“Onlar gitti ben ve Akayaka öksüz kaldı”
Çocukluğunda annesi tarafından “Komünistler gelip seni kapacak” diye korkutulan Hamdi Yücel Gürsoy, Eskişehir Cezaevi’nden Bursa Cezaevi’ne nakledilirken çocuklarla birlikte ürkerek izlemeye gittiği Nazım Hikmet’in mahpusane arkadaşı ve yoldaşı Nail V. Çakırhan’ın yıllar sonra en yakın dostu olmuş. Gürsoy, Muğla’nın tanınmış bir iş insanı olmasına karşın çevresi ve dostları Türkiye’nin bir dönemine damga vurmuş sol, sosyalist kimlikli aydınlarından oluşmuş. Nail V. Çakırhan, Halet Çambel, Oktay Akbal, İlhan Selçuk ve Bedia Akarsu ile yaz aylarındaında onları buluşturan kişi olan Gürsoy, “Onlar gidince ben çok yalnız, öksüz gibi kaldım” diyor.
Miyase İlknur-Cumhuriyet Pazar"Hamdi Yücel Gürsoy da kimmiş?” diyerek internet ortamında kısa bir gezinti yaptığınızda karşınıza Muğla’da hastanesi, Akyaka’da oteli ve kereste fabrikası olan bir işinsanı portresi çıkar karşınıza. İşinsanı olmanın yanında futbolcu ve Muğlaspor Başkanlığı nedeniyle spor camiasında da bilinen bir isimdir. Ama bizim onunla söyleşi yapmamızın gerekçesi, ne onu başarılı bir işinsanı olarak tanıtmak ne de sporculuk ve spor yöneticiliği geçmişiydi. Kuşkusuz bu alanlarda da yaptıkları, ettikleri kayde değer işler. Ancak Hamdi Yücel Gürsoy’un en kayda değer yönü, onun Türkiye’nin bir dönemine damga vurmuş aydınları ile dostluğu ve yaz aylarında herkesin tanışmak, birkaç kelam etmek için imza günlerini ya da panellerini beklediği bu isimlerle çoğunlukla Akyaka sahilindeki otelinin terasında ya da Azmakbaşı’ndaki meyhanelerde kurulan sofralarda onlarla tadına doyulmaz muhabbetlerin değişmez konuğu olmasıdır. Akyaka denilince ilk akla gelen kişi elbette Nail V. Çakırhan ve eşi Halet Çambel’dir. Hamdi Yücel Gürsoy’u diğer dostlarla tanıştıran ve o dünyanın kapısını aralayan da Nail V. Çakırhan’ır aslında. Nail. V. Çakırhan’la tanışması hayli eski olan Hamdi Yücel Gürsoy’un, ilk başlarda “komünist” diye ürktüğü Çakırhan, ona hem Akyaka sahilinde eşsiz mimarisiyle güzel bir otel sonra da bir ömür sürecek dostlar kazandırmıştır.
Önce Çakırhan veda etti
Artık yaz aylarında kurulan o sofraya önce 2008 yılında Nail V. Çakırhan veda etti, üç yıl sonra da İlhan Selçuk. Onu üç yıl sonra Halet Çambel izledi. Sanki sıraya girmişlerdi o sofranın daimi üyeleri. Halet Çambel’i uğralayalı bir yıl olmuştu ki bu kez Oktay Akbal veda etti. Prof.Dr. Bedia Akarsu da Akbal’ın bir yıl sonrasında gidiverdi. O yaz sofralarının daimi konukları gidince geçici konukları da uğramaz oldu artık Akyaka’ya. Hamdi Yücel Gürsoy, bir başına yapayalnız kalmıştı. Oktay Akbal’ı 96.doğum gününde anmak için gittiğimiz Akyaka’da yine aynı terasta buluştuğumuz Hamdi Yücel Gürsoy, “Çok yalnız kaldım. Eskiden yaz ayları gelsin de bu dostlarımla yine biraraya gelelim diye günleri sayarken şimdi yaz gelsin istemiyorum. Buraya tek başına gelip oturduğumda anılar beynimde uçuşuyor. İşte şu masa, diyorum, Nail Abi hep orda içerdi öğlen kahvesini. İlhan Abi ile Oktay Abi akşam rakılarını şu masada yudumlardı diye iç çekiyorum” diyerek anlatıyor hüznünü. Peki, tamamı komünizm ya da sosyalizm propagandası yapmaktan yargılanmış, bazıları tutuklanmış isimler nasıl olur da bir iş insanıyla bu denli ahbap olurlardı ya da bir iş insanı bu tescilli solcularda ne bulmuştu da günlerini onlarla geçiriyordu diye düşünmeden edemiyor insan. Bunun öyküsünü anlatmak için oldukça geriye, çocukluğuna döndük birlikte.
