Okan Bayülgen'den kahve belgeseli: Saatsiz olur kahvesiz olmaz

Okan Bayülgen, kendi hayatından izler taşıyan “Göz Açıp Kapayıncaya Kadar” isimli kahve belgeselini izleyiciyle buluşturdu.

Ayça Han

Doğum günü olan 23 Mart’ın öğle saatlerinde buluştuk Bayülgen’le. Yağmurlu ve rüzgârlı bir İstanbul gününde, Mecidiyeköy’deki Dada Salon Kabaret’in sarı sıcak salonunda kahveden pandemiye, “Mutluluk için en çok ihtiyacımız olan insanlar” dediği sanatçılardan İstanbul Sözleşmesi’ne uzanan bir sohbet gerçekleştirdik.

Okan Bayülgen ve Selin Atasoy’un birlikte yazdığı "Göz Açıp Kapayıncaya Kadar" belgeseli YouTube’da yayında. Bayülgen, kendi kahve alışkanlığı üzerinden yola çıkıyor, konunun uzmanlarıyla çok keyifli kahve sohbetleri yapıyor. Bayülgen, “Kahve bizim mutlu alışkanlığımız. Birçok yönü var; insanları bir araya getiriyor. ‘Dur kalkma’ demek için, ‘Gel’ demek için, ‘Seni özledim’ demek için bir neden. Törensel yanı var, felsefeyle edebiyatla ilgili... Magazin yönü var. Başka, kahve içenler ne yapmış? Balzac ölmüş, Mozart kahve sayesinde bu kadar çok eser ortaya çıkarabilmiş, Goethe kahve tiryakisiymiş. Belgeseli çekerken ‘Acaba bütün bu dünya, aslında kendi hayatımız kahve ile ilişkilendirilerek nasıl anlatılır' gibi bir yaklaşımımız vardı” diyor.

Belgeselde izlediğimiz Okan Bayülgen’in kahveyle yaşadığı gerçek ilişki değil mi? Kısa uyku, bol kahve...

Evet samimi. İzleyecekler için sinir bozucu olmayayım, sonunda ne olacağını söylemeyeyim. Hemen başında olan şey, kısa uykulardan yorgun uyanıp, sonra yeniden kısa uykulara ihtiyaç duyuyorum. Bu benim hayatım aslında. Benim hiç 8 saatlik uzun bir uykum yok. Çok yorgun olmam, perişan olmam lazım uzun bir uyku uyuyabilmek için. Ve uzun bir uykudan sonra da beni yıllar sonra vücudumu çözerek uyandırmışlar gibi geliyor. 2042 senesinde tekrar uyandırılmışım ve dünyayı algılamaya çalışıyor muşum gibi geliyor. Ben saatsiz yaşadığım için sürekli evin içinde dolanıp, sürekli kahve içip, sonra 15-20 dakika ya da bir buçuk saat bir uyku uyuyup, sonra tekrar kalkıp yine bir şeylerle ilgileniyorum. Herkes de bana uykucu diyor bu arada. Çünkü bir yerde otururken ‘bir dakika ben uyumaya gidiyorum’ deyip 10 dakika uyuyup geri dönüyorum.” Ve bu yalnız olmak zorunda. Biriyle beraber yaşasanız bile bu mümkün değil, onu uyandıramazsın ki her seferinde “Kalk ben de kalktım” diye. Bu yalnızlığın bir arkadaşı kahve. Uyku ile ilişkimi böyle. Herkes de bana uykucu diyor bu arada. Çünkü ben bir yerde otururken bir dakika ben uyumaya gidiyorum deyip 10 dakika uyuyup geri dönüyorum ondan sonra.

Belgeselde hep "Uyanık kalmalıyım" diyen Okan Bayülgen var.

