O gün toprak öksüz toplum köksüz kaldı

Bundan tam 65 yıl önce köy enstitüleri kapatıldı. Bir kuşağın çağının üzerine çıkma hayali yok edildi. “Milli bilinç” mi? “Namus meselesi” mi? Aslında hiçbiri. Anadolu toprağından koparıldı.

Deniz Ülkütekin

Toprak ve tohum, anne ve çocuk gibi. Vatanın, Cumhuriyetin yapı taşları. Toprağı işlemek, ağaya kölelik, padişaha kulluk etmek için değil, “Cumhur”un ferdi olarak, toprağın bereketini paylaşmak içindi. Yurttaş en iyi bildiği işi yapacak, toprağını en bereketli tohumuyla donatacak, en iyi ürünü alacaktı. En iyi ürünü alması için de Cumhuriyet onu eğitecek, çağdaş tarım yöntemleriyle donatacak, susuz toprağa su, tohumsuz toprağa tohum olacaktı...

5553 sayılı Tohumculuk Kanunu; kamuoyunda bilinen ismiyle hibrit tohum ekimini özendiren ve yerel tohumların ekimini büyük ölçüde engelleyen yasa 2006’da yürürlüğe girdi. Ata tohumu olarak bilinen ve binlerce yıldır, tohum alımı yöntemiyle devam ettirilen yerel tarım kesintiye uğruyordu. Vatanın namusu, toprağın bereketi ata tohumları yerini küresel tohumlara bıraktı.

Cumhuriyet’in ideali
Bundan tam 65 yıl önce 27 Ocak 1954’te Köy Enstitüleri kapatıldı. Köylüyü milletin efendisi yapma sözüyle yola çıkan Cumhuriyetin idealini gerçekleştirme projesi, Atatürk tarafından ortaya atılmış, Saffet Arıkan’ın çabalarıyla şekillenmiş, 17 Nisan 1940 tarihinde de Milli Eğitim Bakanı Hasan âli Yücel’in katkılarıyla hayata geçmişti. 1948’de Van’ın Erciş ilçesinde açılan enstitü ile birlikte Köy Enstitülerinin sayısı 21’e ulaştı. Kırsaldaki çocuklara çağdaş eğitim verilmesini, o çocukların köylerine öğretmen olarak dönüp Cumhuriyet neferleri olarak köylerini kalkındırmasını amaçlamıştı. Müfredat derslerinin yanında, amaç sanat dallarında çocukları geliştirmek, ama en önemlisi de ziraat dersleriydi. Hangi tohum ne zaman ekilirdi, nasıl daha fazla verim alınırdı. İstiklal Savaşı’nda kağnı kamyonu yenmişti, ama bu Anadolu bir daha böylesi mucizevi bir fedakarlığa da muhtaç kalmayacaktı.

Adeta yedi düvele karşı eğitim savaşı olarak kurulan enstitülerin, ne siyasi irade yanında olmuştu, ne de tarihin akışı. 2. Dünya Savaşı’nın zorlu günlerine denk gelen günlerde hızla yükselen eğitim binaları, olası savaş seferberliği içinde, devletin talepleriyle yıpranan, enstitü inşaatlarına yardım etmesi istenen köylünün üzerine yük olarak binmişti. Savaş koşulları ve yokluk yıldıramamıştı gerçi enstitüleri... 1940 ile 1944 yılları arasında, tam 15 enstitü faaliyete geçmişti. Sonun başlangıcı ise savaş biterken olacaktı. Türkiye yeni kurulan dünyada yerini almaya hazırlanırken bir seçim yapmak zorundaydı. Doğu ile Batı, sol ile sağ, komünizm ile kapitalizm, NATO ile Varşova Paktı, adına ne derseniz deyin iki kutuplu dünyada bir tercih. Öyle bir tercih ki, neredeyse seksen yıl Türkiye’nin yönünü, yaşam biçimini belirleyecekti. Batı seçildi. Hedef NATO’ya girmek olarak belirlendi. Truman Doktrin’i ekonomi, sağlık, kültür-sanat, tarım ve eğitim alanlarında harekete geçiyordu. Marshall yardımı ile tam bağımsızlık fikrinin ekonomik ayağı sekteye uğramıştı. Fulbright Anlaşması ile eğitim, sekiz üyeden dördünü ABD’li yetkililerin oluşturduğu bir komisyona devrediliyordu.

Birden bire enstitü müfredatlarının “millileştirilmesi” gereği ortaya çıktı. Oysa asıl mesele, Demokrat Parti Milletvekili Emin Sazak’ın sözlerinde gizliydi: “Köylere giden çocuklar kendilerini birer Atatürk zannediyorlar.” Köy Enstitülerinin kapatılmasına giden yolun taşları böyle döşenmişti.

