Obama ve ‘Öteki’ Amerika...
cumhuriyet.com.tr
Obama dönemini değerlendirirken Bush yönetiminin ikinci dönemindeki bazı değişiklikleri göz ardı etmemeliyiz. Bu dönemde bazı “neocon”lar yönetimden ayrıldı. Condoleezza Rice yönetimindeki “pragmatist realistlerin” ağırlığı arttı.
Barack Obama, seçim kampanyası boyunca “değişim” sözcüğünü çok sık kullandı ve bu sözcüğü kampanyasının odak noktasına oturttu. Obama’nın güdeceği siyasaların ne ölçüde değişim getireceğini zaman içinde göreceğiz. Ancak, 13 Nisan 2006 tarihinde “Cumhuriyet”te yayımlanan “ ‘Öteki’ Amerika’nın Sesi” başlıklı makalemde vardığım sonucun hâlâ geçerli olduğunu düşünüyorum. O da şu: Obama Başkanlığı’nda değişimi bir ölçüde güdülecek iç politikada görebileceğiz. Güdülecek dış politikada ise “üslup” ve bazı konuların vurgulanması ile ilgili olarak değişikliklere tanık olabiliriz; ancak tüm bunların dış politikada “temel” değişiklikler getirecek boyutta olmayacağı kanısını taşıyorum.
Obama’nın ilk aşamada başarılı olduğu konu şudur: Özellikle son yıllarda Amerikan karşıtlığının yükseldiği ve Amerika imajının en alt düzeyde seyrettiği bir dönemde bir siyahi liderin ABD Başkanlığı’na seçimi bu imajın düzelmesinde büyük bir rol oynamıştır.
Ancak Obama’nın güdeceği siyasalar, bu düzelmiş imajın sürekli olup olmayacağını saptayacaktır.
Obama “oyunu” kurallarına göre oynuyor. Bazı önemli kuruluşları ve örneğin İsrail devletini karşısına almamaya özen gösteriyor. Daha seçim kampanyasının başlarında, Obama en büyük Musevi kuruluşu olan AIPAC’ı ziyaret etmiş ve İran’a karşı geleneksel politikayı orada tekrarlayıp İsrail’in güvenliğini korumaya bağlı olduklarını söylemişti. Gerçek anlamda stratejik müttefik olan İsrail’in onayı olmaksızın İran’la temas edeceğini düşünmemek gerekir. Nitekim, seçildikten sonra yaptığı ilk basın toplantısında da İran için söyledikleri en azından İran konusunda temel bir değişikliğin olmayacağının işaretidir. Rahm Emanuel’i Beyaz Saray Genel Sek-reterliği’ne ataması da bir başka örnektir. Aşırı partizanlığı ve İsrail yanlılığı nedeniyle Rahm Emanuel’in tartışılan bir kişiliği var. Oysa kendisine verilen görev nedeniyle Rahm Emanuel, Obama ile çok yakın çalışma ilişkisi içinde olacaktır.
Önceki makalemde belirttiğim gibi “Öteki Amerika” deyimini o ülkedeki yoksullar ya da ezilen gruplar anlamında değil, ABD hükümetinin güttüğü politikalardan farklı yaklaşımları olan kişiler ve gruplardan söz etmek için kullanıyorum. Amerika’nın politikası uzunca süre sağa kaymıştır. Clinton döneminde daha insancıl politikalar güdülmek istenmesine karşın ayakta kalabilmek için, Clinton da orta yolu seçmek ve istediği örneğin, sağlık politikasını yaşama geçirememe durumuyla karşılaşmıştır. 11 Eylül’den başlayarak Amerika’da sağa kayış hızlanmış, sosyal içerikli ve amaçlı siyasalardan uzaklaşılmış, “Evangelist” anlayış egemen olmuş ve savaş yanlısı politikalar güdülmeye başlanmıştır.
Amerika’da “sol” diye tanımlanan görüşler, genelde, var olan ekonomik sistemi sorgulamıyorlar. ABD’de “solculuk”, savaş karşıtı tutumlar ve örneğin, zencilere, “yerlilere” eşitlikçi muamelenin gerekliliği üzerinde odaklanıyor. Ancak ‘30’lu yılların başlarında Franklin Delano Roosevelt iktidara gelince ve ekonomik buhranın etkisiyle var olan ekonomik düzeni sorgulayan kişiler, düşünürler, üniversite öğrencileri, bürokratlar, hatta üst düzey yöneticiler ortaya çıkmaya başladı. Lillian Hellmann gibi bir yazar o dönemin bir ürünüdür. Roosevelt ekonomik buhran nedeniyle çökmüş ekonomik düzeni düzlüğe çıkarabilmek için bir ölçüde “devlet müdahalesi”nin gerekliliği üzerinde durdu. Ve bazı konularda bunu yerine getirdi.
ABD’deki sosyo-ekonomik düzeni bir ölçüde sorgulayan “New Deal” politikasının sonunu getiren Roosevelt’in ölümü değildi. Esas neden soğuk savaşın başlamasıydı.
Sovyet Rusya düşman ilan edilince o düzeni çağrıştıran ılımlı olan sosyal demokrat görüşler bile töhmet altında bırakılmaya başladı. Ekonomik sistemi eleştirdiklerinden ötürü pek çok kimse işinden olmaya başladı. Bu durum McCarthy döneminde hızlandı. Ancak tüm bu olumsuz gelişmelere karşın “öteki” Amerika canlılığını, bazı sivil toplum kuruluşlarının ve bazı etkin düşünürlerin tutumları nedeniyle, bir ölçüde, korudu. Ancak “öteki” Amerika’ya yeni bir boyut ve canlılık getiren, Reagan döneminde ivme kazanan, küreselleşmeci, sosyal adaletten yoksun politikalara karşı başlayan hareket olmuştur. Siyasal gelişmeler, özellikle Amerikalı anayasa hukukçularını ve siyaset bilimcilerini 1980’ler ortasında yeniden cumhuriyetçilik felsefesi ve cumhuriyet kurumları üzerinde çalışmaya itmiştir. Cumhuriyetçi geleneğin “özeli” değil, “kamu yararını” ön planda tutması ve “eşit yurttaşlık” gerektirdiği vurgulanmaya başlamıştır.