Bir sonraki anı planlamak zorundayım. Satranç oyuncusu gibi davranmak zorundayım. “Birazdan kalkacağım ve şu ceketimi giyeceğim, şu tişörtümü ya da gömleğimi, boynuma şu eşarbı bağlayacağım, şu ayakkabıları giyeceğim.” Bunlar uyanırken yaptığım şeyler, onları seçmiyorum. Kadınları da anlamıyorum. Kadınlar dolabı açıyorlar ya da elbise odalarına giriyorlar ya da tek tek aynaya vücutlarının üstüne koyuyorlar bir entariyi ve buna bakıyorlar bu. Bu ritüel de çok hoşuma gidiyor, sanki onu kendisi satın almamış ya da ilk defa görüyormuş gibi. 10 yıllık bir elbiseyi niye üzerine tutup bakıyorsun, kafayı mı değiştirdin? Barbie oyuncaklar gibiler, kendilerine bakıp “Hmm bugünün suratıyla bu elbise tamam mı?” gibilerinden, bu ritüel çok hoş. Böyle yapamıyorum ben. Bunu daha önceden hayal etmem lazım. Sonra, herkes yapar, birazdan evden çıktığımı hayal ediyorum, arabaya bindiğimi hayal ediyorum, oradaki konuşmaları hayal ediyorum, şunların söylenmesi gerekiyor, bunların söylenmemesi gerekiyor gibi şeyler düşünüyorum. Ve önümüzdeki saatlerde olabilecek hareketleri ve kombinasyonları düşünen bir satranç oyuncusu gibiyim.

DEPRESYON İHTİYAÇ...

Peki, ya tembellik hakkınız?

Deli gibi. Bütün bir gün hiç kalkmadan yatmak gibi mesela. O iyi bir şey, otam bir depresyon. Diyelim ki bir haftanın bir günü fırsat buluyorsun ve tam bir depresyona giriyorsun ama ağır bir depresyon yani. O depresif zamanlarda yıkılma ve sonra tekrar ertesi gün ayağa kalkma zamanları gibi. Normal çalışma ritmi olan, yani saatli çalışma ritmi olan insanlar bunu bölerler. Pazar günü öğleden sonra depresyon yaşıyor, bir de yağmur yağarsa tamam, ama öyle bir şeyim yok. Bulabildiğim anda depresyona girmek zorundayım çünkü hayat başka türlü. Depresyon ihtiyacı da var aslında, yani saatlere bölmeden, her haftada bir pazar günleri öğleden sonra değil ama bunu belli aralıklarla yoğun olarak yaşamak zorundayız. Hepimiz yıkılmak zorundayız ki, yoksa çünkü bir insanın hayatında her şeyin güzel gittiği bir zaman olamaz ve o bir kandırmacadır zaten. Her şey o kadar güzel ki, “Çok güzel çocuklarım, çok güzel karım, çok güzel bir arabam, çok güzel bir evim” falan filan. Demek ki intihara doğru gidiyorsun aslında içten içe.

Filme nasıl tepkiler aldınız?

