ODTÜ ve Diyalogdan Uzak Yönetim Biçimi

ODTÜ olayları Gezi'nin erken gelen bir tekerrürü halini aldı.

Sadık Çelik/Cumhuriyet

Toplumun, insanların, daha da önemlisi gençlerin seslerine, taleplerine kulaklarını kapayan, konuşup anlaşmaktan değil sinsi gece baskınlarından, gazdan, biberden yana bir yönetme, ya da bir “yenme”, “hizaya getirme”anlayışıyla birlikte oldu bu.
Birkaç hafta önce 
“300 ağaç keseceğiz” dedikten sonra bir bayram günü, gece yarısı üniversitenin duvarlarını yıkarak araziye girip, birçoğu taşınabilir olmasına rağmen 2300 ağacı katletmek, üstelik bunu sit alanı olarak kabul edilmiş, dolayısıyla bırakın ağaç kesmeyi dokunmanın bile yasak olduğu bir alanda yapmak, bir tür “saldırı mekanizması”nın faaliyeti değildir de nedir? 
Üniversite gibi toplumun en kıymetli kurumlarından biri olarak, üstelik ülkenin bu anlamda en prestijli üniversitelerinden sayılan ODTÜ’nün öğrenci ve akademisyenleri ve onlara destek veren onca insanla oturup konuşarak, uzlaşarak bir plan, program hazırlamak ne kadar zor olabilirdi?
Gerçi esas meselenin tam da toplumdaki bu, ötekilere ait prestijli alanlara el koymak, simgesel önem arz eden sahiplikleri kırmak olduğunu düşünürsek, u
zlaşmanın neden bu kadar uzağında olduğumuzu da görebiliriz. 
Birbirimizi anlayarak, dinleyerek çözebileceğimiz bir meseleyi savaşarak çözmeye ne kadar da hazır ve istekliyiz...
Belediyecilik, henüz yasal süreçleri tamamlanmamış bir imar planı öne sürülerek memleketine duyarlı, doğasına saygılı insanların
“ben yaptım oldu”cu projelere karşı vermeye çalıştığı mücadeleyi yok saymak değildir ve olmamalıdır da. 
Ancak
verilen sözlerin yok sayılması, yalan söylemenin bu derece kolaylaşması, hak - hukuk çiğnemenin fütursuzluğu ve riya, sağlıklı bireysel ilişkilerin bile yok edici silahıyken bunun ülkedeki belediyecilik anlayışına bu kadar derinlemesine işlemesine izin verilmesi bir tür çöküşün ifadesi olarak bile okunabilir. 
Üstelik 20 senedir bu ülkenin başkentinin belediye başkanlığını yapan bir ismin çıkıp tüm bu insanlarla ve toplumla dalga geçer gibi yorumlar yapıp, tweet’ler atması, gece baskınını kendisine yapılmış bir 
“sürpriz” olarak nitelemesi hangi sağduyu, hangi yöneticilik ve hangi demokrasi anlayışına sığıyor?

Balyoz

Davayı çok yakından takip etmeye de gerek yok aslında. Belirli bir mesafeden baktığınızda bile ortada sıra dışı ve akıl dışı birtakım şeylerin olduğunu, döndüğünü ve yaşandığını görebiliyoruz. 
Ülkenin kıymetli hukuk adamları da mahkûmiyetlerle ilgili alınan birçok hatalı ve mantık dışı karara izah bulmakta güçlük çekiyor. 
Önde gelen hukuk otoritelerinden Yargıtay Onursal Başkanı Prof. Dr. 
Sami Selçuk örneğin. Geçen günlerde bir gazetede Balyoz davasıyla ilgili görüşlerini yazı dizisi halinde açıkladı ve konuyla ilgili Yargıtay’ın kararlarını ağır bir dille eleştirdi. 
Hüküm kararının olasılıklar üzerinden değil kesinlikler üzerinden verilmesi gerektiğini, bunun sağlanamadığını, kanıtların doğruluğunun araştırılmadığını ve neticede kararlara hukuksuzluğun hükmettiğini dile getiriyor. 
Tüm bu nedenlere bağlı olarak davanın 
“adil ve dürüst yargılama hakkını” ihlal ettiği gerekçesiyle Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’ne taşınması gerektiğini savunuyor. 
Sami Selçuk’tan başka, 240’a
yakın albay ve generalin her şeyden önce hukuk vicdanına sığmayan bir biçimde yargılandıktan sonra içeriye atılması, havada uçuşan ağır hapis cezaları karşısında yandaş olmayan, vicdan sahibi hukukçuların tamamı bu davanın ciddiye alınmasının bile mümkün olmadığını savunuyorlar. 

 

***


ÇED Köşesi’nden Cumhuriyet okurlarına hitap eden çok değerli yazar, mimar ve akademisyen, başta İstanbul olmak üzere kentsel ve toplumsal değerleri korumak için büyük mücadeleler verenOktay Ekinci’yi beklenmedik bir şekilde kaybettik ve biraz daha yalnızlaştık. 
Kendisine Allah’tan rahmet, geride kalanlara ve sevenlerine başsağlığı diliyorum. Huzur ve nur içinde yatsın.