Namus kurtuldu mu?
Önce kız-erkek bir arada ders görülmesi sorun oldu, namus tehlikedeydi! Çocuklar ve köylüler enstitülerin inşaatlarında çalışıyordu, farklı meslekleri öğreniyorlardı; bu komünist işiydi! Moliere’in, Gogol’un, Shakesphere’in oyunlarını sergiliyorlardı, yeterince milli değildi! Kızlar okullardan alındı, namus kurtarıldı! Çocuklar cemaatlere teslim edildi, komünizm tehdidi bertaraf edildi! Moliere, Shakesphere okunmaz oldu, milli şuur(!) yeniden tesis edildi. Yerel ahaliden, toprak sahiplerinden, onlardan oy toplayan siyasi iktidardan, Anadolu’nun cehalet prangasını söküp atmasından rahatsız olan her kesimden çok büyük tepki alan Köy Enstitülerinin ideali sayısız engele takıldı ve kapatıldı. Artık toprak öksüz kalmıştı.

Türkiye 20. yüzyılın ikinci yarısına Hayat Mecmuası’ndaki Avrupai hanımlar, Batı’yı muasırın kendisi zannıyla takip eden şehirliler, savaşı yaşayamıyor, fakat ekonomik sıkıntıyı içten hisseden kırsal nüfusu, her mahallede bir milyoner yaratma hayali olan yeni bir iktidar, Amerikan tohumlarıyla kısa vadede büyük ürün veren, ama hemen ardından erozyon yaşayan bir toprak, anti-komünist etiketiyle dayatılan bir yaşam, giderek işlevsizleştirilen bir eğitim müfredatı, güçlenen cemaatler ve kapatılmış Köy Enstitüleriyle giriyordu.

İlerici güç!
1960’lar 27 Mayıs’ın ihtilal heyecanı ile başlayacak, ama karşı devrimin yarattığı erozyonu giderme azmi siyasi çalkantılar içinde yok olup gidecekti. 60’ların sonunda bu kez gençlik, Ata’nın verdiği görevle harekete geçiyordu. Örtülü işgalcilere karşı “Tam Bağımsız Türkiye” fikrini harekete geçiren gençlik, 12 Mart muhtırası ve sonrasında 12 Eylül’e giden süreçte yenilecekti. 1975 yılında Uluslararası Kalkındırma Örgütü Uzmanı Richard Podol örgüte yolladığı mektupta şunları söylüyordu:
“Yirmi yıldan fazla bir zamandır Türkiye’de faaliyette bulunan Amerikan yardım programı meyvelerini vermeye başlamıştır. Önemli mevkilerde Amerikan eğitimi görmüş bir Türk’ün bulunmadığı bir Bakanlık ya da bir İktisadi Kamu Kuruluşu kalmamıştır. Bu kimseler halen bulundukları örgütte ‘ilerici güç’ niteliğini taşımaktadır. Genel müdür ve müsteşarlık mevkilerinden daha büyük görevlere kısa zamanda geçmeleri beklenir. Burada özellikle orta kademe yöneticiler üzerinde durmak yerindedir. Amaç, bunlara yeni davranışlar kazandırmaktır. Bu grubun yakın gelecekte yüksek sorumluluklar mevkilerine geçecekleri düşünülürse, bütün gayretlerin bu kimseler üzerinde toplanması mantık açısından doğrudur.”

Bu mektup, aslında Köy Enstitülerinin neden namus iftiralarına maruz kaldığının, komünizm ile yaftalanmaya çalışıldığının da cevabıydı. Geriye ise bilgiden uzak kaldıkça yoksullaşan, yoksullaştıkça içine kapanan kitleler, bilgiden uzak kalan kitlelerin yozlaşacağı korkusuyla çocuklarını toplumdan kaçıran ve yabancı dilde eğitim veren okulların insafına bırakan varlıklı kesimler, birbirinin beklentilerini anlamayan, hatta aynı dili bile konuşamayan bir toplum ve aşiret düzeninin otoriterleşmeye karşı bir bariyer oluşturduğuna yürekten inanabilen akademisyenler kalmıştı.

Tamamen milli
Colombia Üniversitesi’nde Köy Enstitüleri üzerine yaptığı araştırmalarla, bu eğitim modeli hakkında önemli veriler sunan, Fay Kirby (sosyolog Niyazi Berkes’in eşi) enstitüler ve enstitülerin fikir babası İsmail Hakkı Tonguç hakkında şunları söylüyordu: “Köy Enstitüleri hiçbir yerden kopya edilmemiştir, tamamen millidir. İsmail Hakkı Tonguç’u birilerine benzetmek, onu olduğundan daha büyük yapmaz.”
Artık toprak öksüz. Toprağı toprak yapan tohumu ekmek yasak. Böyle devam ederse o toprak çoraklaşacak. Özgürlük arayanlar, komünizm yanlıları - karşıtları, maneviyat veya milli şuur arayanlar unutmamalı ki, toprağından verim alamayanın da ideali olmaz.