Obama Yönetiminin İran'ı Vurmaktan Başka Seçeneği Yok mu?
cumhuriyet.com.trObama’nın İran stratejisi, Bush döneminde olduğu gibi, İran’ı içinden vurmaya, zayıflatmaya ve rejimi değiştirmeye çalışmak, bu mümkün olmadığı takdirde de askeri müdahaleye başvurmaktır.
Uluslararası alanda çalım ve içerde de hava atmak amacıyla yerli yersiz arabuluculuk önerisinde bulunması, AKP hükümetini müşkül ve hatta gülünç durumlara düşürüyor. Sayın Davutoğlu’nun Tahran’ı ziyaret etmesindeki esas amaç da, Türkiye’nin İran’la ABD arasında arabuluculuk yapmasına İran’ı ikna etmekti. Ne var ki meslektaşı Manuçehr Mutteki Türkiye’yi arabulucu olarak kabul etmediklerini ortak basın toplantısında açıklayıverdi. Oysa bu konuda ders alınması gereken tatsız ve mahcubiyet yaratıcı bir olay Başbakan Erdoğan’ın, 7 Aralık 2009’da Washington ziyareti sırasında yaşanmıştı. Başkan Obama ile görüşmesinde Türkiye’nin İran’la ABD arasında arabuluculuk misyonu üstlenmesine muhatabını güç bela ikna edebilmiş olan Başbakan Erdoğan, ertesi gün İran’ın dış politika sözcüsü Ramin Mihmanperest’in “İran’ın Türkiye’nin arabuluculuğuna ihtiyacı olmadığı” yolundaki açıklamasıyla gayet müşkül bir duruma düşmüştü. Böylece, Davutoğlu’nun diline doladığı Türkiye’nin “pro-aktif dış politikası” da birden “pro-komik” bir hale dönüşüvermişti.
Hemen belirtelim ki, Tahran’daki yönetim Türkiye’nin İran’a gösterdiği yakınlıktan memnundur. Ancak, Ankara’nın uyarılarına kulak verdiği söylenemez. Zira, ülke ve rejimlerinin varlığının, ABD ile İsrail’den kaynaklanan yaşamsal tehdit altında olduğu kanısındaki İran’ın dini ve siyasi liderleri, düşmanlarını caydırmanın yegâne çaresinin nükleer silaha sahip olmak olduğuna inanmışlardır. Bu nedenle, abluka ve ambargoyla İran’ı nükleer projesinden vazgeçirmenin mümkün olacağını düşünmek abesle iştigaldir.
İran çetin bir ceviz
Başkan Bush’un Irak’ın işgaliyle başlayan savaş sürecinin Ortadoğu’da değiştirdiği dengeler, İran’ın bölgede kayda değer siyasi ve askeri nüfuz elde etmesine yol açmıştır. İran, bugün bir ahtapot gibi Ortadoğu’nun her yönüne ulaşan kollarıyla olayları etkileme ve ABD’nin bölgedeki en hassas çıkarlarına ciddi boyutlarda zarar verme imkânını kazanmıştır. Nitekim, Irak’ta devletin her kademesinde etkinliği hissedilen Tahran, bu ülkenin istikrarını derinden sarsabilecek unsurların kontrolünü elinde tutmaktadır.
Ayrıca, Tahran, İsrail’e karşı “destansı” direnişiyle kendini kanıtlayan Hizbullah üzerinde sahip olduğu nüfuz sayesinde etkinliğini Akdeniz sahillerine kadar yaymıştır. Filistin sorununda kilit unsur olan Hamas’la ilişkileri çok kuvvetlidir. Bunlara ilaveten, Basra Körfezi’nin Batı sahillerindeki petrol ve gaz zengini kırılgan Arap monarşileri bünyesindeki Şii cemaatler üzerindeki derin etkisi ve Taliban ile ilişkileri, İran’ın bölgede hegemon bir güç olmaya aday olduğunu ortaya koyuyor.
İran’ın güç ve nüfuzunun daha da artmasına yol açacak bir gelişmeyi de, ABD’nin askerlerini Irak’tan çekmesi sonucunda bu ülkenin etnik ve mezhepsel fay hatları ekseninde parçalanması tetikleyecektir. Bu durumda güneyde doğacak boşluk İran tarafından doldurularak Irak petrol rezervlerinin yüzde 65-70’ine sahip olacak ve Tahran’ın vesayeti altına girecek bir Şii devleti kurulacaktır. Bunu fırsat bilen ABD, kuzey Irak’ta kurulacak Kürt devletine yerleşerek burayı askeri bir üs haline dönüştürecekse de, bu yeni jeopolitik şekillenmede İran’ın Körfez’in iki kıyısını da kontrol etmesi Washington için tam bir kâbustur. Zira, bu konumdaki bir İran’ın bir de nükleer silaha sahip olması olasılığı, ABD’nin “Büyük Stratejisi” açısından kabul edilemez ve mutlaka bertaraf edilmesi gereken bir tehdit niteliğindedir.
Nedir bu ‘Büyük Strateji’?
ABD’nin “Büyük Stratejisi” (Grand Strategy), Amerika’nın Körfez bölgesindeki enerji kaynaklarının kontrolünde tekele sahip olmasını sağlamaya yönelik tüm politikaları ve önlemleri içerir. “Büyük Strateji”ye göre, ABD, Körfez bölgesinde enerji alanına ilişkin çıkarları açısından tek başına hareket etme serbestisine her zaman sahip olabilmeli ve bu serbestiyi sınırlayıcı, dengeleyici veya engelleyici başka hiçbir gücün oluşmasına izin vermemelidir.”
