Neşe Yaşın'la göçebe bir ruhun şiirleri üzerine
Hem buralı hem değil, hem içerden hem dışardan kendi deyimiyle “yerli yabancı” bir şair Neşe Yaşın. O yüzden ruhu hep göçebe. Onun evi dünya, kimliği şiirleri. Barış en büyük özlemi, bir varoluş mücadelesi. Biz de belleğin kapısını araladık, dünü, bugünü konuştuk. “Hayal kapısına” varmak için bir şairin portresine baktık.
Deniz Durukan
- Kıbrıs şiirinde 74 kuşağı olarak anılıyorsunuz…
- Evet, bir eleştirmen bizi “Red Cephesi” diye de adlandırmıştı. Çünkü Kıbrıs’taki resmi tarih tezini reddeden bir kuşaktık. Ağabeyim Mehmet Yaşın’la beni öncüsü olarak kabul ediyorlar. Hakkı Yücel’le o yıllarda şiir de yazan ressam Aşık Mene de vardı aramızda.
- 74 kuşağı denmesinin Kıbrıs Harekatı’yla ilgisi var, değil mi?
- Evet, 1974 önemli bir dönemeç. Genç şairler olarak biz 70’li yılların sonunda şiirlerimizi yayınlanmaya başladık. 60’lı yıllarda milliyetçi şiir egemendi Kıbrıs’ta. Biz milliyetçi şiirin paradigmasını ters yüz ettik. Aslında anti 74 bir ruh taşıyan ve ilk kez Kıbrıs’a “Anavatan” diyen kuşağız. Kıbrıslı Rumları düşman görmeyip onların acıları hakkında da yazan, Kıbrıs bölündüğü halde, bütününü bir yurt olarak tanımlayan kuşağız.
- O yıllarda, Türkiye’deki öğrenci hareketiyle de bağlantınız var mıydı?
- Kıbrıs’ta, KÖGEF (Kıbrıslı Öğrenciler Gençlik Federasyonu) adlı bir oluşumun içindeydik. Yönetici konumundaydık. Kıbrıs’taki Komünist Partisi, Ekim Devrimi’nin sonrasında kurulmuş olan, dünyanın en eski komünist partilerinden biridir. Dolayısıyla Kıbrıslı solcuların çoğunluğu Sovyet çizgisindeydi. Bu bağlantı nedeniyle Türkiye’deki TKP ve İGD’nin yanında yer aldık. Bizim kuşak ilk kez Kıbrıslı Rumlarla ilişki kurmuştu. O dönemde ne mektupla ne telefonla ne de yüz yüze görüşmek mümkün değildi. Avrupa’ya mektup gönderilir, o mektuplar oradaki birileri aracılığıyla Kıbrıs Rum kesimine yeniden postalanırdı. Ya da uluslararası bazı festivallerde iletişim kurabiliyorduk.
“TÜRKİYE’NİN YABANCISIDIR ASLINDA KIBRISLI TÜRKLER”
- Kimlikler üzerinden uygulanan bir ayrıştırma politikası var. Bu yeni bir şey değil elbette Ama bu durum sınırların keskinleşmesine de neden oldu.
- Dünyadaki birçok sınır yapay, ama Kıbrıs’taki esas sınır doğal. Bir adanın sınırları denizdir. Kıbrıs’ta böyle bir acı var. Sınırları deniz olan bir adayı ortasından bölüp sınır yaratmışlar. Bizim çocukluğumuz bu adanın bütününde geçti. Ve hayatımın bir döneminde bana dediler ki; yarısı sana yasak, sen sadece bu tarafa aitsin! Adada etnik ayrıştırma, düzenleme, konumlandırma yapıldı. Bu çok acı geldi. 17 yaşında “Yurdunu Sevmeliymiş İnsan” diye bir şiir yazmıştım çocuksu duygularla. O şiir Kıbrıslı barışseverler için bir kimlik ikonu haline geldi. Bu kadar popüler olmasında, şarkı olarak bestelenmesinin de payı var. Türkiye’de de Melike Demirağ söyledi bu şarkıyı. Her iki tarafın da yardımcı ders kitaplarına girdi. Ben Üniversitede öğrenciyken, bu şiirim bütün Avrupa dillerine çevrildi ve Kıbrıs’ta yapılan bir Avrupa Parlamentosu buluşmasında büyük bir orkestrayla seslendirildi. Küçüktüm, olanları hayretle izliyordum. Bir şiirin nasıl etki yarattığını görmüştüm. Şiirin ünlenmesinden yıllar sonra, özel bir izinle, bir çevre derneğini temsil etmek için Rum tarafına geçmiştim. Salonda beni tanıdılar. Bir stadyum dolusu insanın hep birden bu şarkıyı söylediğine tanık oldum. Söylerken ağlıyorlardı. Sonra beni sahneye çıkardılar, ardından bir öpme kuyruğu oluştu. 17 yaşında yazdığım şiir her yerdeydi. Politikacılar konuşmalarında bu şiirden alıntı yapıyordu. Şiirin gücüne o zaman inandım.
