Olga Tokarczuk’tan ‘Sür Pulluğunu Ölülerin Kemikleri Üzerinde’
Olga Tokarczuk, küresel isyanın her yerde, edebiyatın da içinde olduğunu açıkça gösteriyor. İklim değişikliğine, ekolojik yıkıma ve insanın benmerkezciliğine karşı çıkıyor.
Batuhan Sarıcan / Cumhuriyet Kitap Eki
“Kim
ki eziyet eder Mayıs Böceğine.
Yiter gider sonsuz bir gecede”
İnsanlığın belki de en büyük yanılgısı, evrenin merkezinde olduğunu düşünmesidir. Bu benmerkezci bakış yüzünden her gün milyonlarca hayvan gıda, tekstil, kozmetik ve bilimsel çalışmalar gibi tek taraflı faydaya dayanan faaliyetler yüzünden ölüyor. Bunun edebiyatla veya bir kitap incelemesiyle ne ilgisi var diye sorabilirsiniz. Cevabını, Nobel ödüllü yazar Olga Tokarczuk’un Sür Pulluğunu Ölülerin Kemikleri Üzerinde kitabındaki ana izlekte bulmak mümkün.
Tokarczuk, küresel isyanın her yerde, edebiyatın da içinde olduğunu açıkça gösteriyor. İklim değişikliğine, ekolojik yıkıma ve insanın benmerkezciliğine karşı çıkıyor. Tokarczuk’un bu minvalde yarattığı Bayan Duszejko karakteri, daha çok avcılara kafayı takmış durumda. Sadece ABD’de bile yılda 100 milyondan fazla hayvanın sırf zevk olsun diye öldürüldüğünü düşünecek olursak haksız da sayılmaz. Yaban ördeği, karaca, geyik, sülün veya hareket eden daha ne varsa yemleyerek tuzağa düşüren, neden sonra vahşice öldüren ve bunu da kendilerine göre haklı gerekçelerle savunan avcılara karşı hem eserde hem de gerçek hayatta büyük bir antipati beslenmesi çok doğal. Bu vahşilik, ana karakterimiz Duszejko’nun da dediği gibi “birini yemeğe davet edip öldürmeye” benziyor. Buna karşın avcıyı haklayan bir hayvanı suçlu gören de insandan başkası değil. Endüstriyel faaliyetlerde de kendini gösteren ve dünyayı hem ekonomik hem de ekolojik açıdan sürdürülemez bir noktaya getiren bu benmerkezci görüş, ikiyüzlülük değil de nedir?
HAYVANLAR İNTİKAM ALABİLİR Mİ?
Kitabın öncelikle gerilim dozu yüksek bir polisiye olduğunu belirtmek gerekiyor. Çözüme kavuşmayı bekleyen üç cinayet var; öldürülen üç avcı ve üçünde de başa alınan ağır darbeler söz konusu. Peki ama bu insanlar nasıl bir silahla öldürüldü ve asıl “suçlu” kim? Her gün kestiğimiz, derisini yüzdüğümüz ve hatta “hobi” amacıyla vurduğumuz hayvanlar, geri dönüp intikam alabilir mi? Bu soruların yarattığı gizemli atmosferde sürüklenip gidiyor ve sonunda, karanlık tarafımızın aslında en aydınlık yanımız olduğunun farkına varıyoruz. Tokarczuk, üzerinde sis perdesi bulunan bu cinayetleri, doğa etiği odağında irdeleyerek ürpertici ve karanlık bir anlatıya imzasını atıyor.
Bu arada eserdeki “doğanın intikamı” izleği, neden olduğumuz tahribatın doğal sonuçlarının kaçınılmazlığını göstermesi açısından, bize yine Timaş tarafından basılan Claudio Morandini’nin Taşlar romanını anımsatıyor: “Bu tek bir katil hayvanın işi değil, ancak genelde hayvanların işi. Belki de iklimsel değişimlerle geyik ve tavşanlar bile saldırganlaşıyorlar. Şimdi de her şey için intikam alıyorlar.” (s.200)
BİZDEN BİRİ: BAYAN DUSZEJKO
Eserin ana karakteri Bayan Duszejko, esere şekil veren düşünceyi yansıtması açısından üzerinde düşünülmesi gereken önemli bir figür. Anormal ama bir o kadar da bizden biri olan bir karakterle karşı karşıya olduğumuzu söyleyelim. Astroloji ve hayvan hakları üzerine derin bir kavrayışa sahip Duszejko, her şeyin her şeyle bağlantılı olduğunu ve her türden ilişkinin ağına yakalandığımızı düşüyor. Cinayetleri ve hatta cinayetlerin ayrıntılarını yıldız haritası sayesinde çıkarabildiğini iddia eden ilginç biri. Kendi ölüm tarihini bilen ve bunun kendisini özgürleştirdiğini savunan Duszejko’nun ağzından dökülen şu cümleler ise insanın doğanın merkezinde değil sadece bir parçası olduğunu gösteren güçlü bir ifade: “Bir gün biz de ölü bedenden başka bir şey olmayacağız.” Olayların vuku bulduğu; sadece bir avuç insanın yaşadığı, buz kesen yayla havasından daha soğuk bir ifade bu.
