‘Nöbetçilerin dikkatini çekmek için bale yaptım’

Firar günü geldiğinde içerde ve dışarda hazırlıklar tamamlanmıştı. Tek sorun kuledeki nöbetçilerdi. Ona da 20 yaşındaki bale sanatçısı Ayşe Emel Mesci çare buldu.

Can Dündar/Cumhuriyet

27 Kasım 1971 Cumartesi günü, Maltepe Askeri Cezaevi’nin dışında bütün hazırlık tamamlanmıştı.

Kimi sivil, kimi üniformalı THKP-C sempatizanları, önceden saptanan değişik noktalarda firarileri bekliyordu.

Bazıları silahlıydı.

Gidecekleri evlerde de hazırlıklar tamamdı.

Nefesler tutulmuş, havanın kararması bekleniyordu.

Yarım saatlik ara

İçerde tutuklular günlerdir hava durumunu, çevreyi, ortamı kolluyordu:

Gün, akşam saat 6’da kararıyordu. Kasıma gelindiği halde, devriye saatleri kış şartlarına göre güncellenmediği için, akşam devriyesi hâlâ eski saatinde, yani hava karardıktan yarım saat sonra geliyordu. Saat altı buçukta bir askeri Reo, cezaevinin bahçe duvarının dışında duruyor, farlarını duvara yansıtıyordu. Askerler de inip çapraz gidip gelerek sabaha kadar duvar dibinde nöbet tutuyordu.

Bardaktaki ayak sesleri

Oktay, tünelin içinde toprağa dayadığı bardaktan ayak seslerini duyuyordu.

Duvarın o tarafı, tepedeki kadınlar koğuşundan daha iyi görünüyordu, Reo’nun farlarının çıkış noktasını aydınlatmadığını kadın tutuklulardan öğrenmişlerdi. Arka tarafın krokisini de ressam olan Kadriye Deniz Özen çizip onlara iletmişti.

Tugaydaki koşullar müsaitti

Ancak o gün hava açıktı; sis yoktu. Nöbetçi kulübelerindeki askerler, çevreyi rahatlıkla görebiliyordu.

Kaçışı ertesi güne bıraktılar.

Dışarda bekleyenler, sabahın 4’üne kadar orada bekledi; gün ağarırken bir aksilik olduğunu tahmin edip dağıldılar.

İlk deneme

28 Kasım Pazar hava hafif yağmurluydu. Toprak ıslanmış, hafif de sis basmıştı.

Tam firar havasıydı.

Yine de nöbetçi kulübesindeki askerlere bir çözüm bulmak gerekiyordu. Aranan çözüm, kadınlar koğuşunda bulundu. Tutuklulardan Ayşe Emel Mesci balerindi.

Koğuşta da Yaşar Kemal’in, eşi Tilda Gökçeli için getirttiği bir pikap vardı. Gün boyu o pikapta klasik müzik dinliyorlardı.

Bale teklifi

O gün öğle yemeğinde İlkay Demir, Ayşe Emel Mesci’ye, “Sen akşamları bale yapsana; hamlıyorsun” dedi.

Mesci şaşırdı bu teklife:

“Cezaevinde ne balesi? Nereden çıktı şimdi bu durup dururken” diye sordu. “Aç camları yap işte. Bak ne güzel müziğimiz de var” diye yanıtladı İlkay Demir...

Mesci, işin içinde başka iş olduğunu anladı; çaktırmadı.

O akşam, gün batımına yakın, nöbetçiler akşam yemeğinden çıkıp nöbet yerlerine giderken pikaba bir Çaykovski plağı yerleştirdi. Sesini sonuna kadar açtı. Işıkları yaktı, pencereleri aralayıp bale yapmaya başladı.

İnce vücudunu olabildiğince pencereye yakın hareket ettiriyor, uzun saçlarını bir yere bir tavana savuruyor, en görünür hareketlerle dans ediyordu.

Arada başını kaldırdığında, kuledeki nöbetçilerin ve nöbet değişimi için hazırlanan askerlerin bakışlarını üzerinde hissetti.

Dansa devam etti.

Dikkatler balerindeyken...

Hava karardığında kan ter içinde kalmış, yorulmaya başlamıştı. Gidip çeşmenin altında uzun saçlarını yıkadı; pencerenin önüne oturup uzun uzun kurutup taradı.

Devriyedeki askerin gözlerini yine üzerindeydi. O sırada hava kararmıştı. Duvarın ötesinde firarilere yardımcı olacak görevliler yerlerini almıştı.

Firariler hazırlanmıştı.

Maltepe tugayının semalarına Çaykovski notaları dağılırken, yeraltına önce Cihan indi; en cüsselileri oydu; özgürlüğe çıkan deliği o açacaktı.

 

MUSTAFA AYNUR ANLATIYOR:

‘Yeniden tünelin çıkışını hazırladık’

THKP-C tutuklusu Mustafa Aynur, iyi güreş yapardı. Cihan onu arkadaşlarla güreşirken gözüne kestirmiş, güçlü kuvvetli hem de güvenilir bir isim olduğu için kazı ekibine almıştı.

O günden sonra ranzaların köşebentleriyle, gece gündüz toprağı kazan ekibe katılmıştı Mustafa Aynur.

İlk denemenin yapıldığı günü şöyle anlatıyor: “Tünel bittiğinde Cihan, ‘Çıkışta sadece küçük bir delik açın, gerisini bana bırakın; ben açacağım çıkışı’ demişti. Oysa çıkışta acayip sert bir bölüm vardı. ‘Sen yetiştiremezsin’ demiştik. ‘Yok yetiştiririm’ diye ısrar etmişti. Fakat o ilk akşam indiğinde yetiştiremedi; 50-60 santimlik bir tabaka kalmıştı zemine; toprak sert olduğu için de sökülmemiş o tabaka; Cihan açamadı o akşam çıkışı...

Biz koğuşta bekliyorduk. İdare fark etmesin diye çevreyi kontrol altında tutuyorduk. Geri döndüler. O gece yeniden tünele indik, kazarak çıkış deliğini büyüttük. Üstüne saç bir kapak koyduk; hazırladık.”

Artık çıkış da hazırdı. 29 Kasım Pazartesi, tarihe firar günü olarak geçecekti.

ZİYA YILMAZ ANLATIYOR:

‘Cihan tünele gidip hemen döndü

‘Tamam her şey normal görünüyor, ben girdikten sonra, beşer dakika arayla, sırasıyla herkes gelsin’ dedi. O tekrar girince son vedalar yapıldı, çıkınlar hazırlandı.

–Tünelin içinde oldukça su birikmişti, üzerimizdekiler dışında kıyafet ayarlamıştık torbaların içinde- ve Mahir girdi. Ondan sonra da sırası ile diğer arkadaşlar girdi tünele... (Ön tarafta) Cihan’ın operasyonu devam ediyor, seslerden anlaşılıyor; var gücüyle debeleniyor.

Tünelde bir Cihan’ın sesi geliyor, bir de bizlerin kalp atışları; güm güm atıyordu hepimizinki. Sanki sessizliğin içinde garip bir uğultu olmuştu o anda...

Ben girdiğimde birkaç metre geçmeden fark ettim; içeride hava kalmamıştı. Bunu hesaba katmayı unutmuşuz. Beş kişi girince o küçücük delikte hava kalmadı. Bayıldık bayılacağız.

Sonra Ulaş’la da konuşmuştuk

‘Ulan ölmemiz bir şey değil de, tünelde havasızlıktan ölseydik madara olurduk’ diye...”

(Barış Mutluay’ın “Ziya Yılmaz” kitabından... Nota Bene Yayınları. 2014)

OKTAY KAYNAK ANLATIYOR:

‘Kalbimin sesini duydum

“Tünele en önde Cihan indi, arkasından Mahir… Peşinden Ömer… Sonra Ulaş… Ziya… En arkada ben varım. Ben de indikten sonra kapağı kapatacağım.

Saat altı ile altı buçuk arası, yarım saat içinde çıkmamız lazım.

Tünelin diğer ucunu, dışarıdan belli olmayacak şekilde delmişiz; saati gelince Cihan o deliği genişletecek, ilk kendisi çıkacak, ardından 5’er dakika arayla biz çıkacağız.

Plan böyle…

‘Geri’ dediler

Beklemeye geçtik

6 adam, 15 metrelik sıkışık tünelin içinde, birbirimizin ayak bileklerinden tuttuk, bekliyoruz.

Havasız.

Sessiz.

En uçtaki Cihan, tünelin çıkış noktasında; ben öbür uçtayım; inişin başında...

Ömrümde ilk defa kendi kalbimin sesini duydum.

Çalışırken duymuyordum.

Çok da heyecanlıydım.

Bekledik bekledik.

Saat 6’yı geçti, dakikalar ilerledi… Hareket yok.

Altı buçuk oldu. Devriye saati geldi.

‘Geri’ dediler.

Gerisin geri çıktık.

Tırnaklardaki kan

Meğer çıkış noktasında toprağı çok kalın bırakmışız.

Çöker diye fazla ihtiyatlı davranıp incecik bir delik açmıştık. Orada toprak sert… Deliği genişletmek için epey kazmak gerekiyormuş. Cihan tırnaklarıyla kazmış, kazmış, açamamış.

Çıktığımızda tırnaklarının içi kan içindeydi.

Geri koğuşa geldik, ama acayip moralimiz bozuktu.

Biraz kafalar karıştı; ‘Olmayacak, kaçamayacağız diye düşünmeler başladı.’

‘Tüneli kapasak mı’ diyenler oldu.

Bir de üstüne tüneli su bastı, yağmurdan temelin suyu doldu içine… Tam rezillik… Suyu tünelden kovalarla çıkarıp genel tuvalete taşıdık. Soranlara ‘Temizlik yapıyoruz’ dedik.

Gece tekrar girdik deliğe… Çıkışı biraz daha kazdık; toprak tabakası inceldi. Çıkışa hazır hale getirildi.

Ertesi günü beklemeye koyulduk.”

 

Y