- Elbette Kıbrıslı olduğunu unutmuyorum ama, Neşe Yaşın denilince, ilk olarak, sınır kavramını bertaraf eden dünyalı bir şair algısı oluşuyor bende…
- Bu, şiirlerim Bulgarcaya çevrildiğinde de söylenmişti. Beni Avrupalı bir şair olarak algılamışlar. Ama daha ilginci; ilk şiirlerim 1978’ de Sanat Emeği Dergisi’nde çıktığında Cahit Külebi babama mektup yazmış. O da şiirleri ilk okuduğunda, adıma dikkat etmeyip, ne güzel çeviriler yapıyorlar diye düşünmüş. Sonradan fark etmiş şiirlerin bana ait olduğunu. Türkçe yazılmış bir şiirin çeviri şiir gibi algılaması bana önemli gelmişti. Çünkü kimlik meselesiyle ilgili bu. Biz farklı bir coğrafya, farklı bir tarih, farklı bir kamusal alan, farklı bir ruh ve atmosferden geliyoruz. Aslında Türkçe yazsan da yabancı bir şiir yazıyorsun. Türkçe konuşuyor olsalar da Türkiye’nin yabancısıdır aslında Kıbrıslı Türkler.
- O zaman senin yaslandığın şiir geleneği nedir?
- Kıbrıs’ı küçük bir ada ülkesi olarak düşündüğünde, sömürgeci tarihten ötürü hem Türkiye, hem de İngiltere birer kültürel merkez sayılır. İngiltere’de yaşayan, İngilizce yazan Taner Baybars, Osman Türkay gibi diaspora şairleri vardı. Geçmiş kuşaklar Türk şiirini gelenek olarak almışlar. Bizim kuşaksa kültürel bir melezlik iddiası içinde oldu daha çok. Burada Türk şiiri de var, İngiliz de, kültürel anlamda Elenler de Lüzinyanlar da, Venedikliler de var. Kıbrıs’ın bu uygarlıkların tümünden etkilenen kendi sözlü edebiyatı var. Çok kültürlü, çok dilli bir ülke Kıbrıs.
“RESMÎ BELLEĞE HİZMET EDEN ŞİİRE İTİRAZ"
- Baban da şair. Bu anlamda onunla nasıl bir ilişkin oldu? Üstelik ailenizde başka bir şair, ağabeyin Mehmet Yaşın da var…
- Biz en çok babamıza karşı çıktık, şiirine itiraz ettik. Hatta Sanat Emeği Dergisi’nde yayınlanan, kuşağımızın manifestosu sayılabilecek bir yazıda onu epey eleştirdik. O da bize çok kızdı. Olay Dergisi’nde bir köşesi vardı, “Bir takım kendini bilmez yeni yetmeler, ünlü soyadlarının arkasına sığınıp herkese saldırıyorlar,” diye yanıt vermişti. Babaya karşı çıkmak otoriteye karşı çıkmaktır aslında. Biz babaya karşı çıkarak geçmişin çatışmalı tarihine ve onun resmi kolektif belleğine hizmet eden şiire de itiraz ediyorduk.
- Türkiye’ye geldiğinde nasıldı şiir ortamı?
- Ankara’da, ODTÜ’de okuyordum. Yıl 1978. Şiirlerimi bir deftere yazardım. Bir arkadaşımla, Ataol Behramoğlu’nun söyleşisine gittim. Defterimi de aldım yanıma. Sadece şiirlerim değil, yurt adresim de vardı defterde. Defteri ona vermeyi planlamıştım ama utandım, veremedim. Dışarı kaçtım. Arkadaşım defteri elimden aldı, Ataol Behramoğlu’na verdi. Bir hafta sonra posta kutumda Ataol Behramoğlu’ndan gelen, daktiloyla yazılmış bir mektup vardı. Şiirlerimi beğenmiş, başka şiirlerim varsa, biyografimle birlikte göndermemi istiyor, Sanat Emeği Dergisi’nde yayınlanacağını söylüyordu. Çok heyecanlandım. Hemen yeni şiirlerimi gönderdim. Benim için inanılmaz bir şeydi. Dergi çıktığında koşa koşa gidip aldım. Gözlerime inanamadım. Şiirlerime dokuz sayfa ayrılmıştı. Girişte de genç, yetenekli bir şair keşfettik diye sunulmuştum.