Film çok sakin bir film, hiçbir şey olmuyor filmde, hakikaten hiçbir şey olmuyor. Peki bu 75 dakika yapıldı, 90 dakika da yapılabilirdi montajla ilgili bir şey, elimizde daha fazla malzeme vardı. Peki bu kadar malzemeyi ne zaman çektik, 6 günde. Uzun bir süre değil. Neye ihtiyacımız varmış onu anlıyorum ben, benim nasıl bir şey çekmeye ihtiyacım varmış ya da şu andaki yorumlara ve izlenme oranlarını bakarsak insanların belki böyle bir şeye de ihtiyacı var mıymış varmış. Her taraftan bir görsel şölen sunulurken ve bütün YouTuberlar, Instagram fenomenleri, reklamcılar artık bırak dakikaları saniyeler içine sıkışmışken. Çok duyduğumuz bir şey değil mi bu “Aman videon 10 dakika olmasın 10 dakika bir şeyi kesin seyretmiyorlar, 8 dakikayı hiç seyretmiyorlar, 6 dakika belki.” E ne yapacağız birader? İşte bir dakika içerisinde her şeyi derle topla anlat ama bir dakikaya bile tahammülleri yok insanların. Biz bir şeyi uzun uzun, tatlı tatlı nasıl anlatacağız? O zaman iyice sakinleştirelim. Tabii bir sanat filmi yapmayalım yani yarım saat boyunca bir manzara gösterip üzerine de bir düşünce koyalım gibi bir şeyden bahsetmiyorum ama, daha sakin bir şey yapalım ve belki bu başka bir şekilde kapılıp izlemeyi sağlayabilir. Yani bizim filmimizde tempolu mu aksiyon var mı diye baktığın zaman, işte Netflix'te ya da başka bir platformda bir macera filmi, üzerinde macera ve aksiyon yazdığı için filmin, bizi ilk saniyeden itibaren dövmeye başlıyorlar. O kadar overdose haline gelmiş durumda ki ve o kadar dayak yiyoruz ki işte 10 saniyede 20 kişi ölüyor, ondan sonraki 10 saniyede bir 500 kişi daha ölüyor, bütün arabalar çarpışıyor, uçaklar düşüyor falan filan. Artık buna şey diyorlar, boşa dönen motor, yatak sarmış motor diyorlar. Artık boşalmış, kendi kendisine lüzumsuz yere dönen bir çark gibi. Bir yandan bu da bize veriliyor, belki sükunet iyi gelmiş olabilir.

Siz kahveyi nasıl içiyorsunuz?

Sade Türk kahvesi, espresso içiyorum. Sonra çok koyu ve acı şeyler içmekten sıkılıp sütlü kahveler istiyorum. Latte filan gibi şeyler istemiyorum, aromalı, şuruplu şeylere falan meraklı değilim.

MARUL SABUNLADIM

Depresyondan bahsettiniz ya az evvel. Pandeminin ilk anlarını sorayım, nasıl başa çıktınız?

Tabii bir iki kere marul sabunlamışlığım var ama çok değil. Başlangıçta  salakça bir şekilde kabareden arkadaşlarımla, müzisyenlerle, oyuncularla ya da kabarede çalışan arkadaşlarımla, sanki bizim dışımızda bir şey varmış gibi şöyle konuşmalar yapıyordum: “Bunu bir fırsat olarak değerlendireceğiz ve yeni oyunlar sahneye koymak için, kitap okumak için, yeni oyunlar yazmak için kullanacağız. Onun için hep kabarede toplanacağız. Şimdi yarın burada buluşuyoruz” falan filan. Sonra da bu randevuları iptal ettim tabii, çünkü bizim dışımızda bir şey olmuyor, bizim içimizde bir şey oluyor. Onları buraya toplayıp hasta olmaları riskini niye alıyorum ki dedim. Sanki bizim dışımızda oluyormuş gibi. Eskiden çok koşturuyorduk, şimdi bunu üretmek için bir fırsat olarak değerlendireceğiz ve pandemi bittiğinde biz bir sürü yeni oyunla perde açacağız gibi düşünüyordum. Nasıl, kiminle yapacaksın ki bunu? Onlar da evlerinden çıkacaklar kabareye gelecekler, bu riskli bir şeydi. Zaman zaman çalıştık, zaman zaman vakalar artınca herkes evlerine kapandı.

Bu yaza bir hazırladığınız var mı, burada ya da Bodrum’da?

Var. Şu anda, bugün yapılan prova var, yeni provalar gelecek. Burada belirsiz olan saat kısıtlamaları. Bir dükkanın, tiyatronun, restoranın, barın kapısının açılması ile ilgili bir şey değil, saatle ilgili bir şey. Saat kısıtlamaları ile ilgili. Çünkü bizim oyunlarımız zaten kabarede çok uzun süre oynansın diye yapılmış oyunlar. Bugünün yeni seyirci alışkanlıklarıyla, “Gittim bir buçuk saat izledim çıktım ve sadece bir izleyiciydim” gibi görmüyor insanlar kendilerini. “Ben artık bunu izleyen değil bunu deneyimleyen bir kişiyim ve eğer evden kalkıp Mecidiyeköy'de bir kabareye gidiyorsam, orada kapıdan girdim izledim koşa koşa geri çıktım” gibi bir deneyim istemiyorlar. Saatler geçirmek istiyorlar beraber, o deneyimleme içerisinde başka şeyler de olsun, yemek, içmek, oyunun önünde arkasında başka eğlenceler de olsun istiyorlar. Dolayısıyla bu uzun saatler istiyor. Saat 22’ye kadar 23’e kadar bir sınırlama getirirsen bizim bu işi yapmamıza imkan yok.