Yazar bizi kalabalıklardan uzakta, yalnız bir yere koyuyor. Öyle ki ölseniz cenazenizi kaldıramazlar, çünkü yollar kapalı. Çekya sınırındaki bir yaylada ufka kadar dalga dalga yayılan kar düzlüklerinin tam ortasındayız. Bembeyaz ama karanlık bir havası var: “Bizim için iyi bir şeyi olmayan gökyüzünün altında güvenle ileri geri gidip geliyorduk.” (s.142) Ve bu manzaranın orta yerinde asıl mücadele, doğayla insan arasında değil, insanın ahlaki yozlaşmışlığına karşı doğanın sesi haline gelen bir karakter arasında gerçekleşiyor.
İşte bu donuk atmosferde, Koca Ayak lakabını alan bir adamın ölümüyle açılıyor perde. Koca Ayak (ölen öteki avcılar gibi) doğada kendi çiftliğiymişçesine davranan benmerkezci bir tip. Yaz vakti tüm ormanı tehlikeye atarak böğürtlen alanını ateşe vermekten ve yaş ağaçları kesmekten; kışınsa önüne gelen her hayvanı tuzağa düşürüp öldürmekten haz duyan birisi. Peki doğa bu talancılığı affeder mi? Tabii ki hayır!
DOĞAYI İÇSELLEŞTİRMİŞ BİR YAZAR: OLGA TOKARCZUK
Doğanın sadece bir parçası olduğumuzun farkında olmakla kalmayıp bunu eserinde de savunu haline getiren Tokarczuk, kendisinin çarpık bir yansımasını Bayan Duszejko karakteriyle yaratıyor. Bir kum tanesinin içinde kozmosun parıltısını görüp Toprak Ana’yla kurduğumuz derin ilişkiyi dile getirmekten geri kalmayan, duygu dolu bir yazar. Ne ki insanın tüm canlı evrenine hükmediciliğine karşı çıkışını, yapıtının her bölümünde görüyoruz. Etinden sütünden faydalandığımız, kelimenin tam anlamıyla sömürdüğümüz hayvanlardan yana bir duruş sergiliyor. Hayvanlar onun yumuşak karnı, her türlü “avcılık faaliyeti” ise en büyük düşmanı. Bir vejetaryen olan Tokarczuk’un, hayvanları her ne sebeple olursa olsun öldürenlere öfke duyduğunu hissedebiliyor, eseri okurken onun öfkesine ortak oluyoruz. Kilisede avcılığı (düpedüz öldürmeyi) güzelleyen rahibe karşı yükselttiği ses de hayvan katliamını merkezine alan inançların kural ve geleneklerine bir karşı çıkış. Bu açıdan Yeşiller Partisi’nde önemli görevlerde bulunan Tokarczuk’un, hayat felsefesini edebi üslubuyla harmanladığını söyleyebiliriz.
Duszejko gibi “güçlü” bir karaktere uyacak şekilde birinci tekil anlatımı benimseyen yazarın, olay anlatımlarını bölen iç sesleri kullanarak hikâyeyi durağanlaştırdığını ama bu haliyle üslubunu zenginleştirdiğini söyleyebiliriz. Aynı zamanda Boros Sznajder karakteri üzerinden entomoloji ve botanik başta olmak üzere derin bir ekolojik bilgi birikimine sahip olduğu, en azından sağlam bir çalışmayla böyle bir eseri ortaya koyduğu hemen göze çarpıyor.
Tüm bunlarla birlikte dinamik bir akış ve hareket beklediğiniz bir eser olmamalı bu. Olaydan ziyade durum anlatımlarının ve iç seslerin ağırlıkta olduğu, bu yanıyla da bu tip anlatıları sevenlerin beğenebileceği türden bir yapıt. Ben bu tarz anlatılardan pek hoşlanmıyorum ancak nasıl anlattığından ziyade anlattığı “şey”, yıllardır kafa yorduğum konular üzerine olunca ilgimi epey çektiğini söyleyebilirim.
WILLIAM BLAKE’E SAYGI DURUŞU
Yazarın (dolayısıyla ana karakterin) romantizminde önemli bir etkisi bulunan İngiliz şair William Blake (1757-1827) de eserde önemli bir yere sahip. Yazarın sıklıkla göndermelerde bulunduğu Blake’in izlerini, kapakta bile görüyoruz. Zira ilk bakışta tuhaf bir başlık olarak göze çarpan “Sür pulluğunu ölülerin kemikleri üzerinde” dizesi ona ait. Blake’e yaptığı göndermeler, romantizminin nereden geldiğine dair önemli bir işaret.
Sür Pulluğunu Ölülerin Kemikleri Üzerinde’yi okurken ekonomik sisteme yararı dokunmayan, dolayısıyla sistemin çarkına yağ sürmeyi kabul etmeyenleri sembolize eden Duszejko’ya sempati duymamak elde değil. Bu sempatiyle birlikte adaletin ceza veren gizli eli, doğanın aleti olduğumuzu da derinden duyuyoruz: “Herkes yararlı şeylerden kâr etmeyi bilir, ama kimse yararsız olandan elde edilecek faydaları bilmez.” (s.276) Bu haliyle doğa etiğiyle ilgili düşüncelerini, sürpriz sonuyla nihayete erdiren Tokarczuk’un bu eseri, ikiyüzlülüğü kanıksayan benmerkezci insan ırkının, doğanın üzerinde kurmaya çalıştığı egemenliğine karşı çıkışın hikâyesi.
Sür Pulluğunu Ölülerin Kemikleri Üzerinde / Olga Tokarczuk / Çeviren: Neşe Taluy Yüce / Timaş Yayınevi / 304 s. / 2020.