‘Ölmemek için uğraşıyoruz’
İstanbul’un en soğuk gecesi. Savaştan kaçan Suriyelileri konuk eden Küçükpazar’da 80 metrekarede 100 kişi tutunmaya çalışıyor. ‘Niçin kamplara gitmiyorsunuz’ sorusunun yanıtı buz gibi: Kızlarımız güzel, tecavüz ediyorlar
Erk AcarerKarayel, İstanbul’u hallaç pamuğu gibi atıyor; deniz yemyeşil. Soğuk, fakir mahallelere aç bir kurt gibi iniyor. Şehrin çöküntü semtleri “sıfırın altına” hazırlıksız yakalanıyor. Öteden beri “çaresizin” yaşadığı Eminönü, Küçükpazar’dan İstanbul’un en büyük sığınmacı mahallesi diye söz etmek mümkün. Yakın bir geçmişte, önce burayı bir “aktarma merkezi” olarak kullanan Bangledeşlileri, ardından da Romanya’dan gelen sokak müzisyenlerini ağırlayan Küçükpazar, son iki yıldır da, ülkelerindeki savaştan kaçan Suriyelileri konuk ediyor. Semtin, tuhaf kodunu ve “sefil halini” çözmek için, basit gözlemler yeterli oluyor. Her köşe başında 2.5 TL’ye döner ayran satılıyor. Mendil ve dilencilikle geçimini sağlamaya çalışanların bozuk paralarını, kesinti yaparak kâğıt paraya bütünleyenler yeni bir sektör oluşturmuş durumda.
Semt, bir süre öncesine göre tenha. Sığınmacıların büyük bir bölümünün iki hafta önce belediyle tarafından toplanarak kamplara götürüldüğünü öğreniyoruz. Ne var ki soğuğa karşın, kampa gitmemek için direnenler de bulunuyor. Sokaklarda çocuklar var. Yine ayakları çıplak! Elerindeki torbalarda ekmek taşıyorlar.
Ev olarak kullanılan bir dükkânın önündeyiz. İstanbul’un en soğuk gecesini Suriyeli sığınmacılarla geçireceğiz. Kepenk açıldığı anda, şehri, “gerçek sandığımız yaşamımızı” kapının
önünde bırakıyoruz. Açıkça, başka bir boyuttayız. Battaniye ve çarşafların perde olarak kullanılıp bölümlere ayrıldığı 80 metrekarelik dükkânda onlarca kişi yaşıyor. İçerisi soğuk olmasına
rağmen, kesif bir koku yayılıyor. Öksürük sesleri, çocuk ağlaması, yaşlıların inlemesi birbirine
karışıyor. Birkaç elektrikli soba, içeriyi ısıtmaya yetmiyor. 80 metrekarede 100’e yakın kişinin yaşadığına tanık oluyoruz.
Dükkânda 20 aile
20 aile, onlarca hikâye... Bu soğukta, böyle bir yerde, bu kadar kalabalık nasıl yaşanıyor? Mekâna sığınan Suriye Türkmenleri anlaşılır derecede Türkçe konuşabiliyor:
“Başka çaremiz mi var” diye anlatıyor 25 yaşındaki Abdurrahman, iki gün önce doğan ve karısı Büşere’nin kucağında çaputlara sarılı olan Sibel’i göstererek: “Kendimizden geçtik. Açlığı biliyoruz, ama bu çocukların durumu ne olacak? Mama ve beze ihtiyacımız var. Kara kara düşünüyoruz.
Ailemizden çok şehit verdik. Canımızı kurtardık. Ama işte görüyorsun, perişanız.” Aslında “perişanız”
tanımı durumu anlatmaya pek yetmiyor. Türkmenlerin kaldığı dükkânda sadece bir tuvalet
bulunuyor. Piknik tüplerde su ısıtmaya çalışılarak, yine tuvalette banyo yapılıyor. Abdurrahman,
banyoya rağbet olmadığını söylüyor. “Ancak tuvalette çok kuyruk oluyor, nöbetçi benim, bazen
uyuyakalıyorum, o zaman da kavgalar yaşanabiliyor” diyor. Abdurrahman’la konuşurken genç bir
kadın, yanımıza ilaç kutusuyla yaklaşıyor, umutsuzca bakıyor: “Bitti... Ağrıdan uyuyamıyorum.”
‘Hepimiz öleceğiz, ben biraz erken!’
Zaten burada kimsenin rahat bir uyku uyuyabilmesi mümkün değil. 60’lı yaşlardaki Abdullah,
“Uykudan, yemekten geçtik, ölmemek için uğraşıyoruz” diyor. “Aramızda çok hasta olanlar var.” Sahab, bir perdenin ardında öksürerek yatıyor. Karısı bir piknik tüpte çay demlemek için uğraşıyor.
Suriye’deki savaşta iki bir daha iyileşemediğini söylüyor. 80 metrakarelik dükkânda, tevekkülle yumuşatılmaya çalışılan sert bir yaşam olduğu muhakkak. Sahab’ın zorlukla anladığımız sözleri bunun bir yansıması: “Hepimiz öleceğiz, ama ben biraz erken!
O meşhur soruyu, sorup tokat gibi bir cevap alıyoruz. Neden kampa gitmiyorsunuz?
Abbas Ali, dört kelimeyle özetliyor: “Kızlarımız güzel, tecavüz ediyorlar!” Oğlu Yengin’e sarılıyor... “Bu çocuklar vallahi de billahi de aç yatıyorlar. Ekmek yok, yemek yok, içmek yok.”
Abbas Ali , yaşadıkları yerle ilgili bilgiler de veriyor: “Burada hepimiz akrabayız. Ölsek de kampa gitmeyiz. Orada kötülük var. Buraya günlük 150 TL para veriyoruz. Dilencilik yapmayız. Kadınlarımız ve namusumuz her şeyden önce gelir. Tespih ve mendil satarak hayatta kalmaya çalışıyoruz. Günde 10 TL kazanırsak ne iyi...”
İnsanın aklı almıyor, Abbas Ali sürdürüyor, bir parçası kalan umutlarından söz ediyor: “Biz kanaatli insanlarız. Karnımız doydu mu yüzümüz güler. Günün birinde ülkemize dönmek isteriz. Halep’te küçük bir evimiz vardı. Televizyonumuza bakardık, ekmeğimizi yerdik. Geçinip giderdik işte. Ah o günler yeniden gelse...”
Kar topundan nefret eden çocuklar
Abbas Ali oğlu Yengin’e sarılıyor. Yengin, “son gülen” demek. Kepenk açılıyor. Dışarıda çocuk yok. Çocuklar okula gitmiyor. Çocuklar, kardan, kardan adamdan, kar topundan nefret ediyor. Çocuklar soğuktan donuyor. Küçükpazar’da, “getirdiler bakamıyorlar” yargısı eksik kalıyor. Çünkü anlatmakta zorlandığımız bir hayat var. Ya 21. yüzyılın arsızlığında hep birlikte gülmek için yeni bir hayat kuracağız ya bu çocuklarla donacağız!