Nesnel belge-anı nasıl yazınsallaşır?

Yazınsal yapıtta belgeye, anıya yer açılabilir elbette. Anlatı gereksiniyorsa o zaman belge-anı olgusallıktan çıkarılıp soyutlanmalı, yazınsal gerece dönüştürülmeli. Bu bağ kurulmazsa yapıt bunu kusacak, gerçeklik zemini çizgisel hale gelecektir.

M. Sadık Aslankara / Cumhuriyet Kitap Eki

Fethi Naci, Boğaziçi Köprüsünün açılış tarihini “yanlış” verişini hınzır bir alaycılıkla yüzüne vurmuştu Adalet Ağaoğlu’nun. Bu türden bir maddi yanlışın yazınsal gerçekliği zedelemeyeceğini düşünüyorum artık bugün. Yeter ki roman kişisi, olay vb., öncesi sonrasıyla bu tarihe göre çelişik durum sergilemesin.

Fethi Naci, Ölmeye Yatmak’ta (1973) “belge” kullanımı konusu üzerine saptamalar getirdiği yazısında (Bak.; Yeni Dergi, Ağustos 1973, S.107) Ağaoğlu’nun çalışma yöntemini de alıntılamıştı: “Geçmişin panoramasını pek çok eski gazete, kitap, fotoğraf karıştırarak, anılar dinleyerek ve bunlar içinde gerekli malzemeyi toplayıp eleyerek, gün gün, ay ay, yıl yıl vermeye çalıştım. Bu nedenle ‘Ölmeye Yatmak’ benim değil bir dönemin yazdığı romandır.”

BİREYLER VE TOPLUMSAL GERÇEKLER

Bu sözlerine karşı Fethi Naci, Ağaoğlu’nun, yapıtı, “‘bir tanıklığı yarına belgeleme tutkusu’ uğruna, başarısız bir roman haline getir(diğini)” söylemişti:

“Bir kere, romancı olarak çıkış noktası bireyler değil; aklını birtakım toplumsal gerçeklere takmış, onların altını çizmek istiyor. Romancının anlattığı toplumsal gerçeklikler, bu gerçeklikleri yaşayan, bu gerçekliklerin tarihi olan bireyler haline dönüştürülemezse, romanın şematik olması kaçınılmaz olur. Yaşar Kemal de, ünlü üçlüsü için, ‘Bu üçlü benim yaşantım ve tanıklığımdır,’ diyordu; ama o, tanıklığını belgelerken, bir romanın ancak bireyleri anlatarak tanıklık görevini yerine getirebileceğini unutmuyordu.”

Yargısını şöyle dillendirmişti Fethi Naci: “Adalet Ağaoğlu’nun romanına umutla başlamıştım, iyi bir şeyler bulacağıma güveniyordum. Sonuç düş kırıklığı oldu. Tanıklığa, belgelemeye aklını fazla takmasaydı, bilgiler özetlemekten başka bir işe yaramayan gereksiz kişilere yer vermeseydi, Aysel’in kişisel dramını romanın temel sorunu olarak işleseydi belki de anlatmak istediği dönemi daha iyi anlatırdı. Aysel demek -bir bakıma- o dönem demek değil mi?”

“Belge roman”, belgesel roman” sorunu da önemli bir başlık, başka bir yazıda buna da uzanmalı. Çok sayıda “roman” örneklenebilir bu konuyla ilgili.

BİR ÖRNEK: MELTEM SARSILMAZ

Meltem Sarsılmaz’ın Benimle Oynar mısın? (Kanon, 2019) adlı ilk romanı Fethi Naci’nin yukarıdaki yazısını anımsatıyor ister istemez.

Roman, 1939 Erzincan depremiyle başlıyor. Depremin yol açtığı sıkıntılı serüvenler eşliğinde bir aile hikâyesine dolanık halde toplumun geçirdiği değişimlere açılan anlatı olarak sürüyor. Seksen yıl öncenin Anadolu coğrafyasına dayalı evren açılımıyla, dil, biçem, kurgu hüneriyle daha girişte yapıta “belgesel roman” olarak, görece başarılı bir uyum-akış kazandırdığı söylenebilir Meltem’in.

Ne ki bu oylumlu romanın ilerleyen bölümlerinde yazar, zaman eşiklerini, karakterlerin, yan kişilerin yaşamı üzerinden akıtmak yerine, dönemlerin tarihsel-toplumsal olaylarını sıralayıp anlatıyı bunlara yaslıyor sanki.

Peki ama haber başlıkları havasında yüzlerce veriyi, bunun ötesinde geniş yelpazeye yayılmış yığma ya da dolgu onca ayrıntıyı kaldırabilir mi bir roman? Başlangıçta belgeyi gerektiğince kullanan Meltem, sonradan dönem canlandırması için dizilerin gereksindiği çevre düzeni benzeri albeniye sığındığı izlenimi uyandırıyor nedense. Oysa okur, kişilerle, ilişkilenişler arasında kendince bağlar oluşturup yeniden kurabilir romanı, yeter ki güvenilsin okura.

H. Esat Yavuztürk de Umut Peşinde (Dorlion / 2019) adlı “anı-roman”ında doğrudan yaşanmışlığa yönelip altmış yıl önce ilk kervanla çalışmak üzere Almanya’ya gidişini, bir Alman’ın, ülkesini kendisinden daha iyi bildiğini görünce de Eğin’in köyünde okuduğu ilkokulun üzerine sonradan tepeye dek tüm öğretimini tamamladığını paylaşıyor. Buna göre yazar, yaşamöyküsünü yeniden yapılandırıp bunu anlatı olarak kendine dönük kurmayı hedefliyor romanda.

YAŞAR SEYMAN VE ESAT YAVUZTÜRK

Esat Yavuztürk, Bulanık Suyun Balıkları (Dorlion / 2020) adlı öteki kitabında yaşanmışın doğrudan ya da düz değiştirimle hikâyesini kuruyor, “Birkaç Söz”de bunu açıklıyor da: “Öykülerin bir kısmı yaşanmış olayların; çoğu da anlatılan duyum ve gözlem sonucu öykümsü olarak kaleme alınmıştır.” Ama tahkiyeyle hikâye etmek, öykü kurmak anlamına gelmiyor. Böyle olunca Ahmet Mithat havasında hikâyeler çıkıyor ortaya.

Yaşar Seyman’ın Zine’si de (Bilgi, 2020) “anı-öykü” yapıtı. Yaşar, anlatı değirmeninde, öpe yüceleye kendisine “ömür yoldaşı” yaptığı kalemini, masal anası havasında akışkan, coşkun, güp güp yürekle, ille bilinip düşlenmesi ya da tanınması gereken insanlara yöneltiyor. Kimler kimler yok; ne kadınlar ne adamlar, her biri tanrıça-tanrı edasında, o insanları anlatmak istiyor hep, belli.

“Zine”, bir kadın. Yolculuklardan, farklı kültürlerden, sanat dallarından, tanıyıp anımsadığı kavga insanlarından damıttığı kadın erkek nice kahramanı kıvılcımlanmış ateş salan bir beyinle, yürekle paylaşıyor metinlerinde.

Fethi Naci’yle, Adalet Ağaoğlu’yla girdik yazıya, nerelere geldik. Geldiğimiz yer belli: öykü, roman, eğer belge kullanılacak, anılara yaslanılacaksa bu düz değiştirimle değil yaşantısal olanın doğrudan soyutlanıp dönüştürülmesiyle kurulabilir, öyle de yazılır.

www.sadikaslankara.com, her perşembe öykü-roman, tiyatro, belgesel alanlarında güncellenerek sürüyor.