Hamdi Bey, 1940’da Tokat’ta bir memur çocuğu olarak dünyaya gelir. İlkokulda iken annesi ince hastalığa yakalanır. Babası Cezaevi Müdürü olmasına karşın imkanları kısıtlıdır. Tokat’ta Cumhuriyet savcısı olarak görev yapan Zülfü Livaneli’nin babası Mustafa Livanelioğlu Eskişehir’e tayini çıkınca, çok sevdiği bu Cezaevi Müdürü’ne mektup yazarak “Eskişehir’de çok iyi hastaneler var. Sen de Eskişehir’e tayin isteğinde bulun. Eşini burda daha iyi koşullarda tedavi ettirebiliriz” deyince Gürsoy ailesi yollara düşmüş. Eskişehir’e geldiklerinde küçük Hamdi’yi o zamanlar yeni yapılan Yunus Emre İlkokulu’da kaydetmişler. İlk ders günü doğal olarak öğretmen ve arkadaşlarıyla tanışma faslıyla başlamış. Öğretmen nereden geldiklerini, babasının ne iş yaptığını sorduktan sonra nerde oturduklarına sıra gelmiş. Tokat’tan gelen Hamdi. O yörenin aksanıyla başlar evini tarif etmeye: “Öğretmenim şu çeneyi döndükten sonra...” diye başladım sınıfta toplu bir kahkaha. Öğretmen, arkadaşlarıma “Çocuklar Anadolu’a köşeye çene derler” diye susturdu. Ama benim lakabım ‘çene’ kalıp gitti. ‘Çene geldi’, ‘ çene gitti’ böyle sürüp gidiyor. Özgüveni zayıf bir çocuktum. Okula gitmek istemiyorum. Babam zorla okula göndermek istiyor, ben ise hergün bir mazeret uyduruyorum. O yıl sınıf bitti tatil başladı. Babam, ‘oğlum sen artık büyüdün biraz bir şeyler yap’ dedi. Babam bir gün sabah beni yanına aldı, Eskişehir haline gittik. Halde bir hamal tuttu ve sırtına bir kasa domates koydu. Domatesle birlikte biz pazar yerine geldik. Orda herhalde tanıdığı bir yaşlı pazarcı vardı. Beni ona emanet etti ve bana ‘Oğlum paraya ihtiyacımız var bu domatesleri sat’ dedi. Bana bir simit alıp verdikten sonra çekip gitti. Ben simitle oynamaya başladım. Derken pazar yeri açıldı. Her satıcı bağırıyor ‘Kabak, patlıcan, biber!’ diye. Babamın beni emanet ettiği yaşlı pazarcı ‘Oğlum sen de domates var, diye bağırsana’ diyor ama ben içimden bağırıyorum ve kimse beni duymuyor. Akşam üstüne doğru pazar biraz sakinleşti. Domatesler orda duruyor, babamın hayali karşımda... ‘Ne yapmam lazım?’ diye bir düşünce aldı beni. İşte o zaman, avazım çıktığı kadar “domates, domates!” diye bağırmaya başladım. Bu cayırtıyı duyan kadınlar toplandı ve beş dakika içinde benim domatesler bitti. Parayı koyacak yer bulamıyorum. Ben akşam eve kahraman gibi geldim. Parayı babama verdim. Babam, ‘Bu yaz sen pazarda domates satacaksın, ne lazımsa onları satacaksın’ dedi. Ben o yaz pazaryerinin yıldızı oldum. Birçok tecrübeli pazarcılar mallarını satamadıklarına bana getirirler. ‘Aman oğlum bir bağırıver sat şunları’ derlerdi. Bu pazarcılık deneyimi bana müthiş bir özgüven kazandırdı. Bana ‘çene’ diyen çocuklara haddini bildirmeye başladım. Bu bir yerde iyi bir yerde kötü oldu. Artık ben hep liderliğe oynamaya başladım. Okulda hiçbir zaman başarılı olamadım.”