Bu stratejinin kaynağındaki 1980 tarihli “Carter Doktrini”ne göre ise “Basra Körfezi bölgesinde bir başka devletin kontrol sağlama yolundaki bir girişimi ABD’nin yaşamsal çıkarlarına saldırı anlamına gelir ve Amerika böyle bir saldırıyı, askeri güç de dahil olmak üzere, her türlü imkânla bertaraf eder.” Bu itibarla Obama’nın da İran stratejisi, aynen Bush döneminde olduğu gibi, İran’ı içinden vurmaya, zayıflatmaya ve rejimi değiştirmeye çalışmak, bu mümkün olmadığı takdirde de askeri müdahaleye başvurmaktır.
Rejimi devirmek hayal
Ancak, ABD’nin İran’da muhalefeti güçlendirerek rejimi devirme planı bir hayalden ibarettir. Bir kere rejim, siyasi ve askeri açılardan gayet sağlam bir şekilde yapılanmıştır.
İkincisi, İran’da muhalefetin rejimi çökertecek bir güce erişmesini beklemek gerçekçi değildir. Üçüncüsü, muhalifler iktidara gelse bile, bu, İran’ın nükleer politikasını etkilemez, zira “bu konuda muhalefet lideri Mir Hüseyin Musavi en az Cumhurbaşkanı Ahmedinejat kadar kararlıdır. Bunun sebebi, reformcu ve muhafazakârı ile birlikte İran halkının nükleer silah üretimi konusunda son derece güçlü hislere sahip olmasıdır.”
Bu durum, ABD’ye askeri müdahaleden başka bir seçenek bırakmıyor. Ancak, ABD’yi askeri seçeneğe başvurmaktan caydıran üç neden var. Birincisi, Irak ve Afganistan/Pakistan savaşları güç ve enerjisini tüketirken ve ağır ekonomik krizin etkileri silinmemişken ABD’nin bir ilave cephe açmasına ülke kaynaklarının elvermemesidir. İkinci neden, Irak’la mukayese edilemeyecek kadar güçlü olan İran’a karşı girişilecek klasik bir kara harekâtının başarı şansının sıfır olması ve sadece havadan bombardıman ile de sonuç alınamayacağı endişesidir… Üçüncüsü, İran’ın bölgedeki ABD çıkarlarına vereceği ciddi zararlar ile Hürmüz Boğazı’nı trafiğe kapatmasının petrol fiyatlarının sınırsız yükselmesine yol açması tehlikesidir. ABD’nin arka planda kalarak İsrail’e yaptıracağı bir hava saldırısına gelince, böyle bir operasyon pek büyük ölçekte olamayacağı cihetle, ne ülke sathına yayılmış ve gizlenmiş olan nükleer tesislerin tümüyle imhasına yol açacak, ne de İran’ın bölgedeki hegemon gücünü yıpratma sonucunu doğuracaktır. Böyle bir saldırının yegâne sonucu, İran halkının rejimle kenetlenmesini sağlamak olacaktır.
Görüleceği üzere, bugünün koşulları devam ettiği sürece ABD’nin İran’a askeri operasyon yapması olasılığı pek yüksek değil. Ancak, ABD kuvvetlerinin çekilmesinden sonra Irak’ta iç savaş patlak vermez ve Afganistan’da Taliban kontrol altına alınabilirse, durum değişir ve müdahale gündeme gelir.
ABD’li strateji uzmanlarının çoğu, böyle bir müdahalenin amacının, nükleer tesisleri imha etmenin ötesinde rejimin değiştirilmesini de kapsayacağını, bu nedenle de hedef listesinin geniş tutulacağını belirtiyorlar.
Türkiye oylamada ne yapacak?
Batı basını, yaptırımların Güvenlik Konseyi’nde oylanmasında, Türkiye’nin, dostu ve komşusu İran ile Batılı müttefikleri arasında sıkışacağını belirtiyor ve Ankara’nın oyunun renginin Batı ittifakı içinde yer alıp almadığını gösterecek güçlü bir turnusol testi olacağını vurguluyor. Bakalım, Tahran’ın nükleer silah yapmayacağına kefil olduğunu uluslararası forumlarda tafra atarak açıklayan Başbakan Erdoğan, bu tavrını sürdürerek Türkiye’nin oylamada daha önce yaptığı gibi çekimser kalması kararını alabilecek mi?
Hiç zannetmiyorum. Çünkü, Türkiye konumundaki Batı ile ittifak ilişkileri olan bir devletin bu şekilde hareket etmesi için tutumunu “yapıcı tarafsızlık” gerekçesine dayandırması gerekir. Bunun için de Başbakan Erdoğan’ın , İran’ı ilerde ABD ile bir uzlaşma pozisyonunda buluşturabileceği hususunda sağlam bir beklentiye sahip olması icap eder. Ancak, yukarıdaki tahlilimiz bu hususta umutlu olmaya elvermiyor. Bu durumda, oylamada Türkiye’nin Batı ülkeleri safından ayrılması akıl kârı görünmüyor.
(I) Listen to the Iranian People, Robert Wright, The New York Times, 09. 02. 2010