Okyanus seyrinden kalan...

Teknelerin yan yana Atlantik Okyanusu’na karşı güç birliği yapmışçasına hizalandığı Royal Cape Yat Kulübü’ne doğru ilerken kasım ayının en şiddetli fırtınasının artçı dalgalarına bakıp, endişelendiğimi anımsıyorum. Hevesli her amatör denizci gibi açık okyanus seyri öncesi heyecanlanmam doğal olmasına rağmen, bu seferki diğerlerinden farklıydı. Hissediyordum...

Elif Günsel

Erzak, yedek mazot, dingi motorunun vardavelaya asılması, can simidi ışığı, markalama şamandırasının yerleştirilmesi, yelken ve halatların kontrolü sonrası marinadan ayrılmak için hazırdık. Biz hazırdık hazır olmasına da sabahın erken saatlerinde beklediğimiz güneydoğulu rüzgârdan eser yoktu. Okyanus programı bekletilmez dedik, motor gücü ile seyre koyulduk. Karadan ayrılış ve karaya varış seyrin en heyecanlı anlarıdır...

Ağır yalpaya düştük

Usturmaçaları toplarken su yüzeyinde dinlenen bir fokbalığı ile göz göze geldim. Teknedeki arkadaşlarıma seslenmemi gerektirmeyecek kadar sıradan bir karşılaşmaydı bizimkisi, seyir boyunca daha onlarcasını görecektik nasılsa. Deniz yüzeyine yansıyan Masa Dağı’nın heybetli gölgesi yavaş yavaş geride kalırken pusula gülümüz kuzeyi ve pruva istikametimiz ise Langebaan lagününü gösteriyordu. Afrika kıtasının uzayıp giden Atlantik kıyısında karadan otuz mil uzakta bata çıka ilerleyen küçücük bir yelkenlide, deniz tutkusunun bir araya getirdiği insanlardık. Elverişsiz hava koşullarına aldırmaksızın hepimiz okyanus seyrinin muhteşem tekdüzeliğine kapılmış, dalgaları sayıyorduk.

Zaten tecrübeli denizciler için havanın kötü olması ve görüş mesafesinin az olması, eğer teknenin pruvası açık denize çevrili ise önemli değildir. Uzak durulması gereken, köpüre köpüre kıyıya doğru koşan dalgaların kayalarla çarpıştığı ufuk çizgisidir. 

Robben Adası’nın silueti sancak tarafımızda kaybolurken bocurgatların esneyip gevşeyip çıkarttığı ani homurdanmalara kulak kesildik. Okyanus yüzeyinde varlığını göremesek de rüzgârın ilk nefesi hissediliyordu. Yelkenler fora edildi. Melkbosstrand açıklarına vardığımızda dalga boyu iyice yükseldi, akıntı tersledi. Adeta çamaşır makinasına dönen okyanusta, ağır bir yalpaya düştük. Şiddetli sarsılmalarla ilerlemeye çalışan, her dalga darbesinin ardından silkinip içinde bulunduğu durumdan kurtulmaya gayret eden yelkenlimizin denemeleri sonuçsuz kalıyordu. Teknenin dümenindeki tecrübeli kaptanımıza göz ucuyla bakış attım. Sakin fakat temkinliydi. 

Diğerlerinin yüzüne ise bir tür meydan okuma ifadesi oturmuştu. Belli ki yelkencilik yeteneklerini test edecek bir fırsat çıkmıştı karşılarına. Bense karın boşluğumda kıvrıla büküle ilerleyen kasılmaya eşlik eden bulantı halinin bana “keşke biraz uyuyabilsem, o zaman belki düzelirim” diye düşündürttüğünü hatırlıyorum. 

Tekne dalgalarla, ben ise bedenime dalga dalga yayılan baskı ile boğuşuyordum. Yüzüm külrengi, kanı çekilmiş göz çukurlarımın içinden çürük mavi bakan gözlerim... Doğrulmak istiyordum ama ayaklarım bir kapana kısılmış gibiydi sanki, dengemi sağlayamıyordum. Galiba ben hariç teknedeki herkes neler olup bittiğinin farkındaydı. Doktor arkadaşım Annalene müstehzi bir gülümseyle, A Whiter Shade of Pale şarkısının “I was feeling kind of seasick’’ (deniz tutmuş gibi hissediyordum) dizesini mırıldanarak yanıma yaklaştı. Teşhis kesindi. Hayatımda ilk defa hissettiğim giderek de etkisini artıran deniz tutmasını deneyimliyordum. Halbuki deniz tutması başkalarının başına gelen bir şey değil miydi?..

Atlantik’te minicik bir ada

Seyre devam etmek yerine geceyi Yzerfontein açıklarındaki Dassen Adası’nın güneydoğu rüzgârından korunaklı koyunda geçirmeye karar verdik.  Doğa koruma alanı olan bu yamyassı adaya izinsiz çıkmak yasaktı. Afrika penguenleri ve birkaç endemik kuş türünden başka canlının yaşamadığı adada, gözlemevi olarak kullanılan birkaç bina ve deniz feneri harici bir şey yoktu zaten. Resiflerle çevrili koyun girişi deniz fenerinin uyarılarını ciddiye almayan iskeleti çıkmış paslı gemi enkazları ile doluydu. Dışarıdaki merhametsiz soluganlardan koya sığınmış irili ufaklı en az on tekne daha gördüm koydan içeri girdiğimizde. Tanıdık teknelerden selam vermek için gelen bir gemici, her teknede benim gibi deniz tutmasına yakalanmış en az bir “old salty dog” (tecrübeli saygın kurt denizciler için kullanılan bir terim) olduğunu söyledi. “Ne kibar, teknedeki ‘oyunbozan’ gibi hissetmemi istemiyor anlaşılan” diye düşündüm. Oysa ki ben oyunbozan değil, tutku ile bağlı olduğum okyanus tarafından ihanete uğramış gibi hissediyordum kendimi. 

Koyun sakin suları iyi geldi. Bedenimde altüst olan her şey yavaş yavaş yerine oturdu. Günün ilk ışıkları ile birlikte tazelenmiş uyandım. Kahvemi yapıp, teknenin havuzluğuna çıktım. Deniz fenerinin kırmızı beyaz paralel çizgili uzun gövdesinden kurtulan güneşi selamladım. Parlaktı ama henüz ısıtmıyordu. Solgun sarı renkli güneşe bakarken serin rüzgâr yüzüme çarptı ve saçlarımı havalandırdı. İlginçtir; hatırda kalmayacak kadar uçucu sandığım bu kısacık anı ve Mark Twain’in öğüt niteliğindeki sözlerini hatırlarım bu deniz seyahatimi hatırladıkça:  “Zincirlerinizden kurtulun. Güvenli limanlardan yelken alıp uzaklara açılın. Bırakın rüzgâr doldursun yelkeninizi. Merak edin. Hayal edin. Keşfedin.”

elifgunsel@yahoo.com