Nazım Hikmet’le karşılaşması
1950’li yıllarda “komünizm” kelimesi halk arasında insanüstü bir yaratık çağrışımı yapardı. Küçük Hamdi’yi de yaramazlık yaptığında annesi, “Komünistler seni alıp götürecek” diye korkuturmuş. O yaşına kadar hiç komünist görmeyen Hamdi’nin, Türkiye’nin en ünlü komünisti ayağına kadar gelmesin mi? Cezaevi müdürü olan babası bir akşam sıkıntılı bir şekilde eve gelir ve başlar eşiyle dertleşmeye. “Hapisaneye bir mahkum getirildi. Çok ünlü biriymiş. Bunu hücreye atmamı istiyorlar. Hapisanede bir kabahatii olmadı nasıl atayım hücreye.” O ünlü komünist Nazım Hikmet’ten başkası değildir. Çok kısa bir süre sonra Nazım Hikmet’i Bursa Cezaevine nakil kararı gelir. Bir gün sokakta “komünist geliyor” diye bir feveran başlayınca diğer çocuklar gibi Hamdi de o komünisti seyrana çıkar. Tozlu yollardan mavi çizgili elbiseler içinde eli kelepçeli bir adam jandarmaların kolunda yürüyor. Hamdi ve diğer çocuklar da merakla inceliyorlar, komünistler nasıl oluyormuş diye. Onun Nazım Hikmet olduğunu o gün bilmiyor tabii. Yıllar sonra babasıyla o anıyı konuşunca öğreniyor Nazım Hikmet olduğunu. Yıllar sonra Akyaka’da Nazım’ın yoldaşı ve mahpusane arkadaşı Nail V. Çakırhan’la tanışıp ömür boyu dost olacaklarını iblmediği gibi.
Futboldan iş dünyasına
Gürsoy, küçük yaşta annesini kaybeder. Okulda da bir türlü dikiş tutturamaz. Kendisini topa vermiştir. Futbol onun sığınağı olmuştur. 1954 yılında Antalya’ya tayini çıkar babasının. Oğlunun haytalığını gören babası, artık onun okumayacağına kani olmuştur. O zamanlar köy gibi olan Antalya’da ne gider diye küçük bir araştırmadan sonra oğluna mobilyacı dükkanı açmaya karar verir. O dönem Antalya’sının tek mobilyacı dükkanı olma hüvviyetinde olmasına karşın dükkan işlemez ve futbol sahalarında top peşinde koşan Hamdi’nin, mobilyacı dükkanı da bir süre sonra topu diker. Hamdi Yücel Gürsoy’a yeniden okul yolu görülmüştür. Babası liseye yazdırır ama her sınıfı çift dikiş giden Hamdi, sonunda ite kaka liseyi bitirir. Onun gözü ne okulda ne iştedir. Varsa yoksa futbol. Konu futbola gelince tevazuyu elden bırakıyor Hamdi Bey: “Okulu zar zor bitirdim ama bu arada iyi futbol oynamaya başlamıştım. Profesyonel futbolcu lisansım vardı. Bana para veriyorlardı. O küçücük yaşlarda gittiğim takımlarda kaptan oluyordum. Ama tabii Anadolu olduğu için İstanbul takımlarının beni keşfetme gibi bir durumu yoktu. İstanbul’da olsaydım belki büyük takımlarda oynayabilirdim.” 1959 senesinde Muğla’ya çıkar babasının tayini. Muğla’da futbolculuktan iş insanlığına geçiş öyküsünü şöyle anlatıyor Hamdi Yücel Gürsoy: “Muğla çok küçük bir yer. Antalya’daki gibi otel burda da yok. Bir iki ay bir handa kaldık. Trenle eşyaların aktarmalı gelişi bir iki ay sürerdi. Bizim de eşyamız Aydın’a geldi önce. Bir ay sonra da Muğla’ya geldi. Ben lise sondaydım. Arkadaşlardan hayli yaşlıydım. Sınıfta çok kaldığım için hem yaşlı hem tecrübeliydim. Futbol takımına girdim. Muğla Gençlik Klübü’nde futbola başlayınca iki üç ay içinde tanınmış oldum. Liseden sonra Orman Dairesi’nde