- Tepkiler nasıldı?
- Sanat Emeği’nde derginin içeriğini özetleyen, kimlerin yer aldığını anlatan “Contents” diye İngilizce bir bölüm vardı. Dergiyi Ataol Behramoğlu uluslararası bir şiir festivalinde Kıbrıslı Rum şairi Elli Peonidou’ya vermiş. O da, Kıbrıslı bir Türk şairinin adını görünce merak etmiş, Türkçe bilen birilerinin yardımıyla şiirlerimi çevirmiş, Kıbrıs’taki dergilere, gazetelere göndermiş. Bunlar büyük ilgi topladı. Çünkü Kıbrıslı bir Türk, Kıbrıslı Rumların acılarından da söz ediyor. Bu çevirilerin yayınlanmasının ardından “Hangi Yarısını” adlı şiirim Kıbrıslı Rum besteci Marios Tokas tarafından bestelendi, Yunanistan’da Yorgos Dalaras tarafından yorumlanınca iyice tanındı. Şiirlerim Türkiye’de de çok ilgi çekti. Hakkımda yazılar çıktı. Hasan İzzettin Dinamo yazmıştı mesela. Erdal Öz aradı, kitabımı basmak için dosyamı istedi. Zaten ilk kitabım Sümbül ile Nergis1979 yılında, Erdal Öz’ün başında olduğu Cem Yayınları’nın Arkadaş Kitapları dizisinden çıktı.
“DAVADAN ÇOK AŞK VARDI”
- Politik ortam çok keskindi o yıllarda, değil mi?
- 1976-1980 arası politik olarak korkunç yıllardı. Bölünmeler var. Arkadaşlarımız ölüyor. Beni o arada Barış Derneği’nin en küçük üyesi yaptılar. Dernekle Kuşadası’na toplantıya gidiyoruz. Otobüste Nazım Hikmet’in kız kardeşi Samiye Yaltırım’ın yanında oturuyorum. Nefesimi tutmuşum, heyecandan konuşamıyorum bile. Otobüste Rutkay Aziz, Serra Yılmaz, ressam Orhan Taylan gibi isimler var. Dönemin en önemli entelektüelleriyle dolu otobüs. TKP sosyetesi de diyebiliriz. Dedim ya, şaşkınlık içindeyim... Bir yandan da ürküyorum. Hiçbir şey bilmiyorum. Ne giymem, nasıl davranmam gerektiğini bilmiyorum. Ne esprilerini, ne kullandıkları bazı kavramları anlayamıyorum. Hem toysun, eziliyorsun hem de gururunu okşayan şeyler oluyor. Bu arada eski eşimin baskısı, kıskançlıkları da var.
- Sonra ne oldu?
- Annem ölünce, babam sekiz yaşındaki kız kardeşimi bir akrabamıza vermek istedi. Kız kardeşimi yanıma almak istediğim için apar topar evlendim. Beş parasızdım, eski eşim de öğrenciydi. Bir süre sonra ODTÜ kütüphanesinde iş bulup çalışmaya başladım. Eski eşim için şair kimliğim bir tehditti. Bir gün Akif Kurtuluş elinde çiçeklerle gelmiş, eşim kıskanmıştı. Yazdığım şiirleri, bir çevremin olmasını kıskanıyordu. Tanınıyor olmamdan rahatsızdı. Ruhumu kaybetmiştim. Kimlikle ilgili değil midir şiir? Ben kimliğimi yitirmiştim. Boşanana kadar doğru düzgün hiçbir şey yazamadım. Yazdıklarımı şiltenin altına gizliyordum. Beş yıl evli kaldık. Çocuğumuz oldu bu sürede. Oğlum 3,5 yaşındayken boşandık. Ayrıldıktan sonra nasıl yazıyordum, anlatamam. Memet Fuat yeniden yazıyorum diye çok sevinmişti. O dönemde abim Mehmet Yaşın da parlamıştı. Vedat Türkali “Neşe ağzımıza bir kaşık bal çaldı gitti, sonra Mehmet de açık kapıdan içeri girdi, ünlü oldu, Neşe de kayboldu,” demiş.
- Ağabeyinle aran nasıldı?
- Üniversite yıllarında iyi bir ikiliydik. Ortak yazılar yazıyor, projeler yapıyorduk. Evliliğime karşı çıkmıştı haklı nedenlerle. Evlenmeden, kendi aramızda yüzük takmıştık. KÖGEF nişanı bozmamı istemişti siyasal nedenlerle. Diğer yandan beni etkileyen başka unsurlar vardı. İlk kez biri bana kadın olduğumu hissettiriyordu. Devrimcilerde bacı muhabbeti vardı o dönem. Katı kurallar vardı. Mesela kadınlar etek giymiyordu, bense renkli, kırmızı puantiyeli etekler giyiyordum. Tuhaf geliyordu herkese. Eski eşim kitaplarımı taşıyor, çiçek veriyor, sinemaya götürüyordu. Yakışıklıydı. Davadan çok aşk vardı. Kendimi bu açıdan iyi hissediyordum, tüm olumsuzluklarına karşın.
“GÖÇMEN OLUŞUM BENİ EVSİZLİK DUYGUSUNA SÜRÜKLEDİ”
- Şu anda edebiyat ortamındaki politik yapılanma da karmaşık. Her anlamda bir ayrışma oldu. Bu, ülkenin içinde bulunduğu durumla da ilgili.
- Türkiye’ye geldiğimde bocalıyorum. Farklı çevrelerden insanlarla iletişim kurduğumdan, seni kiminle görseler oraya eklemliyorlar. Türkiye’de bir tür yerli yabancıyım aslında. Bunun avantajını yaşadığım gibi, Kıbrıslı olmamdan kaynaklanan yavru vatan, yavru edebiyat gibisinden bir küçümsemeyle de karşılaştım. Hiyerarşi basamağında Kıbrıslı şair diye aşağıda konumlanıyorsun. Türkçesi de bozuk, oradan şair mi çıkar, taşralı gibi bir bakış var. Bu bakış, bir yandan seni görünür de kılıyor.
- Bir nevi göçebesin sen!
- Evet, öyleyim. Elimde hep bavulum var.
- “Hayatın böldüğü her noktanı, öpüp birleştirsin” diye olabilir mi bu göçebelik? Gerçi sen bunu şiirinde aşk için söylüyorsun ama… Aşkı da göçebe gibi (mi?) yaşıyorsun…
- Şiirlerimde özel olanla politik olan hep iç içe… Aşk şiirlerimde politik alegoriler var. Bu ruh göçebeliği, yersiz yurtsuzlukla da ilgili. Kendi ülkemde göçmen oluşum beni evsizlik duygusuna sürükledi. Bu durum, ilişkilerim için de geçerli. Her ilişkiyi bavulumun içinde yaşıyorum aslında. Her an vedaya hazırım. Belki de, sürgüne gönderilme, terk edilme kaygısıyla ilgili…
“BELLEK ACI VEREN BİR ALAN”
- Ay Aşktan Yapılmıştır adlı kitabında hep ayrılık vurgusu var. Ayrılık senin için önemli bir imge, değil mi? Bu, kavuşma arzuna da tekabül ediyor sanki…
- Kıbrıs sorununu fena halde içselleştirmiş olmakla ilgili bu. Kıbrıs’ın bir türlü birleşememesi, kavuşma arzusu olarak yansıyor. Bir arada olmanın imkansızlığına dair bir ağıt bu şiirler. Aşk vuslatı, aynı barış gibi, yaklaştığını sandıkça uzaklaşan bir ütopya. İçinde hem muhteşem olanı hem de kırılganlığı barındırıyor. Dolayısıyla aşk da ötekilerle olan kırılgan ilişkimize dair bir ruh hali aslında.
- Son kitabın Üşümüş Kuşlar’da “kapının hafızası” diyorsun. Kapı, hafıza, bellek senin şiirlerinde çokça geçiyor. Bir de “hayal kapısı” var. İçeride kalanla dışarıda olanı konuşalım mı?
- Kapı hem içeriyi hem dışarıyı anlatan, benim büyük meseleme dair bir imge. Kamusalın özele yaptığı soykırımın ağıtı aslında bu şiirler. Bellek içeride olan ve acı veren bir alan. Hayal ise özlenen bir dışarıyı anlatıyor bir anlamda. Dünyayla olan meselem, başka türlüsü de mümkünken, bunca acıyla örülmüş olması. İçeride korumaya çalıştığım masumiyetim, dışarıda ise beni tehdit eden kirli bir dünya söz konusu. Bu büyük özgürlük tutkusuyla ve bunca kırılganlıkla bu dünyada dikiş tutturmak zor. Bu nedenle Üşümüş Kuşlar gibiyim.