Zorladı mı mekânları ayakta tutmak?

Evet hem Bodrum’da hem burada. Ek çalışma ödeneği aldık, ek çalışma ödeneği yeterli değil. Ayakta tutuyorum ama bütün tiyatrocular anlatır, ömür boyu bir tiyatron ya da bir lokantan, kulübün varsa zaten o sana çalışmıyor sen ona çalışıyorsun. Dolayısıyla ben başka işler yapıp onları bu işlere yatırıyorum. Hepimizin kaderi budur, herkes bunu anlatır. “Tiyatro açtım zengin oldum” diyen hiç yoktur, “Tiyatro açtım battım” diyen çoktur.

MUTLULUK İÇİN EN ÇOK İHTİYACIMIZ OLAN İNSANLAR

Pek çok genç tiyatrocu evine döndü, küçük salonlar kapandı, insanlar mesleğinden soğudu...

Müzisyenlerde de var evet, tiyatrocularda da var. Bizim mutluluk için en çok ihtiyacımız olan insanlar oyuncular, yazarlar, müzisyenler, besteciler, icracılar ve her krizde onlar sahipsiz kalıyorlar. Burada sahiplikle ilgili bir şey söylemek istiyorum, zaten sahipsizler. Yani işin özü de, mesleğin kendisi de sahipsizlikle ilgili bir meslek. Bir oyuncunun sahibi ne bir devlet, ne bir kurum olabilir. Zaten mesaisiz çalışan, ay sonunda maaş almayan insanlar. O yüzden zaten başımıza bu geliyor hepimizin. Biz zaten bir adrese bağlı, bir müdüre, her türlü müdüre ya da devlete bağlı çalışan insanlar değiliz, olmak da istememişiz. Zaten konservatuar sınavlarına girdiklerinde hem müzisyen, hem oyuncu, sanatçı adayları, ressam olmak istediğinde, heykeltraş ya da seramikçi ya da yazar ya da sanatla ilgili edebiyatla ilgili işler yapan insanlar zaten özgür ruhlardır. Onlar bir yere bağlanmak istemezler. Zaten işin doğası budur ve sahipsiz kalacaklardır. Peki bu güzel midir? Hayır değil. Çünkü bütün toplumlar bu insanlara ihtiyaçları olduğunu bilirler. Çünkü başka kim vardır savaşta yapılan kahramanlıkları anlatacak, kim vardır sevilen liderleri methedecek, kim vardır herkesin hikayesini yazacak, kim vardır ilham veren şarkılar kitaplar yazacak, onları bize anlatacak, o şarkıları bize söyleyecek? O zaman bütün bu sanatçıları öldürelim. Ölüyorlar zaten, intihar ediyor çoğu müzisyen. E peki, ölsünler, neye benzeyecek hayat? Külçe külçe altınları üst üste koy, her gün kalkar sayarsın işte. Tabii ki kendinizi  sanatınıza  adadıysanız, ekonomik krizler ya da pandemilerde bir çözüm yolunuz da yok. Kendinizi sanatınıza adamışsınız. Bu insan sadece kitap yazmak istiyor ya da sadece şarkı söylemek istiyor, sadece resim yapmak istiyor, sadece oyuncu olarak yaşamak istiyor. Peki onun bir çaresi yok ki. Hakikaten kurumların sahip çıkması lazım. Kurumlar dediğim sadece devlet değil belediyeler de. Güzel çalışmalar yapan belediyeler var. Ama asıl bir şey yapması gereken tabii ki bakanlıklar, Kültür Bakanlığı başta olmak üzere. Sonra silsileler halinde kurumlar bu konuda çözümler bulmak zorunda.