işe başladım. Orman Dairesi’nde çok iyi yazı yazar, iyi resim yapar ve on parmak daktilo yazardım. O zamanlar on parmak daktilo yazmak çok önemli bir avantajdı. Orman Dairesi’nde de yol planlamada çalıştım. Bu bölgedeki dağların yol planları çoğunlukla benim elimden geçmiştir. Babam bir gün, “Oğlum bu memlekette oduncu yok , oduncu. Gel sana bir oduncu dükkanı açalım” dediğinde itiraz ettim. ‘Baba ben futbolcuyum. Sokağa çıktığımda kızlar arkamdan geliyor. Ben oduncu olursam fiyakam bozulur” dedim. Babam itirazlarımı dinlemeyip benim adıma oduncu dükkanını açtı. Bir tane usta ile beraber. Benim odun dükkanına gidip geldiğim yok. Ben yine topun peşimdeyim, ormanda memur havalarında. Babamın görüşü ise memurluktan bir şey olmayacağıydı. Ne uzanır ne kısalır misali. Biz de pek dinlemiyoruz tabii. Bir gün babam beni oduncu dükkanına akşam hasılatı almam için gönderdi. Oduncu dükkanına gittim hasılatı aldım 360 lira. Oysa ben memurlukta bir ay çalışıyorum 180 lira alıyorum. Hesabı alınca aklım gitti. Sanki o paranın hepsi bizimmiş gibi. Parayı getirip babama verdim. Ertesi gün yine beni hasılatı almaya gönderdi. Bu kez 550 lira civarında bir parayı alıp getirdim. Fakat ben gidince usta benim gelmemden pek memnun olmadı. Bunu da hissettim. Ertesi gün öğlen vakti orman dairesinden çıktıp oduncu dükkanına gittim. Daha sonra bir daha memuriyet işine gitmedim ve böylece odunculuğa başladık. Bir hızar makinası var. Dağdan kamyonla odun geliyor. Biz hızar makinasında parçalayıp satıyoruz. Muğla’da öyle bir olay oldu ki, 21 tane at arabası vardı ve 21 tane at arabası bizim atelyenin önünde dururdu. Bütün Muğla halkı odununu bizden temin ederdi. Eskiden katırlarla dağdan getirilirmiş. Yarıcılarla kesi için anlaşılırmış. Şimdi hazır odun dükkanı olunca halka da çok cazip geldi. Biz yetiştiremez olduk. Babama kamyon almak için bastırıyorum. O ise ‘ne gerek var’ diyor. Aldık eski bir kamyon. Başladık kamyonla odun getirmeye. Geceleyin 03.00’te kalkıyorum, kamyon şöförüyle birlikte dağa oduna gidiyorum. Bu yörede bilmediğim dağ yoktur onun için. Sabah 10.00 gibi dükkana geliyoruz ve bir yandan odunu indirip, diğer yandan kesip satıyoruz. Bir kamyon yetmez oldu, ikinci kamyon almamız gerek. Ama babam benim askere gitmemi öne sürüp engel oluyor. ‘Sen askere gidersen ikinci kamyonun parasını nasıl ödeyeceğiz’ diyor haklı olarak. “Sen al ben hepsini ödeyeceğim” dedim. İkinci kamyonu da aldık ve altı ay içinde onun borcunu ödeyip askere gittim.” Askerlikten sonra kereste işini geliştirir. O tarihte Muğla’da keresteci olmaması nedeniyle işleri iyi gider. Kereste işini tutturunca sadece Muğla’ya değil İstanbul dahil bir çok vilayete kereste satmaktadır artık. Bir süre sonra da Muğla’nın ilk ihracat yapan iş insanı olur. Başlangıçta küçük olan kereste atelyesi bugün hala oğullarının yönettiği koca bir kereste fabrikasına dönüşür yıllar içinde. Sporculuk hayatı da bir evrim geçirir ve sermaye sahibi olunca Muğlaspor’un Başkanlık koltuğunda bulur kendisini. Artık hem futbolcu hep klüp yöneticisidir.
