New York’ta seçim günleri

Türkiye meydanlardan medyaya 7 Haziran’a doğru koşturadursun, ABD’deki konsolosluklarda yurtdışı oylarının kullanılmasına başlandı bile.

KUMRU TOKTAMIŞ

90 bine yakın kayıtlı Türkiyeli seçmenin 35 bin kadarının yaşamakta olduğu New York eyaleti ve çevresine hizmet veren başkonsoluslukta bir haftadır yaklaşık bin adet oy ancak kullanıldı. Rafine ve düzgün bir idari organizasyon ile örgütlenmiş olan seçim sürecinin bu gidişatının şimdilik kimseyi bütünüyle memnun etmesi mümkün görünmüyor. Parti kampanyalarının hamaset ve kabadayılığına kulak misafiri olan seçmenlerin sürece olan güvensizlikleri katılım düşüklüğüne, katılımın bu denli az sayıda olması da özenle hazırlanmış ve güvenle sürdürülmekte olduğu belli olan bunca hazırlığın boşa gitmesinden rahatsız olan bürokratların canlarının sıkılmasına neden oluyor.

Yaklaşık iki hafta sürecek olan seçim boyunca günde kullanılan oy sayısının genellikle 300’ün altında kalıyor olması gerek idari gerekse siyasi endişelere neden olmakta.

‘Biz kimiz’ sorusu...

7 Haziran seçimlerini önemseyen seçmenlerin önemli bir bölümü ise duyageldikleri hile, hırsızlık ve trafo öykülerine dair öfkelerini zaman zaman sandık kurullarında haftasonu tatili olmaksızın günde 10 saatten fazla görev yapmakta olan idari personele yansıtmaya çalıştıkları da görülüyor. Bütün bunlara vatandaşın güvensizliğini kendi çabalarının gözardı edilmesi olarak algılayabilen bürokratın bezginliği de eklendiğinde, günlerdir Manhattan adasının orta yerinde küçük bir Türkiye metaforu yaşanmakta.

Bu sürecin tuhaf paradokslarından söz ederken bir dostum bana Italio Calvino’nun ender gerçekçi eserlerinden biri olan Sandık Müşahidi adlı uzun öyküsünü anımsattı. Bu öyküde, idari sürecin griliği ile üstü örtülen siyasi hesaplaşma ve çekişmelerin aslında gelip dayandığı noktanın insan olmanın sınırlarını kavramak olduğu anlatılır.

Sandık müşahidinin görev yaptığı mekân bir akıl hastahanesi ve düşkünler evidir. Kimin oy kullanıp kullanmayacağına karar vermek hem basit bir siyasi çekişme hem de karmaşık bir felsefi problemdir. Üstelik sene 1953, yani İtalya’daki Hıristiyan Demokrat iktidar partisinin oy yüzdelerine torba yasalarla müdahale etmeye çalıştığı (ve kendi oyunu ile kaybettiği) yıl, günlerden ise 7 Haziran’dır!

Hegelci bir tez/anti-tez/sentez ritmi ile sandık görevlisi önce kendi, sonra içinde yer aldığı süreç, ardından oy kullanıp kullanmayacaklarına karar verecekleri acizlerin insanlığı ile hesaplaşır. Büyük ve haklı bulduğu bir siyasi hareketin bir parçası olarak kendi bireysel zenginliğini yitirdiğinden kaygılanırken akıl hastalarının ve düşkünlerin hayata sarılışlarında insanlığının sınırsızlığını keşfeder. Oy verme sürecinin mekanikliğinden hayıflanırken, hayatı ve insanlığı anlamanın nasıl zenginleştirici bir kazanım olduğunu farkeder. Öyküde hava gridir, seçim kurulunun yer aldığı binalar kompleksinin ezici bir donukluğu vardır, seçim kurulunda iş yapmak can sıkıcı ve tekdüzedir. Ama bütün bu görüntünün altında yatan siyasi manipülasyon ve mücadele “biz kimiz” sorusunu sorduracak niteliktedir.

Titizlikle örgütlenmiş olan NY seçim süreci muazzam bir siyasi çatışmayı paranteze alıp devam ederken, “biz kimiz” sorusuna da etnografik değeri yüksek yanıtlar vermekte.

Renkli Türkiye manzarası

Öncelikle farkedilen, artık ABD’deki Türkiyeli nüfusun en az Almanya’daki kadar renkli ve çeşitli olduğu. Geçen yüzyılda Türkiye’den sadece mühendis, doktor ve akademisyenlerin gelip yerleştikleri Yeni Dünya kentlerinde artık Anadolu halkının tüm renkleri varlık gösterebilmekte. Bu nedenle belki de Türkiye’de pek az seçim bölgesinde rastlanabilecek bir kültürel zenginlik ile burada sandık başında karşılaşmak mümkün.

İki hafta boyunca aynı mekânı paylaşıp da siyasi mevzuları konuşmaları kanunen yasaklanmış Türkiye ahalisi için geriye kalan yegane mevzu kaçınılmaz olarak yemek. Müzikten futbola, romandan eğitime rasyonal siyasetin ötesinde haddinden fazla polarize olmuş bir toplumun bireyleri, sadece yasal zorunluluktan dolayı değil ortak insanlıklarının da gereği olarak uzun uzun yemeklerden söz edip karşılıklı ikramlarla ortamın bürokratik donukluğunu aşabiliyorlar.

Sarma, dürüm ikramları...

Konsolosluğun sağladığı kahve ve çay, CHP’li sandık görevlisinin hazırladığı yoğurtlu sarma, HDP’li sandık müşahidinin ısmarladığı dürümler, arada elden ele dolaşan kurabiye, poğaça ve bademler ile çizilen sınırlarla seçim sürecine konu olan çatışmalı parantezin ağır yükünü görmezden gelmeye çalışan görevli ve gönüllüler ortaklıklarını keşfediyorlar.

Geçen yıl yapılan Cumhurbaşkanlığı seçimlerinde sadece 3500 kişinin oy verdiği seçmen kayıtsızlığına, on yıllardır devlete ve hükümetlere olan güvensizliğin mi, apolitikleşmenin mi, yoksa Türkiye’de hüküm süren siyasi, iktisadi ve kültürel daralmadan uzaklaşma arzusunun mu neden olduğu üstüne spekülasyon yapmaktansa sandık ve seçimden öte ortaklıklarımızı nasıl keşfedebileceğimizi 17 yıldır ABD’de yaşamakta olan bir HDP müşahidinin şu sözlerinde bulabiliriz: “Ben yıllardır eziklik duyardım bir işim düşüp de konsolosluğa gelmek zorunda kaldığımda. Ha Alman konsolosluğuna gelmişim, ha Türk konsolosluğuna fark etmezdi. Şimdi sandık başında büyük bir güven duyuyorum hem de kendime daha çok güveniyorum. Bu sandık benim sandığım, bu seçim bizim seçimimiz.”

Hegelci diyalektik, çatışmanın en acımasız noktasında yepyeni ve özgürleştirici bir sentezin ulaşılabilirliğine işaret eder. Zaten bir mutfak fayansı donukluğuna sahip olmaktan başka bir çaresi olmayan konsolosluk bürokrasisinin orta yerinde oy verirken, ortak insanlığımızı ve daha özgür bir dünyanın mümkün olabileceğini de keşfediyoruz Manhattan gökdelenlerinin gölgesinde.

kumrutoktamis@outlook.com