Niçin Cumhuriyet
cumhuriyet.com.trKurtuluş ve Kuruluş Savaşımı, hantal ve anakronik Osmanlı Devleti’ni yaşatma ya da diriltme mücadelesi değil, ulus birimine dayalı yeni bir devlet kurma savaşımı olarak “planlanmış” ve sonuna kadar bu plana uygun şekilde sürdürülmüştür.
29 Ekim 1923 günü TBMM Genel Kurul toplantısında söz alan Anayasa Komisyonu Başkanı Yunus Nadi Bey şöyle diyordu: “Arkadaşlar size getirdiğimiz kanun layihası ile Büyük Meclis’e yeni bir şey teklif edilmiyor ve siz bu kanunu kabul etmekte yeni bir şey yapmış olmayacaksınız. Getirdiğimiz kanun zaten içinde bulunduğumuz vaziyetin aynen tespitinden ibarettir. Fazla olarak yalnız içinde bulunduğumuz vaziyetin resmi rejim adını ifade etmiş olacağız. Bu kanunla demiş bulunacağız ki, bizim yaşadığımız ve yaşattığımız rejimin tarafımızdan şimdiye kadar söylenmemiş adı Cumhuriyettir. Bu kanunla onu resmen ifade ve ilan etmiş olacağız” (O. Akbal, Cumhuriyet, 29 Ekim 1980)
Yunus Nadi Bey’in bir süre önce Atatürk’le yaptığı ve sözü geçen kanun tasarısını Meclis’e sunarken onun Meclis’e güvenini dile getirdiği tartışmaya dayanan sözlerinin altında yatan şu idi: Kurtuluş Savaşı başarı ile sona ermiş; bunun ardından ne yapılacağı konusu tartışılmaya başlanmıştı.
1920 Nisan’ından 1923 Ekim’ine kadar geçen sürede olup bitenlerin, yani Kurtuluş Savaşı sürecinin hedefini, hâlâ, “Makam-ı Mualla-i saltanatı, ecnebi esaretinden tahlis (kurtarma)” olarak anlayan ve algılayan “kafalar” vardı. Bunların Meclis içindeki uzantıları olduğu da biliniyordu. Sorunun çözümünün bu “saplantılarla” ilgisi olmadığını Yunus Nadi Bey Mustafa Kemal’le yaptığı tartışmada anlamıştı. O görüşmede Yunus Nadi’nin bu tasarıyı Meclis’ten geçirmekte karşılaşılan “tatsızlıklardan” endişe ettiğini belirtmesi üzerine, Mustafa Kemal Paşa, “Buna iki-üç kişi karar veremez Nadi Bey” diyordu. “Bu kararı millet verecektir; millete vekâleten de Meclis!”
Çözümün, kanunla Cumhuriyet rejiminin kabulü ve ilanı oluşu, bugünden geriye, o zamanki koşullara ağırlık vermeden değerlendirilirse fazla bir önem taşımayabilir. Ama, Amasya Genelgesi’nden itibaren, özellikle savaş koşulları içinden geçilen süreçte, gerek İstanbul’daki idarenin düşmanla işbirliği şeklindeki eylemlerinden, gerek bir ucu zaman zaman Ankara’ya kadar dayanan kökü dışarıda iç isyanlardan kaynaklanan engeller düşünülürse, bu çözümün önemi daha iyi anlaşılır. Yunus Nadi’nin yukarıda naklettiğimiz Meclis’teki açıklamasının anlamı şudur: Geçilen tarihsel süreçte, daha baştan itibaren hangi “istasyona” varılacağı belirlenmiştir. Bunun bir dünya savaşı sonunda varlığı ve canlılığı sona ermiş bir imparatorluğun ihyası (hayata döndürülmesi) olamaz.