Nail Çakırhan’la tanışma
Yücelen Otel doğuyor
Nail Çakırhan
İnönücü Gürsoy ANAP’tan aday
1989 yerel seçimleri gelip çattığında ANAP, Muğla’da iyi bir aday arayışına girer. O tarihte Muğlaspor Başkanı Hamdi Yücel Gürsoy, aynı zamanda turistik tesisi, fabrikaları olana tanınmış bir işadamıdır. Aynı zamanda aileden CHP’li oluşu da ANAP için bulunmaz özelliklerdir. Ayrıca Muğla’da ne kadar sivil toplum örgütü varsa hepsinin ya başkanı ya yönetim kurulu üyesidir Gürsoy. ANAp milletvekilleri Gürsoy’u Muğla Belediye Başkanlığı’na ikna etmek için diller dökerler ama nafile. Gürsoy, “Ben İnönücüyüm ne işim var ANAP’ta” diye kestirip atar. Muğlaspor Başkanı olduğu için takımını deplasmanlarda da yalnız bırakmaz. Edirne’ya maça gittiklerinde de gelip bulurlar onu. Bu kez gelen ANAP yöneticileri değil üç tane komiserdir. “Seni Ankara’ya götüreceğiz” derler ama Gürsoy, “Bizim maçımız var maçı bırakıp hiçbir yere gitmem” diye itiraz eder. Gidersin, gitmezsin tartışmasından sonra maçı bekleme kararı alırlar. Maçtan sonra Ankara’ya doğru yola çıkarlar. ANAP seçim merkezine gittiklerinde Mesut Yılmaz, Mahmut Oltan Sungurlu ve Adnan Kahveci yeniden ikna faaliyetine başlarlar. Bir saat süren ikna terapisi fayda etmeyince gizlice Özal aranır ve telefonu Hamdi Yücel Gürsoy’a uzatırlar. “Bir baktım karşımda Özal. “Buyurun Başbakanım” dedim. “Yav ne naz ediyorsun. Sana önemli bir görev vereceğiz” Ben kalp rahatsızlığım var diye mazeretler sunuyorum. O zaman damardan girerek “Sen Muğla’yı sevmiyor musun? Senle birlikte Muğla’da ölür” dedi. Muğla’nın o zaman 2 trilyon borcu varmış. Özal bana, “Muğla’nın Hazine’ye olan o 2 trilyon borcunu siliyorum ve 2 trilyon ödenek ayırıyorum” dedi. O zaman Muğla’nın şehir içi yolları çok kötüydü. Özal, Muğla’nın yollarını hemen asfaltla kaplayacağı vaadini verdi. ‘Sabah Muğla’lı asfalt üzerinde yürüyecek. Senle birlikte Muğla’nın çehresi değişecek’ dedi. ‘Peki efendim’ dedim. Muğla’ya telefon edip haber vermişler. Muğla’ya gittiğimde davullu zurnalı bir kalabalık beni il girişinde karşıladı. Omuzlara aldılar. Balkonlardan insanlar el sallıyor. Bir anda ‘Yahu ben neymişim be’ diye havaya girdim. Aday olduk böylece. Bir gün gittik bir köyde konuşma yapıyoruz. Köylüler ortaokullarının olmadığını söylediler. ‘Ya okul da mesele mi yaparız’ dedik. Hep olumlu şeyler söylüyorum. Sonuçta arkamdan benim milletvekilinin biri çıktı ‘Belediyenin görevi okul yapmak değil. Belediyenin işi yol yapar, su verir’ dedi. Kötü bir konuşma yaptı. Bu konuşma beni kızdırdı. Ertesi gün gazetecileri topladım “Ben vazgeçiyorum” dedim ama bizim ismimiz bir kere verilmiş. Değiştirme şansım yok. Aralara parti yöneticileri girdi, ‘Milletvekili yanlış yapmış, bizi güç durumda bırakırsın’ dediler, yeniden ikna ettiler bizi. Adaylığım sırasında Muğla Spor Başkanı olduğum için arkamda müthiş bir gençlik desteği de var. 89 seçimlerinde ANAP’ın bütün kaleleri gibi Muğla’da da ben SHP’ye karşı az bir oy farkı ile kaybettim. Kaybettiğim gece SHP’nin seçim merkezine gittim. Çok kalabalık var herkes mutlu, zafer sarhoşu. Benim geldiğimi söylediler. SHP’liler de biliyor benim Halk Partili biri olduğumu. Beni balkona çıkardılad. O zaman SHP Muğla Milletvekili Tufan Doğu çok güzel bir konuşma yaptı. Başkan seçilen arkadaş da öyle. Ben de orda “Bugün seçim bitmiştir. Muğla’nın belediye Başkanı Orhan Çakır’dır. Benim de başkanımdır. Ve bundan sonra Muğla için başkanla birlikte aynı çalışmaları yürüteceğim” dedim. Ondan sonra ben Muğla belediyesine ne zaman gitsen bir kırmızı halı eksikti. Öyle karşılarlardı beni. Hala da sözüm geçer.’