O fotoğrafları bizimle taşıyın

Gelecek hafta Cumartesi Anneleri, 500. kez buluşuyor. Vedat Türkali, Nadire Mater, küçük İskender, Ahmet Mümtaz Taylan, Berat Günçıkan, Ece Temelkuran ve Feridun Düzağaç kendi Cumartesi Anneleri’ni kaleme alarak acılara ses oldu.

Esra Açıkgöz / Cumhuriyet

“Ben bir anne olarak şahidim ki, çıplak bir çocuk doğurdum. Üzerinde hiçbir şey yoktu, Tanrı da şahidimdir; Ne bir ulusa dair bayrak, ne kimlik, ne de üniforma. Doğurma fiilini bizzat yapan, o mucizevi ana tanıklık eden bir anne olarak yine şahidim ki, doğumumdan şu ana kadar üniforma ya da bayrakla bebek doğuran bir anne görmedim ben! Doğurduğum o çırılçıplak bebek, insan soyunun genlerini taşıyor sadece.”

Cumartesi Annesi dendiğinde aklıma hep bu cümle geliyor. Bir ana için kuşkusuz dünyanın en büyük acısı, evlat acısı. Onlar bu acıyı her an tekrar tekrar yaşıyor; Evlatları açık bıraktıkları kapıdan o gün de girmediğinde. Çünkü kayıp yakını olmak sonsuz bir bekleyiş demek ve Cumartesi Anneleri işte her hafta Galatasaray Lisesi’nde bizle bu acıyı, bekleyişi paylaşıyor.

26 Ekim’de 500. haftaları olacak. Biz de; İHD’de gözaltında kayıplar komisyonu gönüllüleri, Cumartesi Anneleri’ni başlatan ve bugüne kadar sürdüren ekibin içinde yer alan; gözaltında kaybedilen Hasan Ocak’ın kız kardeşi Maside Ocak ve Sebla Arcan’la bu 500 haftayı konuştuk.

- Malum 20 yıllık bir mücadele bu; hikâyeye ortasından tanık olan yeni kuşaklar için çıkış hikâyesini tekrar dinlesek.

Sebla Arcan: 1990’lara kadar faili meçhuller daha doğrusu yargısız infazlar kullanılırken 90’dan sonra devlet gözaltında kaybetme yöntemine başvurdu. En yoğun 1994-95’te yaşandı. Hasan Ocak İstanbul’da gözaltına alınıp kaybedildikten sonra ailesi ve insan hakları aktivistleri ciddi bir kampanya yürüttü. Bu mücadele sonuç verdi ve 58 gün sonra Hasan’ın cansız bedeni Beykoz Kimsesizler Mezarlığı’nda bulundu. O güne kadar ilk kez bir kaybın bedeni bulunuyordu. Devlet suçüstü yakalandı. Dönemin sorumlu bakanı Algan Hacaloğlu, Hasan Ocak olayında hükümet adına toplumdan özür diliyorum, demek zorunda kaldığı halde savcılık, “Türk polisi işkence yapmaz, insan kaybetmez” diyerek dosyayı kapattı. Biz de İHD’de ne yapabiliriz, diyerek bir araya geldik. Çoğunluk kadındı. Kayıpların fotoğraflarıyla Galatasaray’da oturulmaya karar verildi.

- Neden bu yöntemi seçtiniz?

S. Arcan: O dönem gözaltında kaybetmek topluma ulaşmayan bir suçtu. Ana akım medya kesinlikle haber yapmıyordu. Siyaset üstünü örtüyor, yargı soruşturmuyor, hatta akademi dünyasında dahi görmezden geliniyordu. Topluma, bu topraklarda devletin sistematik olarak insanları gözaltına alıp kaybettiğini duyurmak istedik.

- İlk eylemi hatırlıyor musunuz?

Maside Ocak: İlk, 27 Mayıs 1995’te çıktık. İlk birkaç hafta sadece 3-4 dövizle oturmuştuk. “Hasan Ocak, Rıdvan Karakoç ve Ayşenur Şimşek yüzlercesi gibi gözaltına alındı, cansız bedenlerine ulaştık” yazan dövizlerle. Plaza de Mayo annelerinin mücadelesi kılavuzumuz oldu.

S. Arcan: Polisin bile ne olacak, oturur, oturur, giderler demişti. Bazı kesimler de pasifist bir eylem, diye eleştirmişti. Ama Türkiye’nin en uzun süreli sivil itaatsizlik eylemi oldu.

- Şimdi unutulsa da, polislerin Cumartesi Anneleri’ni saçlarından çekerek, sürükleyerek gözaltına aldığı görüntüler de düşüldü arşive...

M. Ocak: İlk polis saldırısı, 8 Temmuz 95’teydi. Ama şiddetin dozajı 170. haftadan, 15 Ağustos 1998’den, sonra çok arttı. 96’da uluslararası Habitat toplantısı döneminde de çokça polis terörüne maruz kaldık. Dünya kamuoyuna Türkiye’yi yanlış ya da kötü duyuruyoruz, diye bizi Galatasaray’dan sürmeye çalıştılar!

S. Arcan: Devlet yetkilileri yurtdışına çıktığında hep kayıp sorularıyla karşılaştı. Sezen Aksu’nun Cumartesi Anneleri türküsü; U2’nun 97’deki albümünü Fehmi Tosun şahsında Cumartesi Anneleri’ne adaması, anneleri çok görünür kıldı ve tabii ki bu devleti çok rahatsız etti. Annelerin ısrarcı, inatçı direnişi topluma örnek olması açısından devlet için tehlikeliydi.

- Devlet kaybetme politikasından ne zaman vazgeçti ya da vazgeçti mi?

S. Arcan: Cumartesi Anneleri’nin eyleminin başlamasıyla gözaltında kayıplar giderek azaldı. Biz eylemi bitirdikten sonra kaybedilenler oldu. 31 Ocak 2009’da 201. haftamız olarak yeniden başladık eyleme.

M. Ocak: 90’larda gözaltından serbest bırakılanlar gelip “Beni kaybedeceklerdi, ‘Annen de gidip Cumartesi Annesi olur, kaybetmiyorsak o yüzden’ diyerek vazgeçtiler” diyorlardı. Daha fazla insan kaybedilmediyse Cumartesi Anneleri sayesinde oldu.

- Dönemin başbakanı Tayyip Erdoğan, Cumartesi Anneleri’yle görüşmeyi kabul ettiğinde bir sonuç çıkacağını düşünmüş müydünüz? Anneler umutlanmış mıydı?

S. Arcan: Zorunda kaldığı için davet etti anaları. Beklentiyle gitmedik ama o görüşme, devletin en tepesindeki insana annelerin hikâyelerini anlatabilmeleri, failleri söyleyebilmeleri açısından önemliydi. Ayrıca Meclis’te bir komisyon kuruldu, beş aylık çalışmayla Cemil Kırbayır’ın gözaltında kaybedildiğini teyit eden iyi bir rapor açıklandı.

Komisyon dosyayı Kars Cumhuriyet Savcılığı’na gönderip suç duyurusunda bulundu. Savcının elinde her şey olduğu halde üç yıldır dava açmadı. 12 yaşındaki Davut Altunkaynak, 13 yaşındaki Seyhan Doğan gibi çocukların da olduğu Dargeçit davası vardır. Dargeçit Savcılığı’nın fezlekesinde faillerden biri

Gümüşlük Belediye Başkanı Mehmet Tire, AKP’ye transfer oldu. Ki biz Erdoğan’la görüştüğümüzde, kayıplardan Abdurrahman Çoşkun’un annesi Hediye ve ben bizzat bunu anlattık. Hediye, “Sen başbakansın, istersen çocuklarımızı bulabilirsin” demişti...

- 25 Ekim, Cumartesi Anneleri’nin 500. haftası. Özel bir etkinlik var mı?

S. Arcan: Ne kadar kamuoyunun gündemine gelir, toplumsal destek edinebilirsek işimiz o kadar kolaylaşıyor. Kayıp mezarlarının bulunması için toplumun istemesi lazım. Birilerinin çocuğu polis kurşunuyla öldürülürken, kaybedilirken, cezaevinde hastalıktan ölsün diye terk edilirken; hiçbirimizin çocuğu için aydınlık gelecek olamaz. İşte ortada; 20 yılda gele gele Tank Cumhuriyeti’nden TOMA Cumhuriyeti’ne geçebildik.

M. Ocak: Biz her hafta oradayız, 501. haftada da, 530. haftada da. Kayıplar bulunana, failler yargılanana kadar. Bir kayıp yakını olarak 500. hafta çağrım şu; bizim sevdiklerimiz işçiydi, öğretmendi, doktordu, öğrenciydi; herkesti, hepimizdi, onları aramak sadece kayıp yakınlarının ya da hak savunucularının değil, toplumun görevi. Bizimle fotoğraflarımızı taşıyın. Kayıpları arama mücadelesini çocuklarımıza devretmek istemiyoruz.

 

Kargoda kaybolan kemikler

İHD’ye 1200 kayıp başvurusu yapıldı. Gerçeğin bunun çok üzerinde olduğunu biliyoruz. 15-20 yıl aradan sonra 70 kadar kaybın kemiklerine ulaşıldı. Türkiye’de kazılar kepçeyle yapılıyor; Kemikler poşetle ailelere veriliyor! Bulut ve Örhan ailesinin kemikleri İstanbul Adli Tıp’la Diyarbakır Savcılığı arasında kayboldu. Bu devletin her kademesinin kayıplar meselesine nasıl baktığının göstergesi. 4-5 yıl sonra beş kişinin kemiklerinin aynı yere gömüldüğü ortaya çıktı, şimdi iki ailenin tek mezarı var. Diyarbakır İHD üç binden fazla insanın gömüldüğü 253 toplu mezar haritası hazırladı ama 10-15’i açıldı. Türk hükümeti Bosna’daki mezarlar için kaynak ayırdı. Ama ülkesindeki toplu mezarları açmıyor. Mesela Şile’de bir toplu mezardan bahsediliyor ama yer gösterecek kimse yok. Metropollerde çok sayıda numarasız mezar var. Biz onların da kayıplarımıza ait olabileceğini düşünüyoruz.

 

O lise önünde geçen hayatlar

Yirmi yıllık bir süreç, dile kolay; çocuklar büyüdü, evlendi, bebekleri oldu. Kimi anne-babalar evladım diyerek kapattı gözlerini dünyaya. Berfo Ana mesela. 80’de kaybedilen Veysel Güney’in anne ve babası birbiri ardına göçtüler dünyadan. İstanbul’da 95 Ekim’de kaybedilen Düzgün Tekin’in babası Veli Amca da. Ve tabii ki alanın gizli kahramanı Baba Ocak. Hepsi son nefesine kadar evlatlarının kemiklerini istedi. Öyle ki, 13 yaşında kaybedilen Seyhan Doğan’ın anne-babası Asiye ve Ramazan Doğan vasiyet etti: “Ölünce, Seyhan bulunursa, mutlaka bizi aynı yere gömün. Öbür dünyada kavuşalım”. Ölüm kuyularında Seyhan’ın yakılmış kemiklerine ulaşınca, Ramazan Amca ve Asiye Anne’nin İstanbul’daki mezarları açılıp Dargeçit’te Seyhan’la birlikte gömüldüler. Onların yeri hiç boş kalmadı ama. Bugün alanda ikinci kuşak çok aktif. Üçüncü kuşak torunlar da yerlerini aldı. Bu mücadele kuşaktan kuşağa geçiyor. “Aslında gözaltında kaybetmenin diğer insanlık suçlarından ayrımını burada görebilirsiniz” diyor Arcan. Üstelik kemiklere ulaşıldığında da bitmiyor o yas. Ocak bunu şöyle anlatıyor: “Sadece diğer kayıp yakınları açısından biraz daha şanslı görünüyorsun ama bu şans da değil. Hediye anne bulunan kemikler Abdurrahman Çoşkun’un olsun diye adaklar adıyordu. Abdurrahman’ın çıkınca abisi, ‘Artık mezarımız var ama bulmasaydık belki umutla bekleyecektik. Şimdi umudumuz da gitti’ dedi. Bir kaybın ailesi için her dakika, an belirsizliktir. Mezar bulunsa da bu belirsizlik, boşluk dolmuyor”.

Normal bir ölüm sürecindeki yas aşamaları yaşanamıyor çünkü. Kayıp yakını olmak uluslararası literatürde “bitmeyen bir işkenceye tabi tutulmak” olarak algılanıyor, AİHM’deki davalarda hükümet sadece insanları kaybetmekten değil, aileyi bir işkenceye tabi tuttuğu için de mahkûm oluyor. Yine de yaranın kapanmasa da dağlanmasının yolu var Arcan’a göre, adalet!

 

Vedat Türkali: Dünyanın anaları

Gizliden, ya da açık açık evinden alınıp götürülmüş çocuklarının ya da en yakınlarının kaybedilişi ardında ateş düşmüş yürekleriyle yıllardır bizim analarımız, bacılarımız her Cumartesi Galatasaray’da toplanıyor. İnsanlığın yüzkarası bu gizli-açık cinayetleri tüm insanlara duyurma çabasındalar. Hiçbir haber alınamamış götürülenlerden. Olayların sorumlularınınsa umurlarında bile değil. Gözlerini sımsıkı yummuş, hemen de hepsi; kurşun akası kulaklarını tıkamış buzdan bir vicdansızlık anıtı. Dünya hep böyle olacak; bu ülke de böyle kalacak çünkü! Yeryüzünü kaplayan ibretlik olaylara karşın gerçeği bu gün de göremiyorlar. Tarih, önce gözlerini kör eder öldüreceklerinin’, diyor ya Marks; bu gerçek tarihten silinecek sınıfların yöneticilerini yansıtıyor. Evet, böyle bir dünyada, böyle utanç dolu bir ülkede yaşıyoruz. Sırtlarını devlete dayayıp bu pisliği yaratanlar, insanız diye sinsice dolanıp duruyorlar aramızda. Bu devleti “bataklık devlet” haline işte bu yaratıklar getirdi. “Bu dünya, bu korsan gemisi / batacaktır, taş çatlasa batacak!” Nâzım’ın dilimden düşürmediğim bu dizelerini biraz değiştirerek bitireceğim sözü “Sizin alınlarınız gibi özgür bir dünya kurulacak tüm dünyamızın yürekleri kana bulanmış güzel CUMARTESİ ANALARI”

 

Nadire Mater: Kolektif öfkenin alanı

O gün lisenin o heybetli kapısının önünde bir avuç insanız. Şaşkınız. Her birimiz başka bir yere bakıyoruz. Konuşmuyoruz. Bir tuhaf durgunluk. Bir saat öyle oturduk. İnsanlar bakıp geçiyor. Şaşkınlar sanki ve bir polis geliyor, soruyor. Neden yerlere yayılmış oturuyoruz? Yorulduk, çöktük işte. Yasak mı? Erkan’ın (Kayılı) elindeki pankartı görmüyor ya da anlamıyor. O da şaşkın yani. Müdahale yok. O bir avuç insanın oturuşu, isyanı, örgütlenmiş öfkeydi. 19 yıl boyunca “Cumartesi” özelinde kolektif öfkenin mücadele için ne kadar şart olduğunu da hepimize gösterdi. Oysa öfkeden kaçınmamız, öfkeyi kontrol etmemiz öğretilir; tehlikelidir, bela getirir, gibi, gibi. Kim için? İtiraz netti; kaybetmeler son bulsun, kaybedilenlerin akıbeti açıklansın, sorumlular yargılansın. Bu öfkenin sessizliği ses getirdi, çoğaldı, gücünü katladı. Cumartesi Anneleri/İnsanlarını dünya duydu. Bu ülkenin muktedirleri de. Artık devlet insanlarımızı kaybedemiyor ama 500. haftada Galatasaray’da hâlâ kayıpların akıbeti soruluyor, sorumlulardan hesap vermesi talep ediliyor. Galatasaray artık ne dünya ne de Türkiye için bir meydan, bir futbol takımı değil sadece. Kaybedilenlerin hesabının sorulduğu, devletin peşinin bırakılmadığı bir adres, bir hafıza mekânı, kayıp yakınları sevdiklerinin “mezarı”, dostların buluşma alanı, itaatsizlerin ve kolektif öfkenin yeri.

 

Küçük İskender: Teselli için tek yol vardır: O da isyan

Çaresizlikten doğan hasret kadar acısı yoktur ki darmadağın olmuş hayatları, anaları alır rüzgârına, sürükler. Gözlere iktidar olanların asla uzatmayacağı yardım elinin gölgesi, kalplere kaybolan çocukların iniltisi, son çığlığı çöker. Analar bilirler aslında kaybolanların nasıl kaybolduğunu, öldürüldüğünü ve yok edildiğini. Bir duanın teskin etmediğini, bir umut ışığının cılızlığını ve gitgide büyüyerek üstlerine inen karanlığın bir daha kolay kolay geri çekilmeyeceğini. Tek yol vardır: O da isyan. Dövüşerek, savaşarak, ölerek isyan. Zafer için değil, teselli için isyan.

 

Berat Günçıkan: Sessizken, sessizce daha çok öldürülüyoruz

Bütün iktidarlar, iktidarlarını şiddetle besleyip büyütürler. Türkiye bundan muaf olmadığı gibi, sabıka dosyası en kabarık ülkelerden biri. 12 Eylül darbesini referans alanlar 90’lı yıllar boyunca yüzlerce kişiyi gözaltında kaybetti. Bu aklın sınırlarını zorlayan bir şiddet çünkü ölüm bile kaybedilmenin yanında hafif kalıyor, kayıp yakınlarını umutla umutsuzluğun arasına sıkıştırıyor. Oğlu dönerse diye evinin kapısını gece gündüz açık tutan, onun sevdiği yemekleri her daim hazır eden, bıkmadan usanmadan sorumluların kapısını çalan anneler de bu sıkışıklığı aşmanın bir yolu olarak oturdular Galatasaray Meydanı’nda ve devletten “ölü” ya da “diri” çocuklarını istediler. Bir de isimleri oldu “Cumartesi Anneleri.” İktidar, insanları gözaltında kaybetmeyi sürdürürken annelerin bu gelenekleri olduğu kadar erkek iktidarını da yerle bir eden “sivil itaatsizlik” eylemini de şiddetle söndürmeye çalıştı, copladı, saçlarından sürükledi, gözaltına aldı, tutukladı, “sizi de kaybederiz” diye tehdit etti. Şiddet ve tehditler öyle bir boyuta geldi ki, anneler eylemlerine ara vermek zorunda kaldı. Cumartesi Anneleri’nin çocuklarının akıbetini sordukları en uzun soluklu iktidar AKP oldu ama 12 yılda Berfo Ana’nın derdinin dinlenmesi gibi hamasi ve şovdan öteye gitmeyen kabulden başka bir sonuç alınamadı. 12 Eylül darbesini yargılama ve derin devletle hesaplaşma adı altında açılan davalara müdahil olmalarına da onay verilmedi. Çünkü AKP’nin bekası da şiddete, kendisinden olmayanları, kendisine biat etmeyenleri imha etmeye bağlı. Cumartesi Anneleri 500’üncü kez Galatasaray’da oturuyorlarsa eğer ve oturacaklarsa, bu iktidarın içselleştirilmiş şiddeti kadar bizlerin de başkalarının acılarını dışlamamızdan. Oysa sessizken, sessizce ve daha çok öldürülüyoruz.

 

Ece Temelkuran: Zannettik ki anneler hep ağlar

Hayat bize bu zannettirildi, günahtır! Zannettik ki yaşamadığımız acılarla büyümek hayattır. Zannettik ki anneler hep ağlar. Zannettik ki ölülerimizin ardından yürürken dövülmek, sövülmek, aşağılanmak kaderimizdir. Biz iyi şeyler olunca şaşırıyoruz ya, ne yapacağımızı bilemiyoruz mesela, işte bu hep bize bu hayatı zehir edenler yüzündendir. İstanbul’un ortasında yükselen bu anne çığlığı geleceğe kalacak en büyük, en görkemli, en lanetli insanlık anıtıdır. Çocukların gölgesinde büyüdüğü... Ve içinden dersin ki baktıkça, “Ne anlatayım ben sana!” Neresinden başlayayım, acı bir yumak gibi büyüdü nesilden nesile yuvarlana yuvarlana...

 

Ahmet Mümtaz Taylan: Benim annem Cumartesi

Gözlerini gözlerimden hiç kaçırmadan, elini öpmek üzere uzattığım sağ elimi yorgun ellerinin arasında ısıttığında soğuk bir şubat günüydü. Uzun uzun baktık birbirimize. “Seni tanıyorum evladım” demişti. “Sağ olasın geldiğin için.” Sergilemekten sakındığı derin kederi gözlerinden gözlerime aktı bir vakit. Çok konuşmadık. Oğlundan bahsetti biraz. Nasıl güzel, mülayim bir çocuk olduğundan. Ne zaman kaybolduğundan. Yaşasaydı şimdi kaç yaşında olacağından. Ağlamadı hiç. İlenmedi. Lanet okumadı onu alıp götüren ve “kaybedenlere”. Sadece evladının bedenine kavuşmak istiyordu. “Düştüğü” yerden alıp yurduna götürmek, ocağının yanı başına gömmek istiyordu. Öfke, kırgınlık, intikam gibi dünya gailelerinden eser yoktu delici ve fakat şefkatli gözlerinde. Galatasaray Lisesi’nin karşısına kümelenmiş çevik kuvvetin sırtındaki gibi sıkı bir parka vardı sırtımda. Ayaz yüzümüzü kesiyordu. Annenin sırtında ise önü kapanmayan bir kahverengi hırka. Parkamı çıkardım; “Müsaade edersen sırtına koyayım, çok soğuk!” gibi bir şeyler geveledim. “Yok ben üşümem hiç!” dedi. “Giy çabuk onu sırtına, hasta olursun” dedi. Megafondan “Başlıyoruz, lütfen yere oturun” anonsu geldi. Yanağımı okşadı. “Geldiğin için Allah razı olsun” dedi. Oturan kalabalığın arasına karıştı, elinde oğlunun solgun bir fotoğrafının, adının ve kayboluş tarihinin yazılı olduğu pankartla. Kabanım elimde bir zaman dikilip seyrettim öylece. Siz bu satırları okurken beş yüzüncü kez Galatasaray’ın önünde oğlunun adını haykırıyor olacak. Çünkü; anneler yenilmez, anneler yıkılmaz. Vazgeçmezler. Onlar tarif edemeyeceğimiz güçlerle donatılmışlardır. Ama bunları siz zaten biliyorsunuz. Çünkü sizin de anneniz var! Değil mi?..

 

Feridun Düzağaç: Utandıran gönül ödevi

Acıları, talepleri ve kimlikleri çok açık olduğu halde siyasi erkin sanki yoklarmışçasına davrandığı, “her cumartesi toplanın ve acınızla barışın” demeye getirdiği “Cumartesi Anneleri”, gerçek ve samimi bir barış sürecinin “öznesi” ya da baş tacı edilmesi gereken gerçeği olmalıydı. Birlikte yaşamak isteyen her Kürt yurttaşa demokratik haklarını vermeyi vaat edip annelerini görmezden gelmek ne yazık ki “Yeni Türkiye” diye böbürlenen aktif-pasif tüm iktidar anonsçularının genel ikiyüzlü ve ikircikli anlayışlarıyla ters düşmemekte. Ultra demokrat iktidarımız döneminde başlayan ve an itibarıyla -Kobani gündeminden süzülen “en kolayı Kürt nefreti” söylemiyle kopma noktasına gelen ilişkilerle- siyaseten çözülemeyeceği net olan bu trajedi için siyasetten daha çok inandığım sivil inisiyatife bir ödev düşsün isterdim ki; o noktada da ne yazık ki “aynalarda vuku bulan” ve kimseye söyleyemediğimiz önyargılar ve nefretlerimize takılıyoruz. Ve ortada bu gençler suçları ispat edilmeden gözaltında yok edilmemişler gibi ve bu anneler sanki hiç bu çocukları doğurmamışlar gibi 498 haftadır ıskalanan, ertelenen ve artık utandıran bir gönül ödevi, bir insanlık borcu ve hakkı teslim edilmemiş bir “kader arkadaşlığı” öylece... Tüm acıların önünde tüm kaygısızlığı ve çirkinliğiyle duruyor.