP’li oluşu da ANAP için bulunmaz özelliklerdir. Ayrıca Muğla’da ne kadar sivil toplum örgütü varsa hepsinin ya başkanı ya yönetim kurulu üyesidir Gürsoy. ANAp milletvekilleri Gürsoy’u Muğla Belediye Başkanlığı’na ikna etmek için diller dökerler ama nafile. Gürsoy, “Ben İnönücüyüm ne işim var ANAP’ta” diye kestirip atar. Muğlaspor Başkanı olduğu için takımını deplasmanlarda da yalnız bırakmaz. Edirne’ya maça gittiklerinde de gelip bulurlar onu. Bu kez gelen ANAP yöneticileri değil üç tane komiserdir. “Seni Ankara’ya götüreceğiz” derler ama Gürsoy, “Bizim maçımız var maçı bırakıp hiçbir yere gitmem” diye itiraz eder. Gidersin, gitmezsin tartışmasından sonra maçı bekleme kararı alırlar. Maçtan sonra Ankara’ya doğru yola çıkarlar. ANAP seçim merkezine gittiklerinde Mesut Yılmaz, Mahmut Oltan Sungurlu ve Adnan Kahveci yeniden ikna faaliyetine başlarlar. Bir saat süren ikna terapisi fayda etmeyince gizlice Özal aranır ve telefonu Hamdi Yücel Gürsoy’a uzatırlar. “Bir baktım karşımda Özal. “Buyurun Başbakanım” dedim. “Yav ne naz ediyorsun. Sana önemli bir görev vereceğiz” Ben kalp rahatsızlığım var diye mazeretler sunuyorum. O zaman damardan girerek “Sen Muğla’yı sevmiyor musun? Senle birlikte Muğla’da ölür” dedi. Muğla’nın o zaman 2 trilyon borcu varmış. Özal bana, “Muğla’nın Hazine’ye olan o 2 trilyon borcunu siliyorum ve 2 trilyon ödenek ayırıyorum” dedi. O zaman Muğla’nın şehir içi yolları çok kötüydü. Özal, Muğla’nın yollarını hemen asfaltla kaplayacağı vaadini verdi. ‘Sabah Muğla’lı asfalt üzerinde yürüyecek. Senle birlikte Muğla’nın çehresi değişecek’ dedi. ‘Peki efendim’ dedim. Muğla’ya telefon edip haber vermişler. Muğla’ya gittiğimde davullu zurnalı bir kalabalık beni il girişinde karşıladı. Omuzlara aldılar. Balkonlardan insanlar el sallıyor. Bir anda ‘Yahu ben neymişim be’ diye havaya girdim. Aday olduk böylece. Bir gün gittik bir köyde konuşma yapıyoruz. Köylüler ortaokullarının olmadığını söylediler. ‘Ya okul da mesele mi yaparız’ dedik. Hep olumlu şeyler söylüyorum. Sonuçta arkamdan benim milletvekilinin biri çıktı ‘Belediyenin görevi okul yapmak değil. Belediyenin işi yol yapar, su verir’ dedi. Kötü bir konuşma yaptı. Bu konuşma beni kızdırdı. Ertesi gün gazetecileri topladım “Ben vazgeçiyorum” dedim ama bizim ismimiz bir kere verilmiş. Değiştirme şansım yok. Aralara parti yöneticileri girdi, ‘Milletvekili yanlış yapmış, bizi güç durumda bırakırsın’ dediler, yeniden ikna ettiler bizi. Adaylığım sırasında Muğla Spor Başkanı olduğum için arkamda müthiş bir gençlik desteği de var. 89 seçimlerinde ANAP’ın bütün kaleleri gibi Muğla’da da ben SHP’ye karşı az bir oy farkı ile kaybettim. Kaybettiğim gece SHP’nin seçim merkezine gittim. Çok kalabalık var herkes mutlu, zafer sarhoşu. Benim geldiğimi söylediler. SHP’liler de biliyor benim Halk Partili biri olduğumu. Beni balkona çıkardılad. O zaman SHP Muğla Milletvekili Tufan Doğu çok güzel bir konuşma yaptı. Başkan seçilen arkadaş da öyle. Ben de orda “Bugün seçim bitmiştir. Muğla’nın belediye Başkanı Orhan Çakır’dır. Benim de başkanımdır. Ve bundan sonra Muğla için başkanla birlikte aynı çalışmaları yürüteceğim” dedim. Ondan sonra ben Muğla belediyesine ne zaman gitsen bir kırmızı halı eksikti. Öyle karşılarlardı beni. Hala da sözüm geçer.’