Mustafa Kemal’in\t\t gerçekçi çözümü
Zaten 20. yüzyıl başlarken zamanın koşullarına göre siyasal ve ekonomik gücünü yitirmiş, yoksul halk yığınlarından oluşan “çok cemaatli devlet” görünümündeki yapıyı ayakta tutan bir siyasal ideoloji de yoktur. İmparatorluğun 19. yüzyıldan itibaren “kurtuluşunu” hedefleyen akımların örneğin Panislamizm, Pantürkizm türünden önerilerin hiçbir işe yaramayacağı açıkça anlaşılmıştı. Sonuç şu idi: Bu gibi köksüz fikir üretimine dayanan “heveslerin” peşinde “nefes tüketileceğine”, realist bir çözümün ne olabileceği “keşfedilmeli” idi. İşte, Mustafa Kemal’in, Cihan Savaşı yenilgisinden sonra dönüp geldiği İstanbul’da bu gerçekçi çözümü bulduğu ve öngördüğü anlaşılmaktadır.
İmparatorluk sona ermiş, parçalanmış ve tümüyle yok edilmeye mahkûm edilmiştir. Savaşın galipleri olan emperyal güçler, yüzyıllar boyunca rüyasını gördükleri “altın fırsatı” kullanma imkânını elde ederek bu topraklar üzerinde şöyle veya böyle Türk adıyla anılacak çok cemaatli bir devlet yapılanmasına müsaade etmeyeceklerdir. Buna daha 1916’da aralarında karar vermişler; savaş sonunda Sevr Muahedesi (antlaşması) adıyla bilinen belgeye bağlayarak bu çözüm ya da çöküşü uluslararası bir gerçek olarak tarihe mal etmeye kalkmışlardır.
Ulusun kararı
Bu çözümü reddeden görüş ise Mustafa Kemal’in şu sözleridir: “Ulusun bağımsızlığını yine ulusun azim ve kararı kurtaracaktır”(Amasya Genelgesi). Bu söylemde geçen ulus kavramı ilk kez imparatorluğun çekirdeğini oluşturan millet kavramıdır. Artık, emperyal güçlerce yok edilmesi öngörülen imparatorluğun “ihyası” düşü gibi bir rüya bir kenara bırakılacak; anakronik bir siyasal yapının tasfiyesini önleme gibi bir hevese yer verilmeyecektir; mücadele konusu “Türk ulusu” olarak tanımlanan topluluk adına (Milli Mücadele, Millet Meclisi, Milli Hükümet, Misak-ı Milli, Kuvayı Milliye) yapılacaktır.
Böyle yapılmıştır: Kurtuluş ve Kuruluş Savaşımı, hantal ve anakronik Osmanlı Devleti’ni yaşatma ya da diriltme mücadelesi değil, ulus birimine dayalı yeni bir devlet kurma savaşımı olarak “planlanmış” ve sonuna kadar bu plana uygun şekilde sürdürülmüştür.
Gelinen noktada Kurtuluş Savaşı’nın galibi olan ulusalcı gücün siyasal rejimle ilgili kararı ne olacaktır? Yukarda naklettiğimiz Yunus Nadi Bey’in, Mustafa Kemal Paşa ile yaptığı görüşmeden sonra Anayasa Komisyonu başkanı sıfatıyla Cumhuriyetin kuruluş yasasını Meclis’e sunarken söyledikleri bu sorunun çözümünün daha çok önceden belirlenmiş olduğunu göstermektedir.
Zaten başka türlü de düşünülmesi mümkün değildi. Baştan itibaren ulus gerçeği üzerine kurulmuş ve “vurgulanmış” bir hareketin varacağı “istasyon”, ancak halkın yönetimi olarak tanımlanan Cumhuriyet olurdu. Bunun “ilanından” çok önce, adı verilmeden kurulmuş bir yönetim biçimi olduğunun bir kanıtı da şudur: Saltanatın kaldırılması kararı ile Cumhuriyet rejiminin kanun dili ile teyidi arasında aşağı yukarı bir yıllık bir süre geçmiştir.
Kendinden önceki çok cemaatli bir siyasal iktidara (saltanata) bir yıl önce son verebilen bir ulusal devlet iktidarının rejimi ve niteliği, adı söylenmemiş olsa da ancak Cumhuriyet olabilirdi. Öyle de olmuştur.