Hayata bakış açınız farklılaştı mı pandemi nedeniyle?

Bu konuda fikrim 8-9 yaşından beri hiç değişmedi. Dünya b*k gibi bir yer, hayat da güzel değil. Zaten böyle bir şaşkın olamam ki, onu güzelleştirmem gerekiyor kendim için, sevdiğim insanlar için. Zaten bu bir çaba istiyor. Yoksa bir sincap olarak doğmuş olurdum ağaçtan ağaca koşardım. Onu güzelleştirmemiz değiştirmemiz gerekiyor. Zaten bir kere her şeyin kötü olduğunu kabul edelim, oradan başlayalım, bu elde var bir olsun. Pencereden baktığımızda güzel binalar görmüyoruz, sokağa çıktığımızda gülen yüzler mutlu insanlar görmüyoruz. O zaman değiştirmek lazım. “Ben burayı nasıl değiştiririm, ne yaparım daha iyi olması için?”

İSTANBUL SÖZLEŞMESİ GERİ GELECEK, BAŞKA ÇARE YOK

Bayülgen, İstanbul Sözleşmesi’nden çekilme kararını sorunca şunları söylüyor:

“İstanbul Sözleşmesi ile ilgili iktidar ve halk ya da halk ve halk, LGBTİ+’yı ilgilendirecek maddelerde anlaşamıyorlar. Bu tartışma şöyle ya da böyle bütün dünyada yapılıyor, yapılacak. Ben tamamen İstanbul Sözleşmesi’nden yanayım, ben tamamen LGBTİ+’yı ilgilendiren bölümlerle ilgili olarak, LGBTİ+’den yanayım. Bugün zamanın değişimine ayak uyduran birinin başka türlü düşünmesi zaten mümkün olamaz. Objektif nasıl bakabilirim diye düşünüyorum, bazıları bazı maddelerden korkuyorsa bu ancak bir araya gelerek, konuşarak, düşünerek, akademik, medyatik toplantılarla, tartışmalarla çözülür. İnsanlar birbirlerini ikna etmek zorundalar. Politikacılar bütün dünyada insanlar yararına ya da insanlar aleyhine kanunları, kuralları politik olarak yaparlar ve bundan aslında hiç politik olmayan insanlar etkilenir, mesele bu. Politika iyi değildir zaten. Politikacılar bütün dünyada, bütün özgür ülkelerde dahi hep geriden gelirler, başka çare yoktur. Ufuk açan insanların daha özgür olması, daha çok haklarla donatılması konusunda başı çeken politikacılar olmamıştır. Toplum dinamikleri onları değiştirecektir, onların da başka çareleri kalmayacaktır. Oy alamayacaklardır bu değişiklikleri yapmazlarsa, bu kadar basit. İstanbul Sözleşmesi öyle ya da böyle tekrar geri gelecek, başka çare yok. Daha da iyi prensiplerle geri gelecek.”

Bu duruma da alışıldı mı biraz? Bir şey oluyor birkaç gün fırtınalar kopuyor, sonra sakinleşip yeni gelecek felakete hazırlık başlıyor..

Z kuşağı bu işleri değiştirecek, Z kuşağı politikacıların kendilerine doktrinlerden, prensiplerden söz etmelerine aldırmayacak. Başka bir ajanda ile, bambaşka bir gündemle politikacıların karşısına çıkacak ve diyecek ki “Bana bu konulardan söz et, ya da söz etme dinlemeyeceğim seni” bu kadar basit. Bugün çocuklarımıza baktığımız zaman, kadın haklarını ilgilendiren, LGBTİ+ haklarını ilgilendiren konularda nasıl yaklaştıklarını gördüğümüzde, aslında tartışmanın ekseni tamamen kayıyor. Başka bir tartışma ya da tartışmamaya doğru gidiyoruz. Haklar evet, elde var bir haklar, haklar olacak başka çare yok.