J.F. Kennedy’nin solculuğu insan hakları konusunda, siyah Amerikalıya eşit haklar tanınması konusunda odaklaşıyordu. Öte yandan aynı Kennedy’nin “Küba” müdahalesini anımsayalım. Clinton’lar için “idol” J.F. Kennedy’dir. Roosevelt değil. Amerika’nın toplumsal ekonomik yapısını daha sosyal adaletçi bir düzene kavuşturmak için çaba gösteren Roosevelt’in “Yalta” anlaşmasını imzalayan kişi olduğunu da anımsayalım. Obama’nın idolü Roosevelt’tir deniyor. Bu konu tartışmaya açık. Obama konuşmalarında hep “Amerikalı Orta Sınıfın” yaşam şartlarını düzeltmekten söz ediyor. Ya fakirler? Ya sokaklarda yatan, işsizler ordusu? Oysa özellikle son 30 yıldır, Amerika’da yoksulluk artmış, birçok insan sokaklarda yaşamaya mahkûm olmuştur. Ancak her şeye karşın, Obama yönetiminin iç politikada daha sosyal adaletten yana, halktan yana bir ekonomi-politika güdeceğini düşünebiliriz.
Obama’nın söylemlerinde dikkat çeken bir husus da Amerikan vatandaşlığının üst kimliği oluşturduğu ve tek bir bayrak altında Amerika’nın birliğinin sürmesi gerekliliğidir. Oysa, üyesi olduğu Demokrat Parti özellikle son 50 yıldır, gittikçe artan bir oranda “etnik kimliği” vurgulamaktadır. Etnik kimlik bölücüdür, çağdışıdır. Bunun böyle olduğunu kendisi gibi Harvard’lı, kendisi gibi Demokrat Partili Arthur Schlesinger, Jr. söylemiş ve yazmıştır.
Schlesinger, J.F. Kennedy’nin başdanışmanlarından biri olmuştur. Amerika Birliği’nin Çözülmesi (The Disuniting of America) başlıklı 1992 tarihli yapıtında Amerika’nın özelliğinin çok değişik ırk, etnik ve dinsel kökenden gelen grupların varlığına karşın bir ulus oluşturabilmesinin çok büyük bir başarı olduğunu vurgulamaktadır. Kendi kökeni nedeniyle de Obama, etnik bölünmeleri önleyebilecek bir konumdadır. Obama, Demokrat Parti’nin son yıllardaki “etnisiteye” odaklanmış politikasını, cumhuriyetçi bir yaklaşım olan “bütünleşmeye” doğru değiştirebilecek midir? Bu zor; ancak, imkânsız değildir.
Obama’nın seçimiyle “Öteki” Amerika iç politikada etkin bir yer edinmiştir. Bu durum, ABD dış politikasında ne ölçüde bir değişim gerçekleştirebilir? Bu konuda kesin bir yanıt vermek olanak dışıdır. Savaş karşıtlığı güçlense bile, unutmamak gerekir ki ABD bir “süper devlettir”. Askeri müdahalelerden büyük kâr sağlayan silah sanayisi ve benzer kuruluşlar dışında “öteki” Amerika da ABD’nin bu konumunu yitirmesini; örneğin bir “AB”den, bir Çin’den daha güçsüz konuma gelmesini istemez. ABD’nin “süper devlet” olma konumunu zayıflatacak bir dış politika güdebileceği beklentisi içinde olmamalıyız.
Obama dönemini değerlendirirken Bush yönetiminin ikinci dönemindeki bazı değişiklikleri göz ardı etmemeliyiz. Bu dönemde bazı “neocon”lar yönetimden ayrıldı. Condoleezza Rice yönetimindeki “pragmatist realistlerin” ağırlığı arttı. İlk kez bir Amerikan yetkilisi İran’la AB arasında doğrudan yapılan nükleer görüşmelere katıldı. Bu iki ülke arasında “büyük bir pazarlık” konusunda ilk adımı oluşturdu. İran’daki yönetim bir oldubitti yönünde adım atmazsa, Obama, Bush döneminin attığı bu ilk adımın devamını getirebilir. Öte yandan, Irak ve Afganistan’la zorunlu ilgilenmeye ek olarak, Obama yönetiminin en çok vaktini alacak “ekonomi”nin durumunu düzeltmek olacak.
Türkiye’ye gelince: Türkiye, şimdilik, Obama’nın birinci derecede ilgi alanı içinde gözükmüyor. Ancak, Obama’yı değerlendirirken Demok-rat Parti’de etnik grupların ağırlığını göz ardı etmemeliyiz. Öte yandan Demokrat Parti ağırlıklı kongrelerin, özellikle silah alımına kadar birçok alanda sorun yaratabileceğinin bilincinde olmalıyız. Görünen o ki Obama yönetimi döneminde, en azından ilk aşamada, Türkiye’yi zorlu bir dönem bekliyor. Türkiye bu dönemde kendini “iyi anlatabilmeli” ve “farklı mesajlar” vermemelidir. Bundan da önemlisi Türkiye kendini bilmeli ve kendi değerini yabancı devletlerin ya da onların başkanlarının ona nasıl baktığıyla